Şükrü Alnıaçık
“Ya da bayramda et yemeyen kalmasın!..”
Bu dizeler, Türkiye’nin en yüksek reytingli yetenek yarışmasını kazanan Atalay Demirci’ye ait…
O’nun her gösterinin ardından bir veda nakaratı gibi tekrarladığı anlamlı şiirini ezberlemek için bir gayret sarf etmedim. Ama şiir, her seferinde dinlemeye değerdi. Şiirin sonu da bize hitap ettiğinden olsa gerek kendiliğinden aklımda kalıvermiş.
Tarihçiydik biraz… Milletin nerelerden geldiğini ve ne halde olduğunu az çok biliyorduk. Millet sevgimize ve Ülkümüzün bir parçası olan “dayanışmacı halkçılığa” bağlı olarak sosyal empatimiz de gelişmişti. Acaba sadece bundan dolayı mı hislenmiştik bu dizelere yoksa daha derinde başka bir şeyler mi vardı?
Et yemediğim kurban bayramı oldu mu hiç? diye biraz düşündüm… Evet… Eskiyi hatırlamıyorum ama yakınlardaolmuştu! Kurbanı kesemeyince eti de yiyememiştik… Bizim eve et göndermeye de galiba kimse cesaret edememişti.
Ben et yemediğim o kurban bayramını, kestiğim kurbanlara ve yediğim bütün kavurmalara tercih ettim daima… O yıl kurbanı kesememiş olmanın “takva” nokta-i nazarından ilâhî takdiri hariç, kurbanın vebali günahı üzerimden kalkmıştı. Et yiyemeyen akrabaları ve komşuları, huzur evindeki acizleri ve yaşlıları, yetiştirme yurdundaki yetimleri ve öksüzleri arayıp bulma, kurban etini hakkıyla dağıtma sorumluluğum yoktu üzerimde… Namazımı kılıp, bir demet taze simitle eve dönmüştüm. Ama yine de bir burukluk vardı içimde. Sanki yorulmuş, yorulmuş, yorulmuş ve sonunda “oyundan düşmüş“tüm…
Unutamadığım bir bayram da kendi elimle kestiğim 98 senesi kurbanıdır. 99 Depreminde apartman öyle bir noktadan geri dönmüştü ki; bir yandan yüksek sesle tekbir getirirken bir yandan da evi yan yatmaktan kurtaran gücün, o kurbanla açığa çıkan enerji olduğunu düşünmüştüm.
O günlerde Tarihteki kurban geleneğini sorgulayan ezoterik bir makale okumuş ve kendi dini bilgilerimi de katarak bizim kurban konusunda mantıklı bir sonuca varmıştım. En makbulü, insanın kurbanını kendisinin kesmesiydi. Bu işin barbarlıkla, hayvan severlikle, Brigitte Bardot’la falan bir ilgisi yoktu.
Dünyadaki sınırlı enerji, doğru kanallara “Allah’ın adıyla” akmalıydı. Besmelesiz kesilen hayvanın “murdar olması” son derecede anlamlıydı. Enerjinin sakınımı kuramına göre enerji maddeye, madde enerjiye dönüşüyordu. Enerji, evrende yer değiştiriyordu ama asla kaybolmuyordu. Öyleyse insanların etini yemek üzere canını çıkardıkları bunca hayvanın enerjisi nereye gidiyordu? Şüphesiz, bizim göremediğimiz bir yerlerde bu enerji dolaşıyordu.
Evrende enerjiyi belli hedeflere sevk etme ve onu kullanma yeteneği olan canlılar bulunabilirdi. Topraktan yaratıldığı için ateşten gelen enerjiyi soğuran ve onunla işini gücünü gören insanoğluna nazaran dünyada enerji konusunda daha avantajlı olabilecek, “ateşten yaratılmış” komşularımız vardı. Onlar veya onlarla samimiyet kurmuş bazı insanlar her gün mezbahalarda boynu vurulan milyonlarca hayvana ait enerjiyi kötüye kullanabilirlerdi. Bu yüzden Müslümanlar, enerjiyi evrene salarken ona besmele ve tekbirle bir kilit takıyorlardı. Böylece şeytan bu enerjiyi kullanarak güçlenmekten yoksun kalıyordu. Aynı enerjinin melaikeyi ve şeytanla mücadele ederek sırat-ı müstakimde kalmaya çalışan insanları takviye ettiğinden de şüphem yoktu.
Kurbanın sahibini, sırat köprüsünden geçirme meselesi de böyle bir şey olmalıydı. Çünkü Quantum fiziğine göre güneş söndüğünde dünya bir “beyaz cüce“ye, güneş sistemi de bir “kara deliğe” dönüştüğünde… Yaşarken dünyada bıraktığımız tutkularımızla eksiksiz vedalaşarak yeni bir âleme doğru yol alabilmek için epeyce enerjiye ihtiyacımız olacaktı.
Kurban bayramı işte pek çok sosyal ve uhrevi getirisi yanında muazzam bir enerjinin sakınımını da sağlıyordu. “Enerjinin şeytandan sakınımını…”
Kurban, tam olarak “bayramlık” bir meseleydi yani… Milyonlarca Müslüman’ın aynı anda açığa çıkardığı enerji, yüzlerce atom bombasına bedeldi.
“Bayram değil, seyran değil hoca bunları niye yazdı şimdi” diyen olursa cevap memleketten, yani “Kayseri işi…” alırken Allah’ın günü, satarken bayram!
Yalan hilaf yok… Birincisi, bugün cuma, Müslüman’ın hafta bayramı… İkincisi, yarın ayın 15’i, memurun maaş bayramı… Ertesi gün de esnafın, bankanın, Maliyenin bayramı! Etti mi size üç gün… Yani seyranı bilmem ama bayram garanti!..
Bize bu mübarek gün, bunları düşündüren görmüş geçirmiş ve belli ki çile çekmiş bir vatan evladı…
“Yeteneksizsiniz” ironisiyle en azından işin başında millete tepeden bakan kozmopolit yapımcılara “Türkçe hayat bilgisi” dersi vererek birinci olan Atalay Demirci kardeşimizi yürekten tebrik ediyor, kendisine ailesiyle birlikte mutlu ve huzurlu bir hayat diliyorum.
Sürç-ü lisan ettik ise Allah affetsin.
Herkese hayırlı cumalar…