
ZİYA GÖKALP’IN AHLAKİ ŞAHSİYETİ
Kenan EROĞLU
Büyük düşünürümüz Ziya Gökalp konusuna kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Ben bu tür yazıları yayınlamaya başladığımdan itibaren edindiğim intiba, ne yazık ki resmi tarih tezi olarak ileri sürülen birçok gerçeklere pek de uymuyor.
Bir vatansever ve milletsever olarak Ziya Gökalp tamamen milli endişelerle ülke meselelerine el atmış ve pek çok konuya o günün şartlarında milli çözümler önermiştir.
Pek tabiidir ki, devrinin şartları ister istemez Ziya Gökalp’ı ve dolayısı ile fikirlerini etkilemiş fakat hiçbir zaman ifrat ve tefrite sapmadan meselelere fikren çözümler üretmiş ve önemli bir aydın kesiminde de etkili olmuştur.
Sanıldığı gibi; Fikir ve görüşlerinin inkılâpçılar tarafından tamamen benimsenip uygulama koyulduğu gibi bir yanlış algılama günümüzde dahi sürmektedir.
Gökalp’ı yakından tanıyan Cahit Tanyol’un onun hakkındaki düşüncelerine bakalım.
…
“”(23 Mart 1956 Cuma günü Türkiye Muallimler Birliği Lokali’nde, Edebiyat Fakültesi Felsefe Doçenti Dr. Cahid Tanyol’un verdiği konferansın hulâsası )
Milletler büyük mânevî sarsıntılara uğradığı, kıymetlerin yıkıldığı, ihtirasların azıttığı zaman kendilerini kurtarmak için, yüzlerini bir peygambere yöneltir gibi kendi idealistlerine çevirirler. Böyle ânlarda büyük adam, milletler için bir kurtarıcı, bir rehber, bir teselli ve iman kaynağıdır. Kurtuluş onda, duygu onda, ahlâk onda, feragat onda birikir. Herkes onun iman aşkını, cezbeye tutulmuş bir derviş gibi içinde yaşar. Ve memleket, içinde çırpındığı mânevî buhranlardan, egoizm ve ihtiras salgınlarından böyle kurtulur. İşte bugün 80. Doğum Yılını andığımız büyük mütefekkir, büyük idealist Ziya Gökalp, Türk milletinin mânevî kara günlerinde kendisine yöneleceği bayraklardan biridir.
Ziya Gökalp memleketimizde fikrin rehber kuvvetlerinden biri olmuştur. Onu bu rehber kudrete eriştiren sır nedir? Bunu Ziya Gökalp’taki şu üç haslette buluyoruz. Bunlar da: Bilgi kuvveti, ahlâk kuvveti, iman kuyveti‘dir.
Ziya Gökalp’a gelinceye kadar, bizde düşünce birtakım fikir kırıntılarından ibaretti. Yalnız düşünce değil, içtimaî ve siyasî sahada girişmiş olduğumuz islâhat hareketleri de öyle idi. Türk cemiyetinin bünyesinde, her neviden yapılan islâhat hareketleri, sadece yamamak şeklinde düşünülüyor, onlarperakende bir iddia ve teklifler yığın, halinde gözüküyordu. Batı kültürünün temelini teşkil eden sistemli düşünce, Doğu dünyasının meçhulü idi. Doğu dünyası için sistemli düşünce demek bir tefsir düşüncesi demekti. Bu yüzden nakle dayanan bilgiler üzerinde her devir birtakım tefsirler ve şerhler yapardı. Dini ilimlere ait metod, tabiati kavramak için de kullanılırdı.
