ZİYA GÖKALP
Kenan EROĞLU
Büyük mütefekkirimiz Ziya Gökalp konusuna Hasan Ali Yücel’in Cumhuriyet gazetesinde neşrettiği görüşleri ile devam ediyoruz.
Yazıda da görüleceği gibi, Ziya Gökalp Abdulhamid döneminde; Hilmi Ziya Ülken’in dediği gibi “Hakancılığın hararetli ideologu, İnkılab’dan sonra Cumhuriyetçi oldu”. Burada belirtmek gerekir ki Gökalp için, içinde bulunulan rejimden çok, Türk Milletinin toparlanması, kendine gelmesi ve kendi benliğinin farkına varması konuları üzerinde hassasiyetle durmak önemlidir. O bu düşüncelerini tahakkuk ettirmek amacıyla Hakanlık zamanında da, Meşrutiyetin ilanından sonra da ve hatta Cumhuriyete geçtiğimizde de aynı fikirlerinin takipçisi olmuştur. O biliyordu ki, rejimler, hükümetler değişebilir ama Türk Milleti ebedidir ve önemli olan da onun mutluluğudur. Gökalp’ta tam bu şekilde düşünmüş ve davranmıştır.
Fakat yazıda da görüleceği gibi Cumhuriyet dönemine geçildiğinde düşüncelerini tahakkuk ettirme imkânını pek bulamayan Gökalp Diyarbakır’a giderek “Küçük Mecmua’yı çıkarmaya başlamıştır. Geçim sıkıntısı da çeken Gökalp; çok kıymetli eserlerinin bulunduğu kütüphanesini yok pahasına satmak istemiş ve o zamanın Maarif Vekaleti yetkililerinin “sanki değersiz bir şeyin alışverişi yapılıyormuş gibi” hareket edildiğini Ziya Gökalp’in damadı Ali Nüzhet Göksel’den öğreniyoruz.(Ali Nüzhet Göksel “Ziya Gökalp ve Ziyagökalp Müzesi”, Işıl matbaası, İstanbul 1956, sayfa: 87-88-89 , 23 Mart 1956 tarihli “VATAN” gazetesi 2 ve 5. Sayfalar.)
Şimdi Hasan Ali Yücel’in Gökalp hakkındaki görüşlerine geçebiliriz:
Ziya Gökalp
“ Türk Yayını, sekseninci doğum yılı dolayısıyla merhum Ziya Gökalp’ı, sönükçe de olsa, hürmetle andı. O, bundan çok fazlasına, bilhassa dikkatle incelenmeğe lâyıktır. Fakat eserleri hâlâ dağınık, fikirleri çok cepheli ve süratle tekâmül etmiş bu kıymetli düşünce adamımızı, bilmem hangimiz etraflı olarak tanıdığımız iddia edebiliriz? Gökalp, bugün de çözülme durumunu muhafaza eden millî bir meselemizdir. Hayli eskiden verilmiş bir karara göre Türk Tarih Kurumu onun külliyatını basacaktı. Nitekim bu karara uyularak ilk cild, 1952 de yayınlanmıştır. Mektubları ve müteferrik makaleleri de bunu takip edecektir. Sabırsızlıkla bekliyoruz. Ben bu yazımda Ziya Gökalp’ın «Büyük Adam Kültü» bakımından inançlarını kısaca incelemek istiyorum. Makaleye başlık olarak şöyle demeli idim :
BÜYÜK ADAM KÜLTÜ
Ve
ZİYA GÖKALP
Eski valilerden dostum Diyarbakırlı Kadri Üçok anlatmıştı; bir gün buluşma yerleri olan bir eczahanede imişler. Kadri Bey, Diyarbakır’a güzel rengi ve kokusuyla ilkbaharın müjdesini getiren menekşelerden bir demeti Gökalp’a vermiş. Ziya Bey hemen şu beyti söylemiş:
«Etmez bizim bahara delâlet’ menekşeler,
Yüz-pâre top ile açılır nevbaharımız!»
Zaman, Abdülhamid devri olduğuna göre «yüz-pâre top» la gelecek olan bahar, Padişahın düşmesi ve «Kanun-i Esasî»nin ilânı demekti. 1908 Temmuzunda Padişah düşmedi ama «Hürriyet» geldi. Bunu takip eden süre içinde, dış görünüşü durgun, fakat iç hayatı tuğyanlı olan Ziya Gökalp’ı «Hürriyet » Kâ’besi bellenen Selanik’te görüyoruz. Durmadan düşünen, arayan okuyan ve yazan genç Ziya, burada canlı bir çevre buluyor. «Genç Kalemler, arasına giriyor.
«Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,
Vatan büyük ve mukaddes bir ülkedir: Turan.»
Selânik’te duyduğumuz ilk feryadıdır.
