Kenan Eroğlu
Bizim insanımız, karşısındakine, acaba yalan mı söylüyor-doğru mu söylüyor diye su-i zanda bulunmaktan utanır. Böyle bir şeyi aklına bile getirmezdi.
İslam’la müşerref olduktan ve İslamiyet gönüllere girmeye başladığından itibaren; “Allah bir” dediler inandık.
“Muhammed onun resulüdür” dediler tasdik ettik.
“Peygamber miraçta Allah’la görüşmüş dediler”, “O diyorsa şüphesiz doğrudur” dedik.
Biz onu çok sevdik.
Bizimkisi, hikâyelerde, masallarda anlatıldığı gibi görmeden, kulaktan âşık olmak gibiydi.
Adı her geçtiğinde sağ elimiz otomatik olarak kalbimizin üstüne gider, adı görklü Peygamberi içimiz titreyerek anarız.
Çocuklarımıza “Adıgüzel” dememiz bundandır.
Onlara mahcubiyetle “Mehmet” adını koyarız. Cepheye giden çocuklarımıza da “Mehmetçik” deriz.
Her işte evvela “Allah” adını anmanın vacip olduğuna inanırız.
Biz ona âşığız. Her nefeste onun anarız. Her daim “ah” etmemiz bundandır. “Ah”, Allah lafzının ilk ve son harfidir. Minarelerimiz “elif”, kubbeler “h”. Ardına çil çil kubbeler serpen âşıklar ordusu “âh”ın anlamını bilirdi.
“Âşıkların işi heman her gün âh imiş
Her bir nefes ki âh ile geçmez günâh imiş.”
Burada tasvir edilen insanlar,
O iyi insanlara ne oldu.
O dürüst, faziletli, ahlaklı insanlar nereye gittiler.
Sokakta çocuklar kavga etti diye kendi çocuğunu döven-cezalandıran bir mantık-medeniyetten gelen bu insanlar nereye gitti.
Yine; Sokakta Rum-Ermeni veya Yahudi bir çocukla kavga eden çocuğunu cezalandırıp, diğer çocuğa hiçbir şey demeyen bir düşünce yapısı ancak bizim medeniyetimizde vardı.
Bu hoş görü ve affedici yaklaşım belki de sadece bize mahsustur. Medeniyetimizin temellerini buralarda aramak gerekir.
Osman Gazi’ye pazarda vergi alınması tavsiye edildiğinde o sorar “Kitapta yeri var mı?” diye. Eğer o konulan verginin kitapta (Kur’an-ı Kerim) yeri yoksa konulmasına razı olmamaktadır.
Osman Gazi’ye göre işler “Kitabın kavlince” olmalıdır.
Günümüzde de bütün işlerimiz “Kitabın kavlince” olmalıdır.
Kul hakkından sakınırız. Teraziyi tarttıktan sonra hak geçmesin diye bir miktar daha ilave etmemiz bundandı.
………
Osmanlı’da; Hattat ayağını hat yazdığı kâğıda doğru uzatıp oturmaz, yatmazdı. Çünkü o kâğıda beklide “Lafz-ı Celil” yazılacaktı.
Hat yazdığı mürekkep bulaşmış eliyle tuvalete gitmezdi.
Hattat adını, yazdığı-yaptığı levhanın en görünmez yerine yazar, adından önce “Abdullah” veya “Fakir” gibi sıfatlar kullanırdı.
Tekbiri Itri gibi söylemekten; ezanı, Kuran’ı İstanbul tarzında dinlemekten zevk alınırdı.
Ayağını kıbleye doğru uzatmamak.
Kuran’ı belden aşağıda tutmamak.
Nimete hürmet etmek.
Sofradaki ekmek kırıntılarını parmağıyla tek tek toplamak. Günlük adettendi.
……..
Osmanlı icadı olan, “Hilye-i Şerif” evlere asılırdı.
Bu sayede Peygamberimizin o eve temsili olarak misafir geldiğini ifade ederdi.
Elde güzel çoktur aldanmamak gerek. Evdeki güzelin kadrini bilmek gerek diye düşünülür, öyle tavsiye edilirdi.
“Kağızman’dan ısmarladım nar gele
Gümüş kemer ince bele dar gele”
Derken bile nazik bir mahcubiyetle “yüklü” (hamile) olduğunu ifade eden bir anlayış.
Her geleni Hızır bilmek, “Tanrı misafiri” parolasını söyleyen herkese kapıları açmak. Gecede gündüzde, ete kemiğe bürünüp misafir suretinde görüneni aziz bilmek.
Şov yapmamak, gösterişten kaçınmak. Havayı solur gibi içten yaşamak.
Teheccüd Namazına kalktığını türkülerde gizlemek:
“Kalenin ardındayım
Saatin dördündeyim
Eller tatlı uykuda
Ben senin derdindeyim”
deyip inlemek.
……
Osmanlı’da Muhyiddin Kafiyeci gibi; (Ö: 1474) “Zeydün Kaimun” (Zeyd Ayaktadır) önermesinin tahliline dair yorumlarda dil, varlık ve bilgi felsefesi iç içe yüzonüç (113) çeşitli yorum getiren insanlar vardı.
“Canından çok sevmedikçe gerçekten sevmiş olmazsın” diyen Peygamber sözünü hayatının ilkesi yapmak. Yurdunu, milletini özünden çok sevmek. Gerektiğinde cephede can vermek. Can verme sırrına ermek.
Herat’tan Bosna’ya kadar bu topraklardaki medeniyet hamlesinin faili Türk’tür, bu medeniyetin dili Türkçedir.
Viyana kapılarına kadar giden âşıklar ordusu, yoldaşlarına soyunu sopunu sormadı. Hepsi el birliği ile Türk üslûbunu inşa etti. Onların çocukları, bu büyük hikâyeyi sahiplendi. Malazgirt’ten Çanakkale’ye devam eden aynı hikâye. Öznesi Türk, dili Türkçe.
……..
Yine Osmanlı’da;
Herkesin devlete bir can borcu olduğuna inanır ve bu borcunu şu ya da bu şekilde ödemekten çekinmezlerdi.
Hiç kimse devlet için şu ya da bu şekilde canını vermekten dolayı yeise kapılmazlardı.
Bu durum herhangi bir köydeki bir köylü ile devletin başındaki padişah için de aynı idi.
Bu insanlardaki duygu nasıl bir duygudur, terbiyedir, anlayıştır ki; kapıdaki köpeklerin yalını, ahırdaki ineklerin yemini vermeden kendi yemeğini yemeyen insan.
Evet; Herkesin köylü-cahil gördüğü bu insanlar nerede nasıl yetişti, kim yetiştirdi.
Fikri bakımdan hangi kaynaktan besleniyorlardı da böylesine dürüst, böyle düşünen böyle düşüncelerle böyle bir atmosferde yoğrulan o eski insanlar nasıl bir eğitim almışlardı ki dürüst ve ahlaklı oluyorlardı.
O iyi inanlar gittiler veya köşelere kenarlara çekildiler.
Meydan; bu kırık dökük bizlere kaldı.
………..……….
Not: Bu yazının hazırlanmasında Prof. Dr. Cemal Kurnaz hocanın “TÜRK OLMAK” yazısından faydalanılmıştır.