“Başkalarının Kusurunu Örtmede Gece Gibi Ol (Mevlana)”
(Ya da Benim Yazma Düsturum.)
Kenan EROĞLU
Şu an üzerinde yaşadığımız ve ebediyete kadar yaşayacağına inandığımız “Türkiye Cumhuriyeti” adında bir devletimiz var.
Bu devletimiz Anadolu toprakları üzerinde kurulmuş ve 780 bin km2 bir alanda olmasına rağmen bizim milletimizin sınırları Adriyatik denizinden başlayarak Çin denizine kadar uzar gider. Nerde bir Türk varsa orası resmi sınırlarımız içinde olmasa da bizim milli sınırlarımız dâhilinde sayılır.
Bu devletimizin ve milletimizin dün olduğu gibi bu gün de hükümetleri, yöneticileri, memurları işçileri, askerleri ve halkı var.
Devletimizi halkından, askerinden, memurundan, köylüsünden, yaşlısından ve gencinden ayırmamız mümkün mü? Elbette mümkün değil.
Halkımızı, askerimizi, memurumuzu, gencimizi, ihtiyarımızı da devletimizden ayırmamız, ayrı düşünmemiz mümkün müdür? Ne mümkün.
Devletler halkı ile milletler de devletleri ile kaimdir. O halde bu iki yapı bizim temel taşımızdır. Ebediyete kadar da öyle olmaya devam edecektir.
Geçmişte ya da günümüzde, dün ya da bu gün devletimizin idaresine koşulmuş bulunan herkes ister Sultan olsun, ister Padişah olsun, ister Başbakan, ister bakan, ister asker, ister memur olsun, her biri bizim devletimizin idarecileridir çalışanlarıdır. Bizimdir.
Geçmişte ya da günümüzde, dün ya da bu gün bu büyük devletimizin, ister Türk, ister başka bir etnisiteden olsun. İster hangi boydan hangi soydan olursa olsun. İster kuzeyde yaşasın, ister güneyde yaşasın, ister bu günkü sınırlarımız içinde olsun, ister bu günkü sınırlarımız dışında kalmış olsun tamamı bizim milletimizdir, milletimizin bir parçasıdır diyebilir miyiz?
Elbette diyebiliriz. Onlar da bizimdir.
……..
Bu açıdan bakıldığı takdirde görülür ki;
Madem belirttiğim gibi inanıyor ve fikir taşıyoruz. O halde; Günümüzde yaşanan olaylara bakış açımız da yukarıdaki görüşler doğrultusunda olması gerekmez mi?
Elbet gerekir.
Neye inanıyorsak ona göre görüş belirtmek bizim temel prensibimizdir.
Bu yüzden şahsen hiçbir siyasi parti ile ne fiili ne de resmi bir ilgim olmadığı için; hiçbir siyasi parti aleyhine ya da lehine direkt bir tenkid veya övgüde bulunmuyorum. Aksine toplumsal konular üzerinden partilerimizi bazen tenkide tabi tutuyorum. Bu eleştiriler ne yıkıcı, ne hakaret edici ne de karşıda bulunanları aşağılayıcı tenkidler değildir.
Aksine; Şu parti lideri şunu dedi, bu parti lideri bunu dedi, öteki lider dün şunları söylüyordu, yarın bunları söyleyecek şeklindeki yorumlara ve niyet okumalara ise pek itibar etmiyorum.
Durum böyle olduğu halde;
Bazen, benim için; “neden filan partiyi eleştirmiyorsun? Neden falan partinin aleyhine hiçbir şey yazmıyorsun?
İktidarın yanlış icraatları hakkında neden bir şeyler söylemiyorsun?
Adam Milliyetçiliği ayaklar altına aldım dediği halde, neden bir cümle ile tenkid etmiyorsun?”
Gibi cümleler kuruluyor.
Şimdi;
Bu gibi eleştirileri elbette ben de görüyorum. Beni eleştirenlere şöyle bir baktığımda ise; genellikle kendi siyasi görüşleri doğrultusunda rakiplerine eleştiri getirmiyorum diye bana kızıyor olduklarını da görüyorum.
