S. Ahmet Arvasi
Milliyetçilik, psikolojik olarak «bir mensubiyet duygusu» dur. Bu sebepten olacak, Yüce Peygamberimiz (O’na selam olsun): «kişi kavmini sevmekle suçlanamaz» diye buyurmuşlardır. Psikolojide sevmeyi yakınlık duymak veya yakınlık duygusu» diye tarif etmek mümkün gözükmektedir. insanın soyuna. tarihine, kültürüne, din, ahlak ve töresine. ecdat hatıralarına yakınlık duyması ve dolayısı ile onları sevmesi zaruridir. Bu, insan tabiatının gereğidir. bunu nasıl inkar edebiliriz? Böyle bir gerçeği inkara yönelen rejimlerin. felsefi akımların tarih içindeki ve günümüzdeki durumunu. görmüyor muyuz? Milliyetçilik gerçeğini red etmeye kalkışan her hareket bu gerçeğin şamarını yiyerek yenilgiye ve başarısızlığa uğramamış mıdır?-
Ünlü psikanalistlerden K. Gustav Jung, “Lâşuuru” adı ile dilimize çevrilen kitabında, her millete mahsus kollektif bir «gayri şuurun» mevcudiyetinden söz eder. Ona göre milletlerin yaşayışlarına yön ve bicim veren, onların düşüncelerini şekillendiren, hatta rüyalarını ve özlemlerini ifade eden”arché”- type” (köktip) ler vardır ve her millette bu köktipler değişiktir.
Sosyal psikolojide kitle psikolojisi, sosyolojide kollektif şuur veya «maşeri şuur» kavramlarının milletleri meydana getirmede ve her millette farklılık göstermede önemli yerleri vardır. Gerçekten de fertler kendi milletlerine ister şuurlu, ister şuursuz· olsun çok kuvvetli bir yakınlık duyarlar. Bu, mensubiyet bağıdır. Milleti meydana. getiren diğer amilleri ihmal etmek mümkün değildir, ancak temelde yatan bu mensubiyet duygusunun önemini belirtmek istiyoruz.
Milliyet, bir duygu olarak bütün milletlerde vardır. Bu duygunun tabii bir sonucu olarak insanda «milletini korumak, mutlu kılmak ve yüceltmek» arzu ve ümidi bir gayret olarak doğacaktır. İşte milliyetçilik budur. Milliyetçilik tabii ve beşeri bir arzudur ve dolayısı ile normaldir. Anormal olan, insanın bu arzu, ümit ve gayretini kaybederek soyuna, tarihine, kültürüne, din, ahlâk ve töresine, ecdat hatıralarına düşmanlık beslemesidir. Bu sebepten her Türk’ün Türk milletini dünü, bugünü ve yarını ile birlikte kendine yakın bulması, onu sevmesi, geliştirmeye, korumaya ve yüceltmeye çalışması, kısacası Türk milliyetçisi olması tabiidir ve zarurîdir, aksi halde «marazi» bir davranış içindedir ve gerçekten tedavi edilmeye muhtaçtır. Tabii eğer gerçekten Türk ise.. Art niyetli ve Türk ismi taşıyan, nankör ve maskeli bir «gayrıtürk» değilse… Sığındığı ve himaye gördüğü aziz Türk milletine ihanet etmiyorsa… Aksi halde ihanetin tedavisi yoktur, cezası vardır.
Evet, ne demiştik? Her insanda milletini sevmek, korumak, geliştirmek ve yüceltmek arzu ve gayreti vardır. Ancak, bu noktada önemli bir mesele ile karşılaşıyoruz. Türk milliyetçisi olarak, milletimizi nasıl mutlu kılabiliriz? Yeryüzüne dağılmış, mustarip ve mazlum Türk milletini mutlu kılmanın siyasi, kültürel, ekonomik ve sosyal programı ne olmalıdır? Nasıl olmalıdır? Hangi safhaları ihtiva etmelidir? Bunu başaracak kadro nasıl hazırlanmalıdır ve başarıya ulaştırılmalıdır?
Yukarıdaki soruları daha da çoğaltmak mümkündür. Bununla şunu demek istiyoruz. Milliyetçilik, bir mensubiyet şuuru olarak ve milletini mutlu kılmak arzusu olarak mevcut olmakla beraber «bir ideolojiye» muhtaçtır. Bu sebepten olacak, her millet, kendini mutlu kılacak. bir diğerinden farklı bir ideoloji geliştirmiş ve bu ideolojisini «âlemşümul» bir hakikat halinde savunagelmiştir. Her milletin «kendini mutlu kılan veya mutluluğa götürecek» bir dâvası vardır ve üstelik bunu bütün diğer milletlere de tavsiye etmekte, bu suretle onları kendi etrafında toplamaya, onların kurtarıcısı olmaya, dolayısı ile «mutsuz milletlerin» bir ümidi durumuna gelerek kendini güçlendirmeye çalışmaktadır.
Görülüyor ki, milletler «mutlu olmak için kendilerine mutluluk yolunu gösteren bir ideolojiye» muhtaçtırlar. Bilmem bu düşüncemizi yadırgayan arkadaşlarımız var mıdır? Biz, herhangi bir «ideolojinin» katı ve dur kalıpları, «dogmaları» içine girmeden, çağın ve ilmin gerektirdiği tedbirlerle, esnek doktrinlerle milletimizi «mutlu» kılmaya çalışmayı milliyetçiliğimize temel olarak alırız, diye düşünen arkadaşlarımız var mı bilmem?
