Yrd. Doç. Dr. Fahri Maden
Kastamonu Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü
fahrimaden@kastamonu.edu.tr
Erzurum ve Sivas Kongrelerinde karara bağlanan “Milli sınırlar içerisinde vatan bir bütündür, bölünemez.” ilkesi Misak-ı Milli’nin de ruhunu oluşturmuştu. 28 Ocak 1920’de Osmanlı Mebusan Meclisi’nde gizli oturumda kabul edilen Misak-ı Milli kararları ne idi ve hangi sınırları kapsıyordu? Özellikle son dönemde Suriye ile Türkiye’nin savaşla burun buruna geldiği sırada gündeme gelen –gerçi her vesile ile demek daha doğru bir ifadedir- milli sınırlar meselesi kesin olarak kamuoyunca bilinmemektedir. Oysa doksan iki yıl öncesine ait meclis zabıtları açılıp Misak-ı Milli kararları okunsa yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulurken hedeflediği milli sınırların nereleri olduğu kolayca anlaşılacaktır. Gerçi bu kararları Osmanlı Meclisi almıştır. Ancak onu hazırlayan ve meclise dikte ettirenler Kurtuluş Savaşı’nı yürüten ve o sınırları kurtarmaya çalışan ekiptir. Ayrıca Misak-ı Milli kutsal bir yemin olarak TBMM’nin de hedefi olmuştur. Bu itibarla o bölünme kabul etmeyen milli sınırların nereleri kapsadığını belirleyebilmemiz öncelikle Misak-ı Milli’nin sınırlarla ilgili olan bölümünü aslından okumamıza bağlıdır.
17 Şubat 1920’de dünya kamuoyuna bildirilen Misak-ı Milli kararlarında Birinci Dünya savaşını sona erdiren Mondros Antlaşması imzalandığı tarihte (30 Ekim 1918) düşmanlar tarafından işgal edilmemiş olan ve Osmanlı-İslam çoğunluğuna sahip yerler “hiçbir sebeple tefrik kabul etmez bir küldür” deniliyordu. Birinci Dünya savaşı sonunda işgal altına düşen yerlerin kaderine ise oralarda yaşayan halk karar verecekti. Bunun dışında Kars, Ardahan, Batum ve Batı Trakya’nın “ana vatana” katılıp katılmaması halk oylamasıyla belirlenecekti. Boğazlar ve İstanbul her türlü tehlikeden uzak tutulduğu takdirde dünya ticaretine ve ulaşımına açılacaktı. İşte Misak-ı Milli’nin çizdiği milli sınırlar buydu. Osmanlı’nın devamı veya kurulacak yeni devletin payidar olması bu sınırlara bağlanmıştı. Daha açığı Birinci Dünya savaşı sonunda işgal edilmemiş yerler Türk devletinin milli sınırları içerisindeydi, işgale uğrayan Arap memleketleri ve bazı özel bölgeler isterlerse bu bütünlüğe katılabilirlerdi. Aslında gayet açık olan bu ifadeler Misak-ı Milli belirli bir sınır çizmiyor şeklinde değerlendirilmiştir. Halbuki söylenilen şey basittir: Arap memleketleri dışında kalan Osmanlı toprakları bir bütündür, parçalanamaz.
Milli Mücadele bir ülkü ve hedef haline getirdiği Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek için yola çıkmıştı. Gerçi ortada bir Sevr tasarısı vardı ve Anadolu’daki Türk-İslam hakimiyetini ve varlığını Orta Anadolu’dan ibaret bırakıyordu. Mücadelenin çok çetin şartlarda yapıldığı görülmekteydi. Bu durumda ne kurtarılırsa kardı. Bu itibarla Milli Mücadele’nin Lozan sınırları ile sonuçlanması nihayetinde bir “hezimet” olarak değerlendirilmemelidir. Keza cumhuriyeti kuran irade birinci meclisi Lozan’ı onaylamama sinyalleri verdiği için ortadan kaldırıp ikinci meclisi getirmişti. Bu durum Lozan ile Türkiye sınırlarının kemale ermediği anlamına geliyordu ve cumhuriyet idaresi de bunun farkındaydı. Bu Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri sınırlar tartışmasının bitmemesinden, Türkiye’nin muhtelif defalar altı yüz yıllık ve üç kıtadaki hakimiyetinden sonra adeta “hapsedildiği” sınırları aşmaya çalışmasından bellidir. Türkiye hala bu kabuğu kırmaya çalışmaktadır, zira bu kap dar gelmektedir.
