
Kenan EROĞLU
Bir süre ara verdiğim Ziya Gökalp konusuna kaldığım yerden devam ediyorum. Bu yazılar ve alıntılardan amacım büyük bir mütefekkirin doğumu, çocukluğu, aile ve yetişme ortamı ile birlikte aile yakınları ve aile dostları ve de onu yakinen tanıyan kimselerin onun hakkındaki görü ve düşünceleri belirtmek ve gün yüzüne çıkartmaktır.
Kısaca bir mütefekkir hangi ortamda, hangi şartlarda ve ne şekilde yetişmiştir konusu yazılarımızın ana tema’sı olmuştur.
Büyük düşünürümüzün fikirleri üzerinde pek fazla durmadık. Onun fikirleri İmparatorluğumuzun son bulmaya yüz tuttuğu bir dönem, çalkantılı bir ortamda gelişmiş ve oluşmuştur. Bu yüzden bu günden geriye bakarak değerlendirme yapmak, “bazı konularda çok isabetli görüşler ileri sürdü, bazı konularda ise yanlışlara düştü” gibi iddialar ilim ve fikir adamlarımızı ve akademisyenlerimizi ilgilendirmesi gerekir.
Biz onu yakın çevresiyle birlikte ele almaya çalıştık.
1923 yılında vefatının ardından adeta unutulmaya terk edilen hatta kendisi hakkında bir takım olumsuz düşünceler ileri sürenler olduğu gibi, en önemli eseri olan “Türkçülüğün Esasları” kitabı da çok uzun yıllar ne yazık ki basılmamış basılamamıştır. Hatta işin diğer ilginç bir yanı ise; Lise öğretmenleri ve Lise öğrencileri için yazdığı pek çok kitap ise ailesinden basılmak üzere alınarak bu kitaplar ne basılmış ne de aileye iade edilmiştir.
Bu gün Ziya Gökalp’ın büyük kızı Senihe Göksel’in aile hakkındaki yazısını aktarıyorum.
“”ANNEM VECİHE ZİYA GÖKALP (*)
(1879-1934)
Senihe Göksel
(Ziya Gökalp’ın Büyük Kızı)
Vecihe Hanım, babamın amucası Hacı Hasib Efendi’nin biricik kızıdır. Haci Hasib Efendi Bağdad’da Ceza Reisi iken Esmâ Hanım ile evlenmiş, Vecihe Hanım da bu hanımdan doğmuştur. Esmâ Hanım’ın âilesi Pilevne’den gelip Bağdad’a yerleşmiş bulunan bir Türk soyundandır. Haci Hasib Efendi’nin ilk karısı, Diyarbekir’li Penbe Hanım’dı. Haci Hasib Efendi’nin birinci karısı öldükten sonra ikinci defa, Vecihe Hanım’ın annesi İbrahim Efendi kızı Esmâ Hanımla evlenmişti.
Haci Hasib Efendi uzun yıllar Bağdad Vilayetinde adliye teşkilatında çalıştıktan sonra Diyarbekir’e gelip yerleşmiş, memuriyetinin som yıllarını burada geçirmişti. Bu senelerde Haci Hasib Efendi’nin kardeşi dedem Tevfik Efendi ölmüş, ondan yetim kalan çocuklarından babam Ziya Beğ’le alákadar olmaya başlamıştı. Bu sıralarda Rüşdiye’yi bitirmiş bulunan ve okumaya gole meraklı olan Ziya Beğ, babası Tevfik Efendi’nin zengin kütüphanesinden çok faydalanmış, Tanzimat Devri sanat ve fikir adamlarının eserlerini okumuş, bu arada, Namık Kemal’in matbu ve gayrimatbu eserlerini iyice incelemişti. Amucası Haci Hasib Efendi de, İdadiye devam eden Ziya Beg’e arapça ve farsça öğretmiş, onun gittikçe gelişen felsefi temayüllerini tatmin için de İslâm Felsefesini okutmuş; bu arada Muhiddin-i Arabî, İmam Gazali gibi filozofların eserlerini Ziya Beğ’e tanıtmıştı. Böylece, daha çocuk denilecek bir yaşta iken Ziya Beg’in felsefi meseleler üzerinde düşünmek kabiliyeti geliştirilmişti.