Ziya Gökalp, âlim miydi; filozof muydu; şair miydi? Bu sorulara hayır denilemez. Onda bu üç marifet kaynağından da unsurlar vardı. Fakat asıl benliğini yoğuran, vatanperverliği yepyeni ve aydın mânada anladığı milliyetperverliği idi. Çünkü ilim, onun gözünde milletini bilmek, felsefe onun indinde milletinin yüksek tefekkürüne ve sezgisine ermek, şiir onun elinde milletinin iştiyaklarını ve hasretlerini dile getirmekti, Mütemadi bir tekâmül içinde «milliyet» ve «Türkçülük» anlayışını geliştiren merhum, tabiî olarak, siyaset içinde erdiği fikirleri gerçekleştirecek «kahraman»ı aradı. Cemiyetin temsilcisi olarak gördüğü «dâhi», fiil ve harekette bu «kahraman»dı. Dikkati ve şuuru bu arayışta o kadar sâbitti ki, rejim meseleleri bile bu mihverin etrafında dönüyordu.
Haricî manzarasında değişken olan Ziya Gökalp’ı tenkid edenler olmuştur. Meselâ merhum hakkındaki eserinde Prof. Hilmi Ziya Ülken şöyle der:
«Hakancılığın hararetli ideoloğu, inkilâbdan sonra Cumhuriyetçi olmakta güçlük çekmedi. İmparatorluk devrinde Hakanlık, bir emrivâki idi; fakat onun en ileri müdafii rolünü üzerine alan bir mütefekkirin, iki sene içinde bütün sistemini yeni siyasî şekillere göre değişivermesi şaşılacak şeydir.»
Hayatının basitliği, mevki ve para hırsından uzaklığı gözönüne alınınca, Türk milletini kurtarıp yücelten her kim ise Gökalp’ın ona bağlanmasını şaşmadan görebiliriz, sanırım. İttihad ve Terakki zamanında yapmağa çalıştığı bu Cumhuriyet misyonunu devrinde yerine getiremiyeceğini anladığı vakit, köşesine çekilmesi de bunu gösterir.
Ondaki büyük adam arama ve kahraman kültü, üç şahısta toplanır; Talât Paşa, Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa.
Talât Paşa için şöyle der:
«Sen canları birleştiren bir ruhsun,
Vicdanini sende görür cemiyet;
O bir necat teknesidir, sen Nuh’sun,
Sen olmasan Öksüz kalır bu millet,
Bu dört satırın içindeki mübalaga, onun ruhundaki millet sevgisi ve kaygusunun ifadesidir. Çünkü Ziya Gökalp, Talât Paşayı «Türk neferi gibi temiz yürekli, Türk tarihi gibi namus heykeli» olarak kabul etmiştir. Yalan mı?
Enver Paşa’ya gelince, ifadesindeki ifrat, hakikatleri şişirip patlatacak kadar büyümüştür.
«Arş’tan sana ya ilahi bir müjde
Verilmişti. yahud kudsi bir ferman,
Biliyordum nedir Hakkin muradı.
O imanla açtan Büyük-Cihadı)
Olaylar ortaya çıkardı ki, Enver Paşa, Arş’tan “ne ilâhi bir müjde” ne de kudsi bir ferman» almamıştı. Hakkin muradını biliyor idiyse “Böyük Cihadı” açmaması lazım gelirdi. Aksi takdirde Osmanlı Ülkesinin parça parça olmasın, yahut Türk gençliğinin hattâ vatandan uzakta bölük bölük can vermesini bile bile gözealdı, demektir.
Ziya Bey, bütün bu çelişmelere, bütün bu hayal kırıklıklarına ehemmiyet vermedi. Çünkü o, büyük adamı, kurtarıcıyı arıyordu. Bu arayışta. şüphesiz samimî idi. Buluşundaki hataları, aramasına engel olmadı. Çünki onun için “ferd yok, cemiyet var”dı. Ferd, ancak cemiyetin mümessili olabildiği zaman var olabilir ve bu temsil ödevini tam yaptığı vakit “büyük”, sayılabilirdi.
Nitekim Malta sürgünü, Milli Mücadele çevresine girdikten sonra “büyük adamı», «Mustafa Kemal»de buldu. «Türkçülüğün Esasları»nda şöyle der:
“Maamafih Türkçülüğe dair bütün bu hareketler akim kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük meſküresi etrafında birleştirerek büyük bir inkıraz tehlikesinden kurtarmağa muvaffak olan Büyük Dâhi zuhur etmeseydi Bu Büyük Dåhi’nin ismin söylemeğe hacet yok. Bütün cihan, bugün Gazi Mustafa Kemal ismini mukaddes bir kelime addederek her ân hürmetle anmaktadır. Evvelce Türkiye’de Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün her hak, Türkündür.“
Millî meseleleri kaygularının başı yapmış bu mütefekkir insanın sekseninci doğum yılını hayatında kutlamayı gönlüm ne kadar isterdi. Ziya Gökalp dünyaya gelmesiyle milletine hizmet etmiş büyüklerimizden biri olmak kıymetini ve mazhariyetini her zaman muhafaza edecektir.”
(1 Nisan 1956 tarihli “CUMHURİYET”in “Köşemden” sütunu) Hasan-Âli YÜCEL
Not: Okuyucularımın Kurban Bayramı’nı tebrik ediyorum.