K A H R A M A N
Ahmet B.KARABACAK
FEDAKÂRLIK ÖRNEĞİ BİR ÖĞRETMEN
HİLMİ SAKARYA
Millî Mücadele kazanılmış, fakat memleket bir harabe ve yoksulluk içinde idi. Tek bir sanayi kuruluşu olmayan, yolları tarihin ilk çağlarından kalmış, okuma yazması kur’an’nın Arapçasını okumakla sınırlı bu ülke nüfusunun yüzde seksenden fazlası köylü idi. Karasabandan daha ileri bir teknolojisi olmayan bu insanlardan Türkiye’nin kalkınma yükünü sırtlaması istendi ve bu yönde bir çalışma yapıldı. Ürettikleri ellerinden yok pahasına alındı. Olur olmaz vergiler salındı, yol parası diye bir kanun çıkarılarak, olmayan paraları istendi. Veremeyecek olanlar yol yapımında çalıştırılmak üzere Türkiye’nin dört bir tarafına gönderildi, çalıştırıldı.
O günlere bakıyoruz, hatıraları okuyoruz. Yıllarca sınır boylarında yokluk içinde savaşan, cephe gerisinde orduya giyecek ve yiyecek temin etmek için gece gündüz, yaz kış didinen ve bundan bıkan milletimiz, yöneticilerin samimi mücadelelerini görünce bu yeni sıkıntılardan şikâyet etmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar. Milliyetçilerin hâkim olduğu hükümetler millete müthiş bir millî şuur aşılıyorlar ve fedakârlıklar edebiyat dünyamıza da etki ediyor, millî edebiyat akımları genişliyor.
Çocukluk yıllarımda okuduğum, sonraları millîyetçi şair ve yazar olduğunu öğrendiğim bir okul öğretmeni olan Halide Nusret Zorlutuna’nın Benim Küçük Dostlarım adlı kitabında öğrencilerini ve yoksul Türkiye’yi çok canlı bir şekilde anlatması çocuk gönlümüzü hüzünle doldurur, ilerde bizler de bu fedakârlıkları yaparız diye düşünürdüm. Milliyetçi ve gerçekten başarılı bir romancı olan Emine Işınsu’ nun da annesi olan Halide Nusret’in diğer yazıları ve şiirleri hep milletimize moral ve fedakârlık aşılamak şeklinde idi.
Komünizm çöktükten birkaç ay sonra, o çöküşü Bulgaristan’da da hazırlayan demokrat gurup içinde yer alan, bu çalışmalarından dolayı diğer demokratlarla beraber Bulgaristan’dan Avusturya’ya sürülen ve benim Millî Hareket adlı dergimi el altından küçük çocuğu ile Türklere ulaştıran tek Türkün oğlu İbrahim’ ve bir grup arkadaşla beraber Bulgaristan’a gittim. Devamlı ve zaman zaman gitmek niyeti ile, komünist ülkelerde yaygın olan 36 m2 lik bir apartman dairesi kiraladım. Birkaç gün sonra, bizim Türkçe konuştuğumuzu duyan yetmiş yaşlarında bir şahıs yanımıza geldi. İki kat aşağımızdaki bir dairede oturuyormuş. Türkçe hoş geldiniz dedikten sonra kendini tanıttı: “Ben bir Osmanlı Ermenisiyim.” Dedi. Epey önce vefat eden babası tüccarmış. Komünizm ilân edilince mallarını ellerinden almışlar. O bir işe girmiş, evlenmiş. Eşi banka emeklisi imiş. Rupen ( adı böyle idi) efendi beni evine davet etti, eşiyle tanıştırdı. Beş yıl süre ile gidip geldiğim Bulgaristan’da bana aynı zamanda gönüllü tercümanlık da yaptı. Eşi de kendisi gibi çok güzel Türkçe konuşuyordu ve okumayı çok sevdiğini söylüyordu. Evindeki büyük bir kütüphanesi söylediklerini doğrular nitelikte idi. Ahbaplığımız ilerleyince eşi, eskiden öğrendiği Türkçe türküleri söyler, Türklerle ilgili hatıralarını anlatırdı. Bir gün; “Çalıkuşu diye bir roman var. Bulgarcaya tercüme edildi. Okudunuz mu?” diye sordu. Okudum, dedim. Sezdirmeden, beni imtihan edercesine “ Orada bir öğretmeni anlatıyordu, unuttum, adı ne idi?” dedi. “Feride” deyince. Evet, öyle idi diye doğruladı.