Ben genel olarak şu parti ya da öteki parti penceresinden bakarak siyasetçileri eleştirmiyor, insanlara ve icraatlara yazılar yazmıyorum eleştiride bulunmuyorum.
Tamamen milli endişelerle bazı tespitler yaptığım gibi yine tamamen milli endişelerle bizim okumuş(!) takımının, olaylara batı penceresinden ve sol pencereden bakanların siyasi insiyaklarla yaklaşımlarını, çelişkilerini ve bakışlarını eleştiriye tabi tutuyorum.
Türk milletinin milli değerlerini savunan ve bunu hayatının gayesi haline getiren ilim ve fikir adamlarımızın ortak tesbiti; “okumuş insanımızdaki bozulma ve çözülmedir” Bu durum karşısında benim elbette eleştiri oklarım bu gibi milli değer ve endişelerden yoksun yarı okumuş (ya da kendini öyle sanan) aydınlarımıza yönelecektir. (Sağcı, solcu, ülkücü fark etmiyor)
Nitekim öyle yapıyorum.
Sabri Ülgener hoca bu konuları derinlemesine incelemiş, işlemiş ve “aydın=genellikle muhalefet görevini yüklenmiş” diyerek aslında aydınımıza eleştiri getirmekte ve ironi yapmaktadır.
Bu gün bu durum sadece sol aydınlarda gelişen ve oluşan bir durum olmayıp Türkiye’de ne kadar mürekkep yalamış sayılan (veya kendilerini mürekkep yalamış sayan) Sağcı, İslamcı, Ülkücü, Dinci vs. varsa onları da kapsamaktadır. Bunların her biri her zaman ve daima sanki muhalefet görevi yüklenmişlerdir.
Her hangi bir zamanda ve her hangi bir yerinden bir iki kitap okuyan ve okuduğunu anlamaktan, yorumlamaktan aciz bu okumuşlar elbette Türk Milleti ile de aynı dili konuşmuyorlar. Dolayısı ile halkımız; bu, maymun gibi batıyı, doğuyu veya şurayı burayı taklit edenlerin peşinden gitmediği gibi onların siyasi oluşumlarına da destek vermemektedir.
İçinden çıktığı halkını aşağılayan, hor gören, onlara geri, sürü, koyun muamelesi yapan bir insan ister solcu, ister sağcı, ister İslamcı, İster Ülkücü olsun vatandaşın vurduğu tokatla her seçim karşılaştıkları halde, bu durumu da asla kabullenmek yoluna gitmiyorlar.
Hayatları boyu halkın temayülleri üzerinde hesap yapanlar, bu temayülün sebep ve saiklerini anlamak yerine, bu temayülleri nasıl kendi lehlerine çevirme çabası içine girmektedirler. Bunun hesabını yapmaktadırlar.
Millete kızmak yerine milleti anlamaya çalışmak belki en akıllıca yoldur. Fakat bu yola girenleri de pek görme imkânımız maalesef yok gibi.
Fakat görüyoruz ki; kendisini Milliyetçi-Ülkücü, İslamcı vs gibi gören pek çok insan, rakipleri konusunda, kaynağı bilinmeyen yalan haber, resim ve videolarla yine rakiplerini yıpratma, alt etme yollarına tevessül etmekten geri kalmıyorlar.
Benim bu gibi yollara tevessül etmem asla mümkün değil. En büyük rakibim olarak gördüğüm siyasal bir parti veya bir fikri oluşum aleyhine olabilecek ama masa başında üretilmiş ve esası yalana dayanan bir propaganda malzemesini dahi asla kullanmam. Hatta sosyal medyada “beğeni” butonuna da asla basmam.
Yalan dolan ile iftira ve karalama ile ileriye dönük müphem ifadelerle insanlarda tereddütler uyandıracak yorumlamalarla bir yere varma imkânı asla yoktur.