İste Ziya Gökalp, kendisine intikal eden bütün bu fikir ve kanaatleri, bütün sosyal hareketleri tahlile muhtaç bir malzemeymiş gibi önüne koydu; ve bize, Türk Cemiyetini bütünüyle kavramayı, bütün üzerinde düşünmeyi öğretti. Bir cemiyete yeni bir istikamet verilirken yapılacak ilk iş, onun ne olduğunu sormaktır. Vatanperver Gökalp, yıkılmakta olan bir İmparatorluğun çocuğu olarak, bütün ömrü boyunca bu suali cevaplandırmaya çalıştı. Onun için tek bir sual vardı: «Türk nedir? »
Bunu aydınlatmadan ne yapabilirdi? Bütün dertlerimiz bu sorunun içinde idi. Bu soru Ziya Gökalp’ı, evvelâ Türk cemiyetini tahlile, sonra da terkibe götürdü. Bizde sistemli düşünce onunla başlar, derken, işte bunu kasd etmek istiyoruz. Çünkü bu sualin sıkı sıkı cevaplandırılması millî terbiyemizin dokumasını, ihtiyaçlarını ve idealini tayin edecektir. Dilimizi, dinimizi, tarihimizi, medeniyetimizi ve idealimizi bu soruyla aydınlatmaya çalışan Gökalp, Türk cemiyetini toptan kavramanın ve onun dertlerine çare bulmanın ancak düşünce ve idealle mümkün olacağını, üstün şahsiyetini senet olarak göstermek suretiyle, bize kabul ettirdi.
Türk cemiyeti Avrupaî mânada düşüncenin yanında, bir de ideale muhtaçtı. İlim tahlil edecek, ideal tahrik edecekti. Gökalp’ın kahraman ve mürşid şahsiyeti olmasaydı, cemiyetin muhtaç olduğu ideal insan tipini kavramak bizler için hayli güç olacaktı. Ziya Gökalp’ı Türk milletinin mukadderatında rehber kuvvet yapan sır, ondaki fikir ve iman sentezi idi.
O, bir cephesiyle âlim, öteki cephesiyle mürşid idi. Dilimize, tarihimize, dinimize, ahlâkımıza hep bu çift manzaradan baktı. Onda yeni bir tarih, yeni bir medeniyet, yeni bir din ve el şuuru vardı.
Gerçi Gökalp’tan önce de bu konular hayatımıza girmişti. Devletimizin Osmanlı değil, Türk devleti olduğu, dilimizin yabancı kelimelerden arınması. Batı medeniyetine yönelmemiz lâzım geldiği Gökalp’tan önce de söylenmiş, yazılmış ve müdafaa edilmişti. Fakat bu konular temellendirilmemiş ve sistematik bir tahlile kavuşmamıştı.
Ziya Gökalp, milli varlığımızın temelini teşkil eden bu ana unsurlar üzerinde düşündü. Yalnız düşünmekle kalmadı, araştırmalar yaptı. Yalnız araştırmalar yapmakla kalmadı, onları gerçekleşmesi zarurî mefkûreler haline getirdi.
Ziya Gökalp, Türk cemiyetinin kalkınmasını ilmî düşünme hâkimiyetin. de görüyordu. Bu onu, Üniversite islâhatı’na götürdü. İlmî düşüncenin kadim merkezi olan Medresenin tefsirci zihniyeti yerine, modern ilim anlayışı nı müdafaa edecek Üniversiteler teşekkül etmeden Türk irfanının âtisi garanti altına alınamazdı. Üniversite demek, onun nazarında, Batı dünyasına dan birtakım fikirleri ve sistemleri aktarmak değildi. Bunun Medreseden hiçbir farkı yoktu. Doğu-İslâm ilminin nakilciliğini yapmakla, Batı dünyasının nakilciliğini yapmak arasında Gökalp için hiçbir fark yoktu. Onun gayesi nakil değil, düşünceyi tesis etmekti. Bir taraftan henüz kökleşmemiş olan ilmî düşünceyi tesis etmek isterken, diğer taraftan milliyetçilik idealini kökleştirmeyi, onu bir iman haline getirmeyi düşünüyordu. Bu yeni cemiyetin birçok ideallere ihtiyacı vardı. Bu ideallerin olması da yetmezdi; onları gerçekleştirmek lâzımdı.
Ümmet idealinin yerine milliyet idealini, Doğu medeniyeti yerine Batı Medeniyeti’ni ruhlarda tutuşturmak için Türk cemiyetinin bütün müesseselerine yeniden bir istikamet vermek, onun hayatını dolduran tek düşünce idi. Evvelce bir yazımda belirttiğim gibi, kendisini, tıpkı veliler gibi, böyle bir misyonla gelmiş hissediyordu. O, bir millî peygamberdi. Velilere mahsus cezbeyle etrafını değiştirmesini, ruhlara nüfuz etmesini biliyordu. Bilgi yoluyla ilme, iman yoluyla aksiyona bağlı olan bu veli hilkatli insan, bu yüzden bir ayağını İttihat ve Terakki Merkezi umumî eşiğine, diğer ayağını Dârülfünun kapısına koydu.
