Dr. A.Yılmaz Soyyer
8-10 sene kadar önce Muhafazakar Düşünce isimli bir akademik dergi benden yazı istedi. Çok sık yazı yazabilen bir olmadığımdan biraz düşünmek için hemen cevap vermedim. Ertesi gün e-postama tekrar bakmamla dikkatimin bir anda derginin ismiyle yoğunlaşması bir oldu. Muhafazakar Düşünce… Bir an durup kendime sordum; ben muhafazakâr mıyım? Muhafazakar, muhafazakar-milliyetçi, muhafazakar-Kemalist gibi kavramlar zihnimde uçuşmaya başladı. Biraz yoğunlaştığımda muhafazakarlığın benim kavram dünyamda geniş bir yelpaze biçiminde yer bulamadığını gözlemledim. Batılı mânâda muhafazakarlık ki bu garplı bir kavramdır, benim dünyâmda çok da etkin değildir.
Pek çok insan din kavramıyla muhafazakarlığı özdeş olarak ele almaktadırlar. Dilimize Fransızcadan 19. Yüzyılda geçen muhafazakarlık (conservatisme) kullanılmazken de Türkler bin yıldır Müslümandılar, ondan önce Kök Tengri’ye inanmaktaydılar. Hatta bir kısmı Budist ve Hristiyan da olmuşlardı. Meseleye böyle bakınca muhafazakarlığın dini bir vaziyet alış biçiminde sosyolojik bir kavram olduğu dinin bünyesinde yer almadığı açıkça görülecektir. Bu çerçevede dinin bünyesinde yer almış bazı kavram, algı ve anlayışlara dahî îtiraz eden bir ilahiyatçı olduğumdan kendimi muhafazakârdan ziyâde bir devrimci, bir yeniden anlamaya açık insan olarak gördüğüm kesindir. Yalnız devrim ve devrimcilik kavramının üzerinde durmak gereklidir. Klasik Marksizm’de olmamakla beraber eylemci komünizmde “evrimcilik”ten ödünç alınan sürekli evrim benzeri sürekli devrim mefhumu 68 kuşağı denilen devrimci Türk solunun ana düşünce noktalarından biriydi. Nasıl ki evrenin ve insanın oluşumunda sürekli ve kesintisiz bir evrim varsa toplumsal gelişmede de kesintisiz bir devrim vardır ve olmalıdır anlayışı muhafazakarlığın tam karşıtı bir durum ortaya koymaktadır. Bu bağlamda her yeni icad, oluşum, kuruluş vesair durum sürekli devrimin bir gerekliliği olarak reddedilmemelidir. “Reddedilse de bu zaten olacaktır” anlayışı özellikle gençleri çok etkilemişti.
Sürekli devrim taraftarları ilk bakışta haklı görünseler de sürekli evrim denilen gerçekliğin evrende milyar insanda milyonlarla ifade edilecek yıllar boyunca ortaya çıktığı, değişikliklerin milyonlarca yıl zarfında görünür hale geldiği unutulmamalıdır. Hal böyle olunca da insanî bir organın işlevsiz hâle geldiği için kaybolması ya da gerekli olduğundan dolayı gelişmesi milyonlarca sene içerisinde varlık sahasına geçer.
Evrim antroplojisi ve kültürel antropoloji ortak özellikler göstermekle beraber derin ayrılıklar da gösterirler. Burada kast ettiğimiz husus kültürel antropolojinin verileriyle ortaya konulabilecek bir durumdur. Bu da insanın alet yapma, kültür üretme süreciyle doğrudan ilintilidir. Tarımın keşfi, tekerleğin icadı, savaş aletlerinin gelişmesi, barınma mekanlarının gelişmesi son 10 bin senenin son 2-3 bin senesinde hızlı bir ivme kazanmış, en nihâî 150 sene içindeyse korkunç bir farklılaşmaya uğramıştır. İnsanlık tarihinde kerpiç evlerde yaşama en az bir 3-5 bin sene devam etmiştir. Bu dönemlerde değişme, devrim ve muhafazakarlık kavramlarının ortaya çıkması düşünülemez. Aynı biçimde çok tanrılı basit din anlayışlarından derin felsefî alt yapılara sahip İbrahimî dinler geleneğine ulaşan dinlerin yerleşmesi de birkaç bin sene sürmüştür. İşte bu bağlamda muhafazakarlık veya değişimcilik denilen anlayışların gelişmesi ise Ortaçağ İslam-Yahudi ve Hristiyan felsefesinin yapılmaya başlanmasıyla oluşmuştur. Bu dönemlerde devrimcilere verilen isimler sosyolojik değil dinîdir. Bu tür yeniliklerle ortaya çıkanlar, kâfir, mülhid, zındık, rafızî, mutezlî gibi kavramlardan mülhemdir.
Batı’dan devşirdiğimiz kavramların önemli bir kısmı onların kendi gerçekliklerinin mefhumlarıdır. Onların meseleleri çerçevesinde kendileri tarafından üretilmişlerdir. Bizim gerçekliklerimiz 19.yüzyıla kadar çok farklıydı ve muhafazakarlık da bir özeni ve oryantalist bir değerlendirme olarak kullanılmaya başlandı. Muhafazakâr kelimesinin Türkçe tercümesi olan “tutucu” ise biraz hakaret de içeren bir kelimedir. Lâkin mütededeyyin bir kasabalı hanımın kendisinden bahsederken “biz tutucuyuz” dediğine bizzat şahidimdir. Bu onu “biz dindarız” mânâsında kullanmakta ama kendisne “modern kişilerin(!)” dayattığı tutucu kelimesini kullanmaktadır.
Bu minvâl üzere “milliyetçilik” gibi benim mensup bulunduğum çevreye verilen bizlerin de zevkle kabullendiği isimlendirmeye de çok sıcak bakanlardan değilim. Bu hususta millî kelimesini kullanmayı tercih ederim. Fakat doğal çevremde milliyetçilik lafzı artık benimsenip bir mensubiyet tesmiyesi haline geldiği için yanlış saysam da kullanmaktayım. Bunun gibi muhafazakarlık da benimsemediğim, sevmediğim, içime sindiremediğim bir kavramdır. Din konusunda muhafazakar değilim ama Kur’an’a inanan biri olarak kutsal kitabımızı aynen muhafaza edilmesinden de yanayım. Bu da muhafazakarlığın sınırları meselesini önümüze getirmektedir. Bunun gibi, dilde, ailede, kültürde, sanatta değişime açık olduğum çok husus varken muhafaza etmeye çalıştığım konularımın da olduğunun farkındayım.
Son söyleyiş olarak söylemeliyiz ki, Garptan gelen mefhumları kullanırken çok iyi düşünmemiz, içeriğini yeniden oluşturmamız ya da bizdeki karşılığını üretmemizin gerekli olduğunu bilmeliyiz.