Şükrü Alnıaçık
Türkiye’de Amerikan nüfuzunun en kolay girdiği kuvvet, sanıldığı gibi ordu değildir. Tam tersine ABD, ilk dahili etki tezgâhını “Polis“i eğitmek için kurmuştur. Türkiye daha NATO’ya girmeden iki yıl önce 1950’de ABD, Türk Polisi’ni denetlemek üzere İç İşleri Bakanlığında bir bürokratik mevzi bile elde etmişti. Hedef, Komünistlerin ve uyuşturucu kaçakçılarının ABD’ye zarar vermesini önlemekti.
27 Mayıs’ta Başbakanlık Müsteşarı olan Alparslan Türkeş, 1960’ta İçişleri Bakanlığındaki CIA irtibat bürosunu kendi inisiyatifiyle kapatınca Amerikan Büyükelçiliği 1. Sekreteri William H. Doyle’dan bir mektup aldı. Mektup’ta büronun 1950’den beri faal olduğu ve “Türk Milli Polisiyle Resmileştirilmiş İşbirliği” çerçevesinde çalıştığı, bu yüzden açık kalması isteniyordu. Alparslan Türkeş, Büyükelçinin de devreye girmesine rağmen büroyu açmadı. Mektup 25 Temmuz’da gelmişti. Olumsuz cevap bir hafta sonra verildi. Türkeş, derhal görevden alındı ve 13 Kasım 1960’ta kapısı kırılarak Hindistan’a sürüldü.(*) 1990’da soğuk savaş bitti ve NATO’nun yeni hedefleri tartışmaya açıldı. Batılı bilim ve strateji kuruluşları dünyanın geleceği ile ilgili yoğun çalışmalar yürüttüler. SSCB örneğindeki gibi devletin güçlü, toplumun zayıf ve edilgen olduğu totaliter rejimlerin yeni dünya düzeni denilen “Pax Americana” için tehdit oluşturduğu kanaatine varıldı.
AKP iktidarının başladığı dönemde Ankara’da görev yapan ABD Büyükelçisi W. Robert Pearson, 1 Mart 2003’teki tarihi hayal kırıklığının nedenlerini Washington’a rapor etti. Telgraf, Wikileaks belgeleri arasında yayınlandı. Pearson, ABD’nin tarihi hayal kırıklığının nedenlerini Genelkurmay’daki Ulusal cephenin ve Sezer’in Özkök’ü engellemesine, onun da Hükümete yeterli desteği verememesine bağladı.
ABD, yerli haber kaynaklarının verdiği bilgiler doğrultusunda TSK’yı üçe ayırdı ve ordudaki “Avrasyacı- Milliyetçi” ittifakını bitirmeye yönelik operasyonların düğmesine bastı.
Siyasal İslamcıların yüz yıllık iktidar hırsına monte edilen bu operasyonda AKP, Amerika’nın polis gücü, PKK ise TSK’yı küçük düşürmeye yönelik bir işkence aleti olarak kullanıldı. Şemdinli, Dağlıca, Uludere olayları.ve İmralı süreci, sonu belirsiz intikam “kanırtma“larından ibarettir.
Bağımsız bir NATO ülkesinde, ABD’nin özel isteklerine muhalif olmaya karşı verilen kuvvetli bir gözdağı niteliği taşıyan bu operasyon, sözüm ona “dost kuvvetler“den geldiği için El Kaide’nin başına gelen Guantanamo olayından daha ağırdır. Sonradan MHP İstanbul Milletvekili seçilen Engin Alan Paşa’nın tutuklandığı gün “Guantanamo da olsa gideriz!” sözü bu tarihi çözümlemenin bir özetidir.
Türkiye’de askerler, iyi yetiştiklerinden ve vatanseverliklerinden emin olsalar bile sivillere yeterince güvenmezler. Güvenlik, sır tutmayı gerektiren bir eğitim meselesidir. Onlara göre devlet sırrı tutabilmek her babayiğidin harcı değildir. Erken yaşta başlayan ve milli destanlarla süslenmiş bir ideolojik eğitim olmadıkça devlet sırlarını satmayacak kalitede eleman yetiştirmek kolay değildir. En sağlam şekilde askeri liselerde verilebilen bu eğitimin omurgasında Atatürk ilkeleri vardır.
Bu operasyonda nihai hedef Kuleli’nin ruhunu yani Atatürk’ü “ebedi bir baş belası” olmaktan çıkarmaktır. Bunun için de Atatürk’le problemli olan, ABD’nin yeni “bizim çocukları“na yani İslamcılara, Liberallere, eski Marksistlere ve Kürtçülere ihtiyaç duyulmuştur.
Pearson’ın irtibatta olduğu kişilere göre,2003 itibariyle “Türk Genelkurmayı’nda birbirine rakip üç ana grup vardı:
1- Türkiye’nin stratejik çıkarının, ABD ve NATO ile sıkı bağlar sürdürmekte olduğunu, coşkulu biçimde olsa da olmasa da, kabul eden “Atlantikçiler“di.
2- ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, hiç kimseye güvenmemeyi (lrak topraklarında kurulacak bağımsız bir Kürt Devteti’ni destekleme niyetinden emin oldukları ABD de buna dahil) yeğleyen ve “Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden” katı “Milliyetçiler“di.
3-“Avrasya” konseptinin, Rusya’nın hâkimiyetindeki tabiatını kavramaksızın, uzun zamandır ABD’ye bir alternatif arayan ve İran’ı veya Çin’i içine alan iyi tanımlanmamış bir gruplaşma ile daha yakın ilişkiler kurmayı düşünen “Avrasyacılar“dı.
Yine Pearson’a göre, Türk Genelkurmayı’nın kendi içindeki siyasi yarışta, “Avrasyacılar” ile “Milliyetçiler” geçici müttefikler konumunda bulunuyordu.
Pearson, irtibatta olduğu kaynaklara istinaden “Atlantikçi” Hilmi Özkök’ün en demokrat komutan olduğunu fakat Kara Kuvvetlerindeki “Avrasyacı-Milliyetçi” hizipten dolayı açık konuşamadığını ve 1 Mart Tezkeresini geçirmekte başarısız olarak ABD’ye 5 gün ve “6 Milyar dolar kaybettirdiğini” Washington’a bildirdi.
Türkiye bu analizden sonra “Avrasyacı” generallerin ve benzer ABD karşıtı fikirleri paylaşan sivillerin tarihte eşi benzeri görülmemiş bir cesaretle ve şaibeli yargılandıkları bir sürece girdi. Bu süreçte “Atlantikçilere” ve işbirlikçilere ise asla dokunulmadı.
1 Mart 2003 Tezkeresi’nin TBMM’de ret oyu alması, ABD büyükelçiliğinde bir travma etkisi meydana getirmiştir. ABD, TSK’yı, 1950’lerden beri alakadar olduğu polis marifetiyle terbiye etme yoluna gitmiştir. Peygamber Ocağında bu yangını çıkaranların ortak özelliği, şu veya bu sebeple Milliyetçi olmamaları, milletin bağımsız ve egemen yaşamaya hakkı olmadığına inanmalarıdır.
“Milliyetçi olduğu için 1960’ta ABD’nin hışmına uğrayan ilk Türk subayı” Başbuğ Alparslan Türkeş’tir.
Yüreğinde Türklük hamuru ve Başbuğ mayası olan Ülkücülerin bugünkü zillete katlanması mümkün değildir.
(*): TURGUT, Hulusi, Şahinlerin Dansı – (Türkeş’in Anıları) S. 207