Ziya Beğ’deki muhakeme kabiliyeti, tecessüs merakı, ağır ve çapraşık meseleleri çözmek hususundaki harikulade anlayışı, Haci Hasib Efendi’n gözünden kaçmamış, Ziya Beğ’e:
“Sen öyle bir pırlantasın ki, ne göğse takılır, ne de başa. Bu büyük Pırlantayı bir masa üzerine koyup seyretmeli”, dermiş.
Buna ilave olarak Ziya Beğ’in ahlaki hayatı da amucası Haci Hasib Efendi’yi çok memnun etmiş olmalı ki, biricik evladı olan Vecihe Hanım’ı Ziya Beğ’e vermeyi düşünmüş; fakat okumaktan, kafasındaki meseleleri halletmekten başka birşeyle alâkadar olmayan Ziya Beğ, Haci Hasib Efendi ölünceye kadar bu mesele ile ilgilenmemiştir…
Ziya Beğ, artık Diyarbekir’deki tahsil tarzını kâfi görmüyor, yüksek tahsil için Istanbul’a gitmek istiyor; buna amucası Haci Hasib Efendi şiddetle muhalefet ediyor. O, Ziya Beğ’in tahsilini Diyarbekir’de tamamlamasını, yani kendi kendini yetiştirmesini kâfi görüyordu. Böylece Ziya Beğ tahsilini bırakacak ve amucasının kızıyla evlenecekti. Fakat, Ziya Beğ, mutlaka Istanbul’a gitmek ve tahsilini orada tamamlamak ihtiram içinde kıvranıyordu. Nihayet, ortanca kardeşi Nihad Beğ’in Erzurum Askeri İdadisinden gelip sılasını geçirmek için Diyarbekir’de bulunuşu, Ziya Beğ’in bu idealinin gerçekleşmesine imkân verdi; yaz tatili dönüşünde kardeşini uğurlamak bahanesiyle Diyarbekir’den âdeta kaçak suretiyle ayrıldı. Istanbul’a geldi, yatılı ve parasız olduğu için Mülkiye Baytar Mektebi’ne girdi. Fakat burada politika ile uğraştığı için son sınıfta iken Ziya Beğ yakalanarak dokuz ay Taşkışla’da, üç ay da Mehterhane’de hapsedildikten sonra, Diyarbekir’e kalebend olarak sürülüyor. Bu sırada amucası Haci Hasib Efendi ölmüştür. Kız Vecihe Hanım’ın Ziya Bey’le evlenmesini vasiyet ettiği için, Ziya Beğ’in akrabasından (mebuslardan Fikri Apaydın’ın babası) Vergi Müdürü Hamdi Beğ ile eniştesi Mirikátibizâde Rüşdi Efendi ve ablası Sàcide Hanım, amucasının vasiyetini Ziya Beğ’e haber verirler. Ziya Beğ de amucasının vasiyetini yerine getirerek Vecihe Hanım’la evlenir.
Vecihe Hanımla Ziya Gökalp’ın yedi çocuğu olmuştur. Bunların isimlerini ve doğumlarını sıra ile veriyorum: 1) Senihe (GÖKSEL), 2) Vedâd, 3) Sedâd, 4) Sevinç, 5) Hürriyet (GÖKALP), 6) Adsız ve 7) Türkân (YURTCANLI). Bunlardan Vedâd ile Sedad erkek, diğerleri kızdılar. Fakat birkaçı çabuk öldüler: Vedâd, on üç gün yaşadı; Sedad iki yaşında, Sevinç, bir buçuk yaşında Adsız da doğumunda öldüler. Babam ilk yazılarının bir kısmında oğullarının adını kullanmıştır.
