Molotof, Atom Bombası ve Çatapat…
Şükrü ALNIAÇIK
“Türküz Müslümanız Uygarız” sloganıyla kendisini tanımlayan Ülkücülerin, yetişme sürecinde “Türklük“le pek bir sorunları olmamıştır ama sloganın din ve uygarlık tarafı, zaman zaman disiplin bozukluklarına ve bölünmelere yol açabilmiştir.
Bu sloganın atıldığı yıllarda Ülkücüler, genellikle merhum Galip Erdem’in tasvirindeki gibi diğergam, paraya tamah etmeyen, adanmış ve gariban insanlardı. Gazete satmaktan kurşun yemeye kadar, bir hareketi “Allah rızası” için yapmadığınız zaman Ülkücü sayılmıyordunuz.
Bu vaziyet, düpedüz bir “Şamil mistisizmi“ydi; ancak mesela maaşlı imamla müezzinin caminin selameti için kılını kıpırdatmadığı yerde siz, ezanın kameti için ölüme koştuğunuz halde 32 farzı ezbere bilmediğiniz için “Müslüman” da sayılmıyordunuz.
İşte bu karmaşa, Ülkücülerde Diyanet’ten Adıyaman’a kadar bütün dini oluşumlara karşı bir zaaf meydana getirdi. “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” diyor, “Ya Allah Bismillah Allahuekber” dedikten sonra “Allah Allah!…” diye hücuma geçip bazen bir fraksiyonu “aradan çıkarıyorduk” ama “özür dileriz” ki; “32 farzı” bilmiyorduk.
Türk Çocuklarında Milli Eğitim müfredatı ve yaz kuran kurslarının yetersizliği nedeniyle oluşan bu zaaf, Ülkücülerde ilk yabancılaşmanın ve BBP bölünmesinin kapısını aralayan haksız bir “ilmihal kompleksi“dir.
Ülkücüler, Hz. Ali’de tarihi vücut bulan muhariplik bakımından kendilerinin tırnağı etmeyecek levazımcı meşrepli adamlardan, iki cümle Arapça katkılı vaaz duydukları zaman sahabe görmüş hacı adayı gibi hemen elini öpüyor ve arkasında saf tutmayı şeref belliyorlardı. Oysa ilmihal öğrenilebilir, 54 farz bir günde sular seller gibi ezberlenebilirdi. Ancak Türk kültürü tezgahta üretilemez, Ülkücü karakter mektep marifetiyle kazanılamazdı.
Bir kısım Ülkücünün 80’den beri İslami cemaatlere sempati duymasının ve içinde “Müslüman Türk çocukları” bulunan her harekete itibar göstermesinin bir sebebi işte bu komplekstir.
Ülkücüler tabii ki dinlerinin teorisini, ilmihalini, Kur’an’ı ve Sünnet’i bilmeliydiler. Ancak bunları biraz öğrenip de kendi cemaatinin dışındakileri tekfir eden yobazlara kıyasla onlar, aslında toplumsal barışın aradığı Müslümanlardı. Ülkücüler, politize olmamaları kaydıyla ehl-i sünnet vel cemaata, samimi ehl-i beyt aşıklarına, cemaatlara, tarikatlara ve diğer vatandaşlara eşit mesafeli olmakla çok daha farklı bir şeyi başarıyorlardı. Laiklik ve demokrasinin muradı olan “gerçek uygarlığı…”
Dün kızıl dinsizlik tehlikesiyle mücadele eden Ülkücülerin, dinin teorisiyle ilgili bilgi eksikliği yüzünden içine düştükleri komplekse benzeyen bir tehlike, bugün yine kapımızı çalmaktadır. Bu sefer tehlike sloganın “Uygarlık” tarafından gelmektedir.
Selçuklu kent kültürünün mahallelere, kasabalara ve köylere ulaşma kabiliyetiyle oluşan bir Türk-İslam kentleşmesinin sosyal varisi olan Ülkücüler, Tanzimat çocukları gibi “batıcı,” cumhuriyetin erken kentleşenleri gibi “çağdaş” olamamışlardır.
