Ali BADEMCİ
Velhasıl şu sarı saçlardan başladık da, sonunu bulmak mümkün değil! Kim ne derse desin, tarih de coğrafya da, dinler de milliyetler de bir gerçek! Böyle gelmiş böyle gidecek, aşk gibi, türküler ve şarkılar gibi! Bu gece yine ay doğacak; şavkı pencere veya bacadan vuracak! Fakat yarın yine güneş çıkacak ve dünyayı kasıp kavuracak da, kaç ay sonra yine karlarla kaplanacağız?
SARI SAÇLAR
Ömür dediğiniz nedir ki, göz açıp kapayıncaya kadar bitiveriyor! En güzel ve en sağlam aşk, üniversiteden önceki aşktır! Anlayacağınız işin içine ilim girince sarı saçlar birden siyah, siyahlar sarı, bazen de kızıl olabiliyor! Biliyor musunuz edebiyat çok geniş ve büyük bir ilim dalı; bazen tarihe, bazen sosyolojiye, her zaman coğrafyaya takılıp kalıyor! Lâkin edebiyat öyle değil; adeta insandan ayırmak mümkün değil! Gerçekten “Gönül” kelimesi Türkçe’den başka lisanda yok; üstelik ne böyle bir organımız, ne de ölçüsünü veremeyeceğimiz kadar karşısında aciz durumdayız! Demek ki muhayyel sevdalarımızın yine muhayyel mekânı!
Güzel yazı yazmak, güzel konuşmak, konuşup yazarken kelimeleri özenle seçmek acaba edebiyatın kendisi değil mi? “Hiciv” elbette edebî bir san’at; lâkin karikatür, folklor, mûsıkî hep edebiyattan nemalanmıyor mu? İnsanın yaşaması için hava ve su gerekli; fakat “stres”edebiyat zevksizliğinden oluşmuyor mu? Hekimler her çaresiz derde “stres” diyor da; edebiyat bir “aşk”ın stres yaptığını yüzümüze vurmuyor ! Herşey gibi “aşk” da kolay unutuluyor; acaba kerameti buradan mı geliyor? Fakat hepsinden öte bütün canlılara ait olan “aşk” olgusu biraz da para ile ilgili değil mi? Parası olmayan adamın aşkının da mutlu sonu olmaz! Anlaşılıyor ki o muhteşem duygu da para ile ilgili olduğu için çok güvenilir değil! Günümüzde aşkların çoğu ayrılmakla bitiyor!
Şu şarkılar ve Türküler boşuna hüzün saçıyor; çok tesirli olsaydı güfteciler de besteciler de verem olurdu! Böyle vak’a var mıdır, yok mudur bilmiyoruz ama; eğer yoksa o adamlar da boşuna yorulmuşlar! Halk Türküleri var; gerçekten insanın içini yakar; “Eli elime değdi hem ben yandım hem kendi” diyor da, acaba eller nasıl yanar? Rahmetli Abdurrahim Karakoç “sarı saçları nasıl deli gönlüne bağlamış”; fakat “lambada titreyen alev nasıl üşür”; anlamak mümkün mü? Bu bazen sert, bazen acımasız, bazen mantıksız duygular gerçekten edebiyat mı?
Bir kasnağa gerilmiş kuzu derisi, bir dut dalına yerleştirilmiş ince teller nasıl olur da insan gibi konuşur? Mûsıkî neden yürekleri hoplatır? Zurna eşliğinde davulun insan el ve ayaklarına komut vermesi de zor anlaşır bir iş! “Bir ay doğar ilk akşamdan geceden, şavkı vurmuş pencereden bacadan!” Hadi gel de düşünme! Gel çık bakalım işin işinden! Bazen musiki dizeleri mantık da tanımaz; “manda yuva yapmış, söğüt dalına!” Hoppala ne demek bu? En iyisi insan kendini yaratmalı, kendi içini yine kendisi doldurmalı, işte o zaman mantıklı veya mantıksız aşkların farkına varırız!
Küçük yaşlarda hep merak ederdik; Tanrı bu kadar canlıyı nasıl idare ediyor diye! Hele dinlere göre günah defterlerini tutmak, insanlara sicil çıkarmak ne kadar zahmetli bir iş! Halbuki bugün bir bilgisayar düğmesi bunu gerçekleştirebiliyor, hiç de zor değilmiş! İlk insanlar nasıldı; filmlere bakarsanız proto insan evcil olmayan hayvan gibi! Taş devirleri doğru mu, âileler nasıl uluslara dönüştü, diller nasıl ortaya çıktı? Hepsinden ötede insan toplulukları neden biri-birine düşman kesildiler de devletler ortaya çıktı? Tarihçiler işin kolayını bulmuş, çaresiz derde “stres” diyen doktorlar gibi onlar da kimi zaman kuraklık, kimi zaman göçebelik dolayısiyle otlak kıtlığı, insan topluluklarını gruplandırmış! Yahu bunun için koca “Çin Seddi” yapılr mı? Netice itibariyle ilk anamız ve babamız “Havva” ile “Adem” değil mi? Acaba ilk ana ve babamız birbirine aşık mıydı? Eğer aşıksa bizim şu edebiyatta çok ihtiyarlamış demektir!
Bir taraftan “stres kötüdür” diyerek düşünmeyi yasaklıyoruz, diğer taraftan insanlararası problemleri çözmek için “düşünelim” diyoruz; acaba hangisi doğru? Düşünmek iyi bir şey değilse, dinler iflâs etmiştir, batıda yaşanmış skolastik çağı da izah edemeyiz! Ya felsefe onu nereye koyacağız; şark kültüründe felsefe bir gerçek ve her ilmin üzerindedir! “Stressizlik” her şeye boş vermek değil mi? O zaman tarih de hapı yutuyor; çünkü tarih felsefedir, sosyolojidir! Coğrafya da sosyoloji değil mi, onu nereye koymak gerekecek! Etnoloji tamamen bir coğrafya şubesi, insan gelişimlerini kimden öğreneceğiz?
Velhasıl şu sarı saçlardan başladık da, sonunu bulmak mümkün değil! Kim ne derse desin, tarih de coğrafya da, dinler de milliyetler de bir gerçek! Böyle gelmiş böyle gidecek, aşk gibi, türküler ve şarkılar gibi! Bu gece yine ay doğacak; şavkı pencere veya bacadan vuracak! Fakat yarın yine güneş çıkacak ve dünyayı kasıp kavuracak da, kaç ay sonra yine karlarla kaplanacağız?
Hoşçakalın.