GÜNÜMÜZ AYDINININ KIBLESİ ŞAŞMIŞ
Kenan EROĞLU
Aydın denilen kişinin kıblesi milleti ile aynı olmalıdır.
Bu gün ne yazık ki aydın geçinen kişilerimizin kıblesi Türk milletinin kıblesi ile aynı değildir.
Bir aydının ya da tahsillinin görevi milletine yardımcı olmak, onu anlamak ve dert ve problemlerine çare bulmaktır.
Günümüz aydını ise ne yazık ki bu düşüncelerden uzak ve sürekli halkını, yöneticilerini, din adamlarını eleştirmekten başka bir şey bilmiyor.
Bizim gördüğümüz kadarıyla bizim okumuşlar;
Hiçbir şeye ve hiç bir konuya asla olumlu bakmaz
Kim ne derse desin hiçbir şekilde ve hiçbir konuya olumlu açıdan yaklaşmaz.
Karşısındaki iktidardaysa, tüm icraatlarını yerden yere vurur.
Karşındaki muhalefetteyse, kayda değer hiçbir görüş ve düşüncesinin olmadığını ısrarla iddia eder.
Onu görmezden gelir.
Hatta onu yok farz eder hiçbir şekilse söz konusu etmez.
Karşısında olduğu eğer sivil toplum kuruluşuysa ve kendisinin de karşısında olduğu iktidardan yanaysa, onu da iktidarın kuklası olarak nitelemekten çekinmez. “kim bilir kaç para alıyorlar” diye düşünür.
Karşısında olduğu sivil toplum kuruluşu, kendisinin de muhalif olduğunu iktidarın da aleyhine açıklama ve beyanatlar veriyorsa, onunla işbirliği yolları arar, onu “tarafsız, haysiyetli, objektif” ve de hatta “bilimsel düşünüyorlar, çok yansızlar” diye över.
Bu sivil toplum kuruluşu ile ihtilafını bir süre erteleme yoluna gider.
Burada ortak düşmana karşı birleşme taktiği uygular.
Karşısında kim olursa olsun. İster iktidar, ister muhalefet fark etmez.
Her şeyin bir eksiğini bir yanlışını mutlaka bulur.
O şey iyi olsa da, memleketin hayrına olsa da olmasa da bir eksiğini bulur, kötü olsa da bir eksiğini bulur.
…..
Karşıdakini asla sevmez.
Karşıdakinin hiçbir hareketini, hiçbir bakışını ve hiçbir tavrını asla sevilmeye değer bulmaz.
Karşıdaki kim olursa olsun onu bir böcek gibi hem küçük görür hem de onu ezilmeye mahkûm farz eder.
Karşısında oldukları bir başarı elde ettiklerinde, onu değersizleştirmek için akla karayı seçer.
O konunun 40 tane eksiğini bulur, “önemsizliğini”, “yanlışlığını”, “imkânsızlığını”, “büyük devletlerin buna asla izin vermeyeceğini”, “böyle bir maliyetin altından asla kalkmanın mümkün olmadığını”, “fizibilite çalışmalarının yapılmadığını”, “maliyetin hesap edilmediğini” söyler de söyler.
O bunları söylerken propaganda olsun diye söylemez.
Kendi milletinin, devletinin, hükümetinin hiçbir konuda hiçbir şey yapamayacağına canı gönülden inanmıştır da o yüzden bu olumsuzlukları sureti haktan gibi sıralar da sıralar.
Karşıda gurup içinde ikilik yaratma yolunu arar, “Ahmet iyi ama Mehmet kötü, Ali iyi şeyler söylüyor ama Veli aslında hiç iyi şeyler söylemiyor” diyerek fitne tohumu atar.
Karşıdakinin itibarını sarsmak için elinden geleni yapar.
Söylediği ve iddia ettiği konunun doğru olup olmamasının bir önemi yoktur.
Bunu zaten kimse gidip ölçemez.
O her halde, karşıdakini yerden yere vurur.
Değişik manalara gelebilecek yuvarlak cümleler kurar.
Hiçbir şekilde müşahhas örnekler üzerinde durmaz, genel olarak suçlamayı tercih eder.
Karşısındakini suçlarken büyük büyük suçlar.
Çünkü ne kadar büyük suçlarsa, bir kısmı insanların aklında mutlaka kalacak, bazı kimseler inanacaktır.
…
Tuttuğu takım (parti, lider vs) maçı kazanırsa, “seyirciyi-halkı över, halk gerçeği görüyor, halkın sağduyusu şaşmaz” der.
Tuttuğu takım eğer maçı kaybederse;
O zaman arsanlar gibi kükrer.
Hakemden başlamak üzere tüm oyuncuları, tüm yedekleri, seyircileri, hava durumunu, sahadaki çimleri, yağan yağmuru ve hatta saha görevlilerini yenilgi ile ilişkilendirir ve dahi suçlar. Halkın cahilliğinden, halkın-seyircinin geriliğinden, 2 paket makarnaya satıldığından, karşıdaki partinin mazisindeki yanlışlardan abartarak bahseder, bunu sık sık dile getirir, dünyanın çeşitli ülkelerinden örnekler bularak karşıdakini hükmen mağlup sayar.
Hatta yine tuttuğu takım kaybederse, o günlerde yazı ve konuşmalarında “havadan sudan”, “şarkıdan türküden”, “uzaydan toprak altından”, “kuş ve böceklerden” bilimsellik içeren(!) yazılar yazar, konuşmalar yapar, kendine “ne büyük adam-yazar her konudan anlıyor” dedirtir.
Çünkü dışarıdan bakan birisi onun ihtisas sahasını, okuduğu okulu, hangi konuda eğitim aldığını ve diplomasını bilemez-göremez.
Kendi mesleği ile ilgili pek konuşmaz ve pek yazmaz.
Çünkü en az bildiği iş kendi mesleğidir.
İş ve mesleğini politikacıların, bakanların kapılarında bekleyerek, araya adamlar koyarak hasbelkader elde etmiştir.
Pek kimse ona “mesleğinle ilgili neden herhangi bir yazı yazmıyorsun”, “fikir üretmiyorsun”, “söz söylemiyor, cümle kurmuyorsun” demez.
Sonra kimse onun hangi uzmanlık konularında, çeşitli strateji, taktik, jeopolitik, istihbarat, güvenlik, Anayasa hukuku, ekonomi, dış politika vs konularında kurs ve eğitim almadığını da bilmez.
Nasıl olsa kimse ona “Milletin için faydalı bir iş yapmak istiyorsan, önce elindeki işi iyi yap” veciz sözünü hatırlatamaz. Hatırlatsalar bile duymazdan gelir.
Bu yüzden o çok iddialı laflar eder.
Çok önemli kaynaklardan bilgiler almış olduğunu ima edici söz ve davranışlar içinde olur.
Hiçbir zaman herhangi bir olay veya konunun tamamını vermez, hiçbir açıklayıcı söz söylemez ve mutlaka, edindiği bir bilgi kırıntısının yarısını hatta üççeyrekte birini verir ve insanları-okuyucularını merak içinde bırakır.
Ancak bu sayede kendini okumuş ve tahsilli olarak kabul eder ve piyasada kendine yer bulur.
Çevresinde bulunan insanlarda çoğunlukla kendisi gibi düşündüğü için kendisini çok başarılı bulur.
Kendisiyle gurur duyar.