TÜRKÇÜLÜK VE ZİYA GÖKALP
Kenan EROĞLU
Büyük düşünür ve Sosyologumuz Ziya Gökalp konusuna devam ediyoruz. Onu tanımak, onun fikirlerini yeniden gözden geçirmek va anlamak amacıyla yayınladığımız bu yazılar elbette araştırma yapanlar ve kitap karıştırmayı sevenler için ilgi ile izlenecek yazılardır.
Daha çok; Onun çevresinde bulunan ve doğumunun 80. Yılına tekabül eden 1956 yılında artık ülke tek parti döneminden kurtulup normal demokratik nizama geçmişti. 1956 yılına kadar Ziya Gökalp konusunda kayda değer bir toplantı, bir anma, bir konferans yapılmamış olması çok ilginçtir.
Biz bu yazılarımızda Ziya Gökalp için fikir beyan eden, yazı yazan yakın dostlarının görüşlerini aktarmakla yetiniyor, Bazen de kısa açıklamalarda bulunuyoruz. Bu gün bilindiği kadarıyla Ziya Gökalp’in yeri Türk düşünce dünyasında ve Türk Milliyetçiliğinde önemli bir yerinin olduğu yönünde olmasına rağmen tek partiler döneminde Düşünürümüzün adeta unutulmaya terk edildiği yönündedir.
Şimdi yüne ünlü romancılarımızdan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun (*) Ziya Gökalp’in doğumunun 80. Yılına tekabül eden 1956 yılında “TERCÜMAN” gazetesinde yazdığı yazıyı olduğu gibi aktarıyorum:
“Türkçülük ve Ziya Gökalp”
““Doğumu’nun 80 inci yılı münasebetiyle, Ziya Gökalp’a dair son günlerde yazılan yazıları okurken, o büyük Türk mütefekkirinin yarı veli, yarı halk şairi siması bir kere daha gözümün önüne geliyor. Lâkin, bu Asyaî görünüşe rağmen, Ziya Gökalp, bütün mânasiyle Garpkârî bir ilim kafasına sahipti, “yani, şu veya bu bahiste edindiği malûmatı, kendi analiz ve muhakeme süzgecinden geçirip“, bir formüle bağlamasını bilirdi. Bu rasyonel düşünce metodu sayesindedir ki, kendisinden çok evvel başlamış olan Türkçülük Hareketi’ni, bazı aydınlarımızı boş yere coşturup taşıran destanî bir heyecan olmaktan kurtarıp, tarihî gerçeklere dayanan bir millî şuur sentezine doğru yükseltti. O andan itibaren Türkçülük, artık yalnız geçmişin şânları, şerefleriyle öğünme mânasını ifade eder demagojik ve romantik bir edebiyat mevzuu olmaktan çıkmış ve bütün memleketin, bütün milletin türlü türlü problemlerini içine alan, bir büyük fikir cereyanının kaynağı olmuştur.
Binbir tezatla dolu Osmanlı câmiasının ortasında, Türk milleti, özbenliğini, öz şahsiyetini çoktan kaybetmiş bulunuyordu. Yazıp okuduğu dilin, anadiliyle hiç bir münasebeti yoktu. Bir yandan beyaz, öbür yandan yeşil kozmopolitlik arasında ikiye bölünmüş ruhu, Dante’nin «A’raf»’ndaki «Ruhlar» gibi âvâre bir yalnızlığa mahkûm idi. Türk vatanı diye, yekpâre bir ülke mevcut değildi. Anatopraklarımızın yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, yabancıların monopolü altına geçmişti. İç ve dış pazarlarımızı, bunlar açıp kapıyordu. Memlekette iki türlü kanun hüküm sürüyordu. Türk milleti, ayni zamanda, kendi tarihî gerçeklerine ve geleneklerine taban tabana zıt, kendi cemiyet ve âile telâkkilerinin tam tersine bir sosyal nizam içinde yaşıyordu. Aslında tek kadınlı iken, çok kadınlı olmuştu ve eski Türk türelerine göre, her evde emir ve idare kadının, yani, ananın elinde bulunmak lâzım gelirken, bu yüzden yavaş yavaş, bütün otorite erkeğin eline geçmiş ve bir vakitler baştâcı olan kadın. Hayvanla insan arasında bir şuursuz mahlûk derecesine düşürülmüştü. –
İşte, Meşrutiyet Devri milliyetçi gençliğinin: «Ben bir Türküm; dinim, cinsim uludur», âmentüsü ile, sarsılmaz bir mezhep mertebesine çıkardım, zannettiği Türkçülük hareketini, Ziya Gökalp, birkaç yıl içinde böyle bir fikir ve içtihat sistemi şekline sokmuş, yani ortaya yarı-şuuraltı bir ruh halinden ilmî ve tarihî mesnetler üzerine oturtulmuş bir Türk milliyetçiliğinin açık ve aydın ideolojisini koymuştu.
Ziya Gökalp, İstanbul Dârülfünunundaki Sosyoloji Kürsüsü’nde Durkheim’ın cemiyet felsefesini «Ferd yok, cemiyet var” formülü içinde savunup durmaktan da, bir ân hâli kalmamıştır. Onca, bu da Türk’ün dünya ve insan telâkkilerine uygun bir tez idi. Zira, Ziya Gökalp, her Türk’ü, kendisi gibi, «fenâ-fi-l-millet» bilirdi ve fertçiliği, yani, benciliği Türk’ün mizacına, karakterine yakışmayan bir kusur, bir ayıp, hattâ bir ahlâksızlık addederdi.
Ne yazık ki, bu hakîm, aramızdan erken ayrılıp gitti. Lâkin bugüne kadar yaşamış olsaydı, hiç şüphesiz, birçoklarımıza pek arkaik ve modası gecmiş görünecekti. Hele, şu: «Ferd yok, Cemiyet var!» sözünden kimse bir şey anlamıyacaktı.””
(29 Mart 1956 tarihli «TERCÜMAN»da «Sohbet» sütunu
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU)
…
Not: Yukarıdaki yazı “”Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla ZİYA GÖKALP ve açılan Ziya Gökalp Müzesi”, Işıl Matbaası İstanbul 1956, sayfa: 93, 94,”” kitabından alınmıştır.
(*)Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yazar ve diplomat. Roman, öykü ve makaleleri ile Türk toplumunun Tanzimat’tan bu yana geçirdiği değişiklikleri anlatmış bir yazardır. Ünlü romanları “Nur Baba”, “Kiralık Konak” ve “Yaban” ( 27 Mart 1889 – 13 Aralık 1974)