İlk şehitlerini 27 Mayıs’ın ürettiği, İslam karşıtı BAAS’çı Sosyalist militanlara karşı veren Ülkücülerin kitleselleşme alanı genellikle Abbasi-Selçuklu damarından beslenen ve dünyaya Sünni medrese kültürüyle bakan Anadolu kentleri olmuştu. Bu kentlerdeki “çağdaşlaşma” algısı ise sloganın “uygarız” tarafını sekteye uğratacak kadar negatiftir.
Bu ve buna benzer nedenlerle hızlı kentleşmeye ve uygarlık bakımından geçen “iyi zaman“a rağmen Ülkücülerin duruşuyla, fiili uygarlık kriterleri arasındaki mesafe tam olarak kapanmamıştır. Yani “klasik müzik dinleyen!..” sözümü geri alıyorum, klasik müzik dinlemeyi hoş gören, tiyatro bale takip eden, batı klasiklerini okuyan Yunan mitolojisine ve felsefeye bir şans tanıyan, piyano değilse de gitar çalan Ülkücü sayısı yok denecek kadar azdır.
Bunu bir eksiklik olarak görmek yanlış. Elbette “kültürsüzlüğe, Türksüz ve türküsüz uygarlaşmaya” karşıyız; ama bu durumun Taksim’deki fast food eylemcilerle aramıza bir mesafe koyduğunu da görmek zorundayız.
Geçmişte nasıl dini kompleks ve zaaflar yüzünden bir kısım kardeşimizi Adıyaman, dergah vs.yollarında, bir kısmını da Pensilvanya’nın hizmet kapılarında kaybettiysek şimdi de bazı Ülküdaşlarımız, uygarlık kompleksiyle “derin dekolteli bir Milliyetçiliğe” doğru yelken açmış, teşkilatı da yanına çağırmaktadır.
Tehlike bugün “fundamental İslam” taşeronlu bir Amerikan projesi olarak karşımıza çıktığı için eski İslam ve Amerikan karşıtlığının güncel sentezi olan Ulusalcılıkla, vatanın daimi güvenlik teminatı olan Ülkücülük arasında oluşan “ortak düşman algısı” bu yelkene rüzgar basmaktadır.
12 Eylül öncesinde ve sonrasında teşkilatın izni ve bilgisi dışında yapılan ve harekete çok fazla kan kaybettiren Adıyaman yolculukları ile bu savrulma arasında hiç bir fark yoktur. İkisi de teşkilata zarar, davanın temiz mazisine haksızlık, millete zulümdür.
33 yıl arayla, değişen düşmana göre ciheti değişen savrulmalar, Ülkücü Hareketin disiplinine, eylem birliğine zarar veren bireysel zaaflardır. Disiplin, Ülkücünün, düşmanı caydırarak sahadaki mesaisini kolaylaştıran potansiyel gücüdür. Ülkücüleri disiplinsiz göstererek “eski güçleri kalmadı” mesajı vermek isteyen Ulusalcılar da, AKP’liler de bu durumun farkındadır.
AKP’liler gibi disiplini, “iktidar menfaatlerine endekslemek” ise Ülküsüzlüktür.
Netice itibariyle Erdoğan, BBC’nin dediği gibi “Taksim’den bir seçim kampanyası” başlatmıştır. İmralı’da Öcalan’la masaya oturarak milletin bin mil soluna savrulan AKP, Taksim’de polisi lümpen sola hırpalatarak yeniden “Türkî merkeze” yerleşmeye çalışmaktadır.
Taksim’de polise atılan “her kızıl molotof,” ekranlarının başından AKP’ye geri dönen “bin beyaz oy“dur. Ayrıca Başbakan, MHP ile BDP’yi ve molotofçularını aynı karede yakalayıp 1 tane afiş yapabilmek için 2014 ve 2015 seçim bütçelerinin yarısını vermeye hazırdır.
İşte tam da bu nedenle, disiplinsiz atılan bir atom bombası “çatapat“tan farksızdır.