Lozan Antlaşması Türkiye’nin sınırları konusunda nihai nokta olamamıştır. Öyle olmuş olsaydı Atatürk muhtelif gelişmelerin ortaya çıkardığı siyasi fırsatları kullanıp Türkiye’nin sınırlarını genişletme, Misak-ı Milli’yi gerçekleştirme uğraşında olmazdı. Örneğin 1936 yılında Möntro Boğazlar sözleşmesi ile Türkiye boğazlar üzerinde mutlak hakimiyetini geri kazanmış, önce bağımsız bir devlet olmasına muvaffak olduğu Hatay’ın 1939’da “ana yurda” katılmasını sağlamıştır. Halbuki Atatürk sonrası devamlı olarak “bizim hiçbir devletin toprağında gözümüz yok”, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”, “Komşularla sıfır sorun” gibi politika ve söylemlerle Atatürk dönemindeki siyasi manevralar devam ettirilmemiş, mesela Oniki Ada meselesi 1947 yılında Yunanistan’a kaptırılmıştır. Oysa Oniki Ada daha önce geçici olarak İtalya’nın idaresine bırakılmış ve yapılan antlaşmaya Türkiye’ye geri verme şartı derç edilmişti.
İlerleyen dönemde özellikle Kıbrıs konusu devamlı surette gündemde kalmış, 1950’ler Kıbrıs tartışmalarıyla Türkiye’nin Adnan Menderes hükümetleri eliyle ada üzerinde garantör ülke olması ve nihayet bu avantajla 1974’de adaya “barış harekatı” düzenlemesini sağlamıştır. Gerçi Türkiye’nin görünürde hedefi Kıbrıs’ın “ana yurda” ilhakı değil Kuzey Kıbrıs’ta bağımsız bir devlet kurma şeklinde tezahür etmiştir. Bu durum Hatay’da olduğu üzere Kıbrıs Türk kesiminin de Türkiye’ye katılması arzusunun olamayacağı anlamına gelmemektedir. Her halükarda Kıbrıs Misak-ı Milli sınırları dahilindedir.
Atatürk sonrası Misak-ı Milli dairesinde Türkiye’nin Lozan’ı tadilden geçirme ve toprak kazanma ülküsü Turgut Özal tarafından açıkça dile getirilmiş, 1991 Körfez savaşında ABD ile müttefik olan Türkiye buna karşılık Musul-Kerkük’ü istemiştir. Bilindiği üzere Özal bu konuyu bir koyup üç kazanmak şeklinde formalize ediyordu. Ancak gerçekleştirme imkanı olamadı.
Son dönemde Suriye ile yaşanan gerginlikler ve savaş tehlikesi Halep’in, Şam’ın milli sınırlar içerisinde olup olmadığını gündeme getirmiştir. En azından Halep’in kuzeyi Birinci Dünya savaşı sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın başında bulunduğu Türk ordusunun çekildiği son noktadır. Eğer milli sınırları Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığında İtilaf devletlerince işgal edilmemiş ve Osmanlı askerinin hakim bulunduğu topraklar olarak ele alınırsa, bu durumda Halep’te Misak-ı Milli dahilindedir. Halep’ten bir hat boyunca uzanan bu sınırlar doğruca Musul-Kerkük’ün güneyin geçer.
Günümüz için bu sınırın bir başka önemi Türkiye’nin topraklarını genişletmesi açısından değil bütünlüğünü koruması bakımından dikkate değerdir. Zira Kuzey Irak olarak ifade edilen bu topraklar Misak-ı Milli’yi değil Sevr’i gerçekleştirme yolundadır. Türkiye eski defterleri açsın demiyoruz, ancak en azından hukukunu ve mevcut sınırlarını muhafaza etmesine ve tarihten gelen mirasına sahip çıkmasının zorunluluğuna işaret etmek istiyoruz.