Şayet böyle düşünenler var ise, bütün samimiyetlerine rağmen, sosyolojik gerçeklere, milli tarihimize ters düşüyorlar. Bugün yer yüzünde Bertrand Russel’ın rüyasını kurduğu tür tek «ilmi devlet» yoktur. Bütün devletler ve milletler, ilimlerden faydalanmakla birlikte bir din veya felsefeden güç alan bir ideolojiye sahip bulunmaktadırlar. İdeolojisi olmayan devlet ve dolayısı ile millet yoktur. Bu, bütün tarih boyunca böyle gelmiştir, durum şimdi de öyledir. Eğer tarih, başıboş değilse yarın do böyle olacaktır.
Esasen ilim, kendine konu olarak seçtiği alanda bulunan varlıkları, olayları ve durumları objektif olarak inceleyen, olayların arkasındaki determinizmi keşfe çalışan ve bu keşiflerinden genel ve kesin hükümlere, kanunlara ve prensiplere ulaşmaya çalışan bir araştırma şuuruna bağlıdır. İlim, duygulara yer vermez objektiftir, ilim gayeci ve ülkücü değil deterministtir, ilim genel ve kesin hükümlerin peşindedir, onu milli ve mahalli ihtiyaçlara biz uydurmak zorundayız. İlimden faydalanmak demek, onu milli ve beşeri ihtiyaçlara, ülkü ve hedeflere göre kanalize etmek demektir. İlim ihmal edilmesi mümkün olmayan bir vasıtadır. Onu dost da, düşman da kullanabilir. İlim bir ideoloji değildir, ideolojilere güç, teknik, vasıta ve metod hazırlar. İdeolojiler ilimle çatışmaktan kaçınır ondan faydalanmaya çalışır. Elbette Türk milliyetçiliğinin kendine mahsus bir tarih, bir ekonomi, bir hukuk, bir sosyoloji, bir psikoloji görüşü olacaktır. Bilhassa beşeri konularda ilimlerin milli karakteri iyice meydana çıkar. Bununla ilmi, bir ideolojinin esaretine verelim demiyoruz, sadece ilim bize yeter diyerek milleti, ideolojisiz bırakmayalım diyoruz. Milletin kendine mahsus dünya görüşü ve düşünce biçimleri vardır; millet, kendini besleyen ve hareket ettiren bir inanç ve tefekkür tarzına bağlıdır, onu ihmal etmek mümkün değildir, diyoruz.
Her milletin tefekkürüne, vicdanına, hareket tarzına yön veren ve bicim tayin eden bir dini vardır. Bazı toplumlarda ya bu din ilkel kalmış, yahut bozulmuş, yahut milli ihtiyaçlara cevap veremez duruma gelmiş olabilir. Hatta bazı toplumlarda, bu durumdan ve durumun doğurduğu boşluktan faydalanarak radikal ve kanlı bazı felsefi akımlar hakimiyeti sağlamışlardır. İster fert olsun, ister toplum olsun vicdanındaki dini duyguları ve davranışlarına yön veren iman ve tefekkürlerini kaybetmeye başladılar mı derhal bu boşluktan istifade etmek isteyen şer kuvvetler harekete geçmeye ve bu boşluğu doldurmaya başlarlar.
Herkesin artık çok iyi bildiği üzere, Türk milletinin İslam dini ile şereflenmeden önce bile Tanrı’nın kırbacı sıfatı ile zulüm idarelerine, zulmü şiar edinmiş devletlere karşı savaşı vardı; adalet ve huzurun «Türk’ün cihan hâkimiyeti dâvâsı» ile gerçekleşebileceğine samimiyet ile inanıyordu. İslâmiyete girdikten sonra da, bütün sahte mabutları, zulüm idarelerini yıkmak; yeryüzünde «Allah ve Resulünün» istediği adalet ve huzuru gerçekleştirmek üzere ve «ilây-ı kelimetullah ve nizam-ı âlem için» mukaddes savaş vermeye başlamıştır. Türk milletinin bu davasını çok iyi bilmek, tanımak gerekir. Türk milliyetçiliği, İslâm iman ve şuuru içinde yücelmeyi gaye edinen bir harekettir. Türk kültür malzemesini ve Türk milletinin bütün varlığını, bin yıldan beri yoğuran bir mimardır İslamiyet. Çağdaş sosyologlardan P. Sorokin’in deyimi ile, İslamiyet, Türk kültür malzemesine ve Türk medeniyetine yeni bir ruh, yeni bir şuur getiren bir «üst-sistem» dir. İslâmiyet, hiçbir din ile karşılaştırılamayacak kadar ileri, ilmin verilerine açık, dinamik, birleştirici ve kaynaştırıcı bir din olmakla kalmaz, kapitalizmin ve bütün çeşitleri ile sosyalizmin ve komünizmin saçtığı zehirleri bertaraf edecek bir panzehir ve hayat kaynağıdır.
Türk milletinin ve dolayısı ile Türk milliyetçiliğinin âlemşümul dâvası Allah ve Resulünün dâvasıdır ve bunun adı İslâmiyet’tir. Türk milleti, bugün yeryüzünü işgaleden din ve ideolojiler içinde, yol gösterici olarak İslâmiyeti seçmiş bulunmaktadır. Türk milliyetçisi, Türkü «dini dinime, dili dilime uyan» olarak tarif eden aziz milletinden farklı hareket etmemektedir ve düşünmemektedir. Aksini iddia edenler Türk milliyetçilerine «bühtan» etmektedirler.
Ülkücü Kadro, 1 Ocak 1977, Sayı 2