…
Babam, anneme karşı çok sevgi ve saygı gösterirdi. Biz çocukları annemizin emirlerini ihmal ettiğimiz zaman, babamın çok canı sıkılırdı. Babam her zaman bize:
“Annenize benden ziyade sevgi ve saygı gösteriniz”, derdi. Annem de, ütün ömrünü babam için harcadı durdu. Annemin dünyası, babamın havası ile dolu idi. O havanın dışında herhangi bir âlem annem için mevcut değildi. Enerjisini, babasından kalan servetini, seve seve babamın uğrunda harcamaktan sonsuz bir zevk duyardı. Annemin babama karşı olan sevgisi, çocukluğundan beri devam ediyordu. Annem doğduğu zaman, büyükbabam TevfikEfendi, ağabeyisi Haci Hasib Efendi’ye:
“Vecihe’yi ileride oğullarımdan birisine verirsiniz”, demiş.
Haci Hasib Efendi de:
“Ben, oğullarınızdan Ziya’yı çok severim. Allah kısmet ederse, Ziya’ya veririm”, demiş. İşte annem ile babamın biribirlerine tâ çocukluktanberi sürüp gelen bir nişanlılık bağı, annemin ruhunda artan bir iştiyak halinde kuvvetlenmişti.
Hatırlıyorum, Hürriyetin İlânı’ndan sonra babam Istanbul’a gitmişti. Ondan mektup gelmediği zamanlarda annem, merakından hastalanır, babamdan haber çıkınca kurban kestirir, fakirlere para dağıtırdı. Babam evimizin ışığı idi; o aramızda olmayınca herbirimiz bir tarafa çekilir, annem pencerenin önünde babamı beklerdi. O zamanlarda hepimizin ruhunda bir karanlık dünyanın korku ve heyecan dolu havâsı eserdi.
Hele babam Mütareke sırasında tevkif edilip Bekirağa’ya sevkedildikten sonra, o zaman babamın idam edilmesini isteyen muhalif gazetedeki yazıları okurken, annem, ne kadar üzülür ve ağlardı.
Bekirağa Bölüğü’nde babamı her ziyaret edişimde, zavallı babacığın daima annemi sorar, onun sıhhatiyle alâkadar olurdu. Kendine âit hiç bir şeyden bahsetmezdi. Huzur ve ümit dolu ruhunun neşvesini orada da kaybetmemişti.
Babam Malta’ya sürüldükten sonra, iki yıl yalnız kaldık. Bu babasız ve kimsesiz geçen yıllarımızda Halamın kızı Fevziye Hanım’ın kocası rahmetli Eczacı Yarbayı Nedim Beğ’in bize olan yardımını bugün şükranla hatırlıyorum. Bu elem dolu günlerin acı hatıralarını geçiyorum, tekrar annemle babamın ev hayatlarına dönüyorum.
Babam, annemin yaptığı yemekleri çok severdi. Babamın misafirleri olduğu zamanlarda yemekleri annem yapardı. Talât Paşa, bize geldiği vakit, annem ona Diyarbekir yemekleri yapardı. Talât Paşa, Diyarbekir köftesi’ne bayılırdı. Ömer Seyfeddin, Yahya Kemal, Diyarbekirin yumurta tatlısını çok severlerdi. Zavallı Ömer Seyfeddin, şeker hastalığından rahatsız olduğu için bu tatlıyı yiyince âdeta diline bir ağırlık çöker, konuşmada zorluk çekerdi. Bütün bu rahatsızlıklarına rağmen, bu tatlıyı yemekten vazgeçmezdi.
Bu arada zavallı anneciğim, babamın müsafirlerini memnun edebilmek için saatlerce çırpınıp dururdu…..