Milliyetçi ve idealist bir yazar olan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bu romanı yurt dışındaki, Türk olmayan insanları bile böylesine etkiliyordu…
Bu uzun girişi şunun için yaptım: O zor yıllarda milletimize yeni bir ruh, yeni bir heyecan vermek için pek çok yol denenmiş, bu heyecanın en önemli, en fedakâr kişileri öğretmenler olmuştur. Hiç itiraz etmeden, yolsuz, okulsuz, belki de tehlikelerle dolu vatanın her köşesine, erkek kadın demeden koşan bu öğretmenler yeniden vatan olma iddiasında olan Türkiye’nin önemli temel taşlarını döşemişlerdir.
* * *
Genç nesle unutturulmaya çalışılan 1980 öncesi Türkiye’de büyük bir var oluş ya da yok oluş mücadelesi yaşanmıştı. Türk halkı kaba hatlarla iki kampa ayrılmış, Rus ve Çin emperyalizmine bilerek ve bazıları da sosyal adalet hayaliyle bilmeyerek hizmet edenler bir tarafta, bu yok oluş tehlikesine karşı mücadele eden Türk milliyetçileri karşı tarafta idiler. Basiretsiz ve beceriksiz hükümetler, sanki kaderlerine razı olmuş şekilde şaşkın ve suskun bu manzarayı seyrediyorlardı. Alparslan Türkeş liderliğindeki milliyetçiler bu sessizliği canları ve malları pahasına da olsa bozdular. Vatan düşmanlarının önüne dikildiler. Komünistleri ve hayalci Kürtçüleri bozguna uğrattılar. O günlerde, memleketi ayakta tutmak görevinde olan hemen hemen bütün kurumlar ikiye bölünmüş durumda idi. Ordu dışında, polisler, öğretmenler, öğrenciler bürokratlar, basın ve halk sanki aynı vatanın çocukları değilmiş gibi, kıyasıya bir mücadeleye giriştiler. Solcular ve aralarına sızan Kürtçüler TÖB.DER diye bir öğretmenler derneği kurarak okullarda genç, körpe beyinleri bu ihanet cephesine çekmeğe çalışıyorlardı. Bu ihanet şebekelerine karşı ülkücü Türk öğretmenleri bir araya gelerek Ülkücü Öğretmenler Birliği adlı ÜLKÜ-BİR derneğini kurdular. Zaten o günlerde mücadele bütün yurda yayılmış, pek çok milliyetçi öğretmen komünist ve Kürtçüler tarafından şehit edilmişti. ÜLKÜ-BİR bütün tehdit ve saldırılara rağmen Türk çocuklarını bu ihanet şebekesinin tasallutundan yıllarca korumaya çalıştı ve bunda büyük başarılar kazandı…
Biz, İstanbul’da olduğumuz için, merkezi Ankara’da olan bu derneğin ancak İstanbul’daki çalışmalarına elimizden geldiği kadar yardımcı olmağa çalışıyorduk. Bizim yayınevi bu öğretmenlerin toplanma ve haberleşme yerlerinden biri idi. Yakındaki okulların öğretmenleri akşamları gelirler, geç vakitlere kadar konuşur, içlerini dökerler, sıkıntılarını birbirlerine anlatırlardı. Bunlardan, bizim yayınevine aksatmadan hemen her akşam uğrayan bir arkadaşım vardı: HİLMİ SAKARYA. Sessiz, sakin. Az konuşan, çok dinleyen biri idi. Yakında bir ilkokulda çalışıyordu. Gelir, okuldaki komünist ve Kürtçü öğretmenlerin çalışmalarını anlatır, kısa cümlelerle neler yapılması gerektiğini arkadaşlarına tavsiye ederdi. Anlattıkları mantıklı ve gerçekçi fikirler olurdu. Hilmi Sakarya kendini çok iyi yetiştirmiş bir kültür adamı idi. Çok okur, okudukları, bakardım, hep kıymetli klasik eserler olurdu. Tarihimize, Türklüğe âşık biri idi. Tarihimizdeki yanlışlıkları ve ihanetleri hiç çekinmeden tek tek anlatır, kıyasıya tenkit ederdi. Duruşu ve davranışı iddiasız gibi görünse de, zaman zaman yaptığı çıkışlar her göreve hazır olduğunu belli ediyordu.