Çünkü, teklif ettiği ideallerin gerçekleşmesi, ancak fikir kuvvetiyle siyasî kuvvetin elele vermesiyle mümkündü. Bunda muvaffak da oldu. Şunu da söylemek lâzım: Ziya Gökalp’ta, bugünkü mânada siyasî bir ihtiras mevcut değildi. Onun politika hayatına girmesi, kurmak ve yaratmak istediği idealizmin tabiî ve zarurî bir neticesi idi. Kafalarında cemiyete yeni bir istikamet vermek düşüncesi yer eden bütün filozoflar ve idealistler, politikaya girmek lüzumunu hissetmişlerdir. Bu uğurda Eflâtun, «ideal devlet»i kurmak için esir pazarlarına kadar düşmüş ve neticede mağlup ve meʼyus olmuştu. Ayni tecrübeyi Sokrat da yapmış, politikaya söz dinletemeyeceğini anlayınca onun dışında kalmak lüzumunu duymuştu. Yeniçağ İngiliz filozoflarının birçoğunu politika sahnesinin ortasında görüyoruz.
Fakat hiçbir cemiyet filozofu, Ziya Gökalp kadar siyasî otoriteye nüfuz etmek kudretini gösterememiştir. Sebebi de, mütefekkir Ziya Gökalp’ın içinde ayni zamanda bir ahlâk kahramanının bulunuşudur. Ona göre politika, düşünce ve ideallerin gerçekleşmesi için bir imkân sahasıdır. Ziya Gökalp böyle bir iman kudretine sahip olmasaydı, Türk cemiyetinin her tarafına saçmak istediği milliyet tohumları yeşerebilir miydi? Bugün sancağ’ı bayrak’ta, ümmeti millette görebiliyorsak, bunda Ziya Gökalp’ın politikaya seyirci kalmamasının büyük bir rolü vardır.
Gökalp bütün hayatı boyunca politikayı şahsî menfaat için bir kazanç veya mevki ihtirası için bir tatmin vasıtası olarak düşünmedi, Tam tersine, onun her kahrına, içtimaî menfaat namına, seve seve katlandı. Bu bakımdan o, telkin ettiği idealler kadar, şahsı ile de ideal ve örnek bir insan oldu.
Ziya Gökalp’ın yeni nesillere bir bayrak gibi gösterilecek ölmez tarafı, bu üstün ve kusursuz ahlâkî şahsiyetidir.
Ziya Gökalp, Türk milletinin idealini ve kaderini, yalnız nazarî birtakım düşüncelerle, yalnız üstün ahlâkî şahsiyeti ile çerçivelemek istemedi. Onun veli ve mürşid vazifesi, yeni nesilleri milliyet imanı içinde yetiştirmek ve cemiyet ahlâkı ile mayalandırmaktı. İdeallerinin tutunması için, bunları mini mini çocukların duygularına da geçirmek lâzımdı. Bu maksatla bütün düşüncelerini manzum millî âyetler şeklinde «Yeni Hayat» adıyla neşrettiği şiirlerde hulâsa etti. Her hareketi, her düşüncesi bir ideal çerçivesi içinde hesaplı idi. Böylece, Türk ictimai hayatının her cephesini, beşikten mezara kadar, fikirlerinin ışığı altında tutmaya muvaffak oldu.
Sarıkamış’ta, Çanakkale‘de, Kirmanşah‘da, Sakarya‘da, Dumlupınar‘da şehadet şerbetini içen Türk evlâtlarının vicdanında Ziya Gökalp’ın sesinden dalgalar, yüreğinden mi’raçlar vardır.
Büyük şair Yahya Kemal: «Ziya Gökalp’ın bir radyum olan dimağını söndüğü günden beri vatandaki ilimde karanlık var», der. Şairin bu sözü, Gökalp’ın mürşid cephesi için de şöyle ifade edilebilir;
«Türk nesilleri, atılacakları her idealin önünde, Ziya Gökalp’ın feragatli şahsiyetini yitirdikleri zaman, vatanda tehlike var», demektir.””
…
Ziya Gökalp konusuna devam edeceğiz.