Evin bütün idaresi annemin elinde idi. Herşeye hâkim o idi. Fakat evin faaliyet merkezi, babamın rahatını temin etmek gayesi etrafında toplanmıştı. Hâtırlıyorum; babam eve gelince her şey, hepimiz susardık. Evde bir sevgi ve saygı havası eserdi. Babam okumaya başlayınca, evimizde mutlâk bir sükûnet olurdu. Bunun için babamın en küçük bir ihtarı bile vâki olmamıştır.
Babam yalnız bize değil, evimizdeki işçilere bile gönül kırıcı bir söz söylemezdi. O, herkese karşı sevgi ve saygı gösterirdi. Fakat, nasıl izah etmeli, bilmem ki? Bütün şefkatine ve hoşgörürlüğüne rağmen, babamın havasında, herkesi kendine bağlayan ve saydıran bir hali vardı.
Bu sevgi ve saygı duygusu, annemde son haddine varmıştı. Babam akşamları biraz gecikse annem telâşa düşer, pencerenin önünde babamın yolunu gözlerdi. Eğer bu gecikme biraz uzun sürerse, annem, babamın bulunması muhtemel olan yerlere bizi koştururdu. Babam eve gelinceye kadar annem üzülür, bazan da ağlardı.
Bir kadın kocasını nasıl sever? Bunu annemde görmek lâzımdı. Babamın annemin servetini, hep ideali uğruna harcamıştı. Buna karşılık, en parasız kaldığımız günlerde bile, annemden babama karşı en küçük bir şikâyetini bile işitmedik. Annem, tahsil yapmamış olmasına rağmen, daha babam isim ve şöhret yapmadığı ilk evlendikleri zamanlarda bile, akrabalarının muhalefetine ve dedikodularına ehemmiyet vermiyerek, babamdan hiçbir şeyini esirgememişti; oldukça mühim bir gelir getiren arazi ve emlâkini istediği gibi satma ve kullanmasına karışmamıştı. Annem babamın temiz ahlâkına ilk zamanlarındanberi büyük bir imanla bağlanmıştı. Ölünceye kadar ayni inanı taşımakta devam etti.
Babam da, anneme karşı ayni sevgiyi, saygıyı beslerdi. Onun arzuların yerine getirmeye çalışırdı.
Annemin içinde, zaman zaman taşıdığı bir ev sahibi olmanın arzusu canlanırdı. O zaman Diyarbekir’deki kalan emlakini satıp, Istanbul’da bir ev almak arzusunu izhar ederdi; babam da buna karşılık olarak: “Önce yurt, sonra yuva”, cevabını verir, “yurdumuz düzene girdikten sonra, yuva işini düşünürüz”, derdi. Annem de buna karşı susardı. Hiç bir gün onların münakaşa ettiklerini görmedik. Ömürleri, tam bir anlaşma havası içinde geçti.
Babamı yazdığı masalların bir kısmını annemden dinlemişti. Annem, Diyarbekir’de masal söyleyen kadınları arar bulur, bunları eve davet ederdi. Bu masal söyleyen hanımların anlattıklarını dinler, sonra bunları yazar babama verirdim. Babam bunları okur ve masal deyim, motif ve üslûbiyle bunları manzum veya mensur olarak yazardı. Yazdığı bu masalları anneme okur, ondan sonra neşrederdi. Böylece folklor işlerinde, annem babamın en çalışkan bir yardımcısı idi diyebilirim.”” (Konuya gelecek yazımızda devam edeceğiz)
(*) ”Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla “ZİYA GÖKALP ve açılan Ziyagökalp Müzesi” kitabındaki Seniha Göksel yazısı, Işıl Matbaası, İstanbul 1956, sayfa: 124-125-126-127-128
Not: 1956 yılında, Ziya Gökalp’ın büyük kızı tarafından kaleme alınan bu yazının diline dokunulmamış olduğu gibi yayınlanmıştır.