O günlerde komünistler ve Kürtçüler, hükümetin acizliğinden ve memleketin bölünmüş gibi olmasından yararlanarak, milliyetçilerin üzerine yükleniyorlar, partili partisiz ayırt etmeden, milliyetçi olarak adını duyduklarını, fırsatını bulunca şehit ediyorlardı. O yıllarda binlerce genç-yaşlı milliyetçi şehit edildi, yaralandı, evleri ve iş yerleri kundaklandı, basıldı…
İki yılda bir olan ÜLKÜ-BİR kongresinde yeni bir başkan seçilecekti. Tam hatırlamıyorum; eski başkan ya bir başka yere tayin olmuş veya yorulduğunu söylemiş. Tehlikeli günlerde böyle bir derneğe başkan olmak istenmediğini hisseden Hilmi “Ben kabul ederim” demiş. Yönetiminde profesörlerin de olduğu bu derneğin başkanlığını hakkıyla yaptığını, bütün arkadaşlarının takdirini ve saygısını kazandığını yakından biliyorum.
Böyle bir derneğin, İstanbul gibi netameli ve tehlikelerle dolu şehrinde başkan olup hedef olan Hilmi, o gün, hemen her akşam olduğu gibi bizim yayınevine gelmişti. Diğer gelen dostlarımızla sohbet edip, dertleşmiştik. Bir süre sonra, o hiç yanından ayırmadığı, içinde belki öğrencilerinin ödevleri, belki okuduğu kitaplar olan siyah çantasını aldı ve bizimle sessizce vedalaşarak evine gitmek için çıktı. Geç vakit öğreniyoruz: Evinin yakınında pusu kuran hainler etrafını çevirerek önce yere yatırmışlar ve Hilmi’yi kurşunlayarak şehit edip kaçmışlar… Rahmetli Hilmi’nin ne katilleri bulunabildi ne de çok yakınlarının dışında arayıp soranı. Bir teselli olur mu bilmiyorum, pek de emin değilim, büyük bir kalabalıkla ebediyete uğurladık. Hepsi bu kadar…
Rahmetli Hilmi Sakarya’nın iki çocuğu vardı. Eşi sadık biri olarak ne evlendi, ne de yoksulluk ve çaresizliğinden şikâyet etti. Millî mücadelenin şehitlerinin muhterem, eli öpülesi hanımları gibi çocuklarına sahip çıktı ve okuttu, yetiştirdi…
Hilmi Sakarya örnek bir öğretmen, örnek bir Türk milliyetçisi idi. Allahın rahmeti, bereketi onun üzerine olsun…
……………………………………………………………………………………
Rupen Efendi’den öğrendiğim, onun da Bulgaristan Türklerinde öğrendiği bir atasözü: (Hayalle pilâv pişse, deniz kadar yağ benden.) Bazı konularda hayal kuranlara Rupen Efendi’den çok beğendiğim bir öğüt.