İnsanları bir süre kandırıp etkileyebilirsiniz. Fakat aynı yalanla insanları uzun süre etkileme imkânı yoktur.
Dürüstlükten, doğruluktan ayrılmamak lazımdır.
…..
Herkes kendi penceresinden bakar. Siz bakar (pek çok kimse gibi) çirkinlikleri, kötülükleri, yanlışları, bozuk tarafları görürsünüz.
Ben bakarım; Güzellikleri, düzenlilikleri, işin güzel tarafını, ya da güzel olma ihtimalini görürüm. Çirkinlikleri, eksiklerimizi ve yanlışlarımızı devletimizin ve milletimizin düşmanları zaten hep görüyor ve görmekle de kalmayıp o gördüklerini abartarak, büyüterek, ekleyerek olduğundan fazla topluma duyuruyor ve aktarıyorlar.
Ben o Türklük düşmanları ile aynı kefeye girip, onlar gibi ülkeme ve milletime bakamam. Bu benim inançlarıma yakışmaz.
Beni etkileyen ve yazılarıma düstur olarak aldığım temel şudur:
Rivayet odur ki;
“Sıcak bir gün Peygamberimiz ve Ashaptan bir gurup otururlarken serinlemek amacıyla şehir dışında bulunan bir hurmalığa gitmek isterler.
Yolda giderken, Ashaptan bazıları burunlarını tutarken bazıları da adımlarını hızlandırırlar. Çünkü etraftan bir koku gelmektedir. Fakat Peygamberimiz kokunun geldiği tarafa yönelir. Görürler ki orada bir köpek leşi vardır.
Peygamberimiz leşe bakar ve “ne kadar temiz dişleri var” der”
Yüce Peygamberimiz o çirkinlikler içinde bir güzellik görmüştür.
Bir Müslüman’ın tavrı da bu olmalıdır.
Hayata bakıp, çirkinlikleri ve yanlışları görmek ve onları sürekli eleştirmek yerine güzellikleri görmek Müslüman’ın şiarı olmalıdır.
Ayeti Kerime de; “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; Çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, bir birinizin gıybetini yapmayın; Her hangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bak bundan tiksindiniz! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri çokça kabul etmektedir. Rahmeti sonsuzdur.”(Hucurat suresi 12. Ayet)
Dediği halde;
Neden çirkinlikleri, yanlışları, çarpıklıkları, eksikleri, hataları, yanılmaları, aldanmaları, yanılsamaları, tercihleri, tavırları, hal ve gidişatı didik didik edip kendimizi üst perdede görüyoruz ki.
Durum bu olunca, benim neden genel olarak sağımızdakileri esaslı bir şekilde eleştiriye tabi tutmadığım biraz anlaşılmış olur sanırım.
Yine ayrıca;
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin, sizden olan ülü’l emre de, eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de güzeldir.” (Nisa suresi 59. ayet)
Bu ayette “…….Sizden olan ülü’l emre de” denilirken “sizden” olan vurgulanmıştır.
Şimdi:
Biz eleştiri ve tenkid getirirken karşımızdakiler “bizden değil” diye mi düşünüyoruz.
Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Yani “sizden olmayan bir ülü’l emr” mi var ki, varsa eğer sizden olmadığı hükmünü kim verir, nasıl vermiştir ve neden vermiştir.
Kim “itaat gerekmez“ demiştir.
Kim hangi Ayet’e hangi Hadis’e dayandırmıştır.
…….
Şimdi neticeye gelelim.
Yukarıda belirttiğim; Peygamberimizden bir örnek ve diğer Ayetlerde verdiğim misaller doğrultusunda hareket etmek gerekmez mi. Elbet gerekir ve ben de aynen öyle yapıyor. Bir takım zanlara göre hareket etmediğim gibi, tüm çirkinlikler ve yanlışlar içinden bir güzellik ve bir doğru yan bulmaya çalışıyorum.
Benim tezim bu.
Mevlana ne diyor?
“Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol”