
Halim Kaya
Bernard Lewis’in “Demokrasinin Türkiye Serüveni” adlı kitabını görünce daha önce yedi kitabını okumuş ve haklarında birer değerlendirme yazısı da yazmış ve hala okumak için sıra bekleyen birkaç kitabı daha bulunurken nasıl bu kitaptan haberdar olmamışım diyerek hayıflandım. Hemen kitabı aldım.
Bernard Levwis’in “Demokrasinin Türkiye Serüveni” adlı kitabını Türkçeye Hamdi Aydoğan ve Esra Ermert çevirmiş. Kitabın ilk baskısı Şubat 2003’de Yapı Kredi Yayınları tarafından yapılmış, elimizdeki 9. Baskısı da yine Yapı Kredi Yayınları tarafından 67 sayfa olarak yapılmış. Kitap, “İçindekiler”, “Önsöz”, “Türkiye’de Demokrasi”, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Kökenleri”, “Tarihsel Perspektif İçinde Türklerin Demokrasi Deneyi”, “Neden Türkiye İslam Dünyasındaki Tek Demokrasi?” başlıklardan oluşmakta ve bu küçük kitapçıkta, risalede anlatılmak istenenler dört bölümde anlatılmış bulunmaktadır.
Bernard Lewis Türk demokrasisinin üzerine yazdığı makaleyi yazma ya da kitabı hazırlama sebebini “Türk demokrasisinin zorluklarını ve başarılarını belgeleyip açıklamak” olduğunu ancak bununla asıl göstermek istediği “demokrasinin, yani anayasal, temsili, sorumlu ve sınırlı hükümet etme modelinin daha önce var olmadığı ya da bilinmediği yerlerde, özellikle de kıta Avrupası’nın önemli bir bölümünde ve Latin Amerika’da yavaş yavaş yeniden kurulduğu ya da ilk kez oluşturulduğu bir dönemde yapmaktı.” (s.7) diyerek Türk demokrasisinin zorluklarını Avrupa ve Latin Amerika’ya göstermek istediğini ifade ediyor. Bir nevi Avrupa ve Latin Amerika’ya demokrasi dersi veriyor. Sizde bu zorluklara katlanın diyerek. Türkiye’deki demokrasinin Cumhuriyet tarafından kurulduğunu ancak “her ne kadar temelde Cumhuriyet’in bir başarısı olsa da, sıfırdan, cumhuriyetin ilan edilmesiyle başlamadığını, daha önceki Türk ve özgül olarak da Osmanlı tarihinde öncülleri” (s.7) olduğunu da bu kitapta göstermeye çalıştığını söylüyor. Her ne kadar devlet rejimi monarşi ve daha sonraları meşrutiyet olarak farklı olsa da Türklere ve Osmanlıya mahsusu bir demokrasi anlayışının olduğunu da itiraf ediyor.
“Mayıs 1950’de Türkiye Cumhuriyeti’nde düzenlenen genel seçim muhalefetin şaşırtıcı zaferiyle sonuçlanmıştı.” (s.9) Yirmi yedi yıl ülkeyi yönetmiş olan CHP “özgür ve huzur dolu bir seçim ortamında” (s.9) yeni kurulmuş DP’ye yenilmişti. Daha önce 1924’te ve 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası ile Mustafa Kemal Atatürk döneminde de muhalefet denemesi yapılmıştı (s.9).
1923 yılından beri seçim yapılması ve Cumhuriyet ilan edilmiş olmasına rağmen “sıfırdan, cumhuriyetin ilan edilmesiyle başlamadığı” için dolayısıyla yönetim demokratik değildir. Hatta daha da geri giderek “Cumhurbaşkanı meclis adaylarını [milletvekillerini] bizzat kendisi seçmiş [aslında adayları belirlemiş], 1935 yılındaki Parti Kongresinin ardından da, İçişleri Bakanlığı ve Parti Genel Sekreterliği birleştirilmişti. Aynı şekilde illerde valiler, konumları gereği parti il örgütünün de başkanı oluyordu.” (s.10) Sanki tek parti devleti kurulmuş, ya da her şey siyasallaştırılıp kurumlar iktidar partisine bağlanmıştır. Bu CHP döneminde resmi yoldan ve aleni olarak yapılırken günümüzde kadrolaşma denilen ve gönüllük esasına dayan bir anlayışla terk parti tahakkümüne dönüşebilmiştir.
1939 yılına gelindiğinde CHP “Parti kongresinde parti ile devlet ve parti ile hükümet atamaları arasında bir miktar ayrışma” sağlanmış hatta kontrollü bir muhalefet denilebilecek bir uygulama ile “kendi milletvekilleri arasından, muhalefet işlevi görmekle görevlendirilmiş bağımsız bir grup oluşturdu.” (s.10) 1945-1946 yıllarında dernekler kanunun ve ceza kanunu değiştirilerek propaganda serbest bırakıldı ancak sadece iki yasak bırakıldı; din ve devlet işlerini ayrılığının tartışılamaması, klerikalizm ve komünizm yasağı kaldı.
1950 yılında on yıllardı Türkiye’yi yöneten CHP’ini kendi yenilgisini ve azlini, hükümeti DP’ye devretmeyi neden kabul ettiği sorusunun cevabını o dönem gözlemcileri “İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, ülke tehlikeli bir şekilde dışlanmıştı. Batı’da Türklere ısrarlı ve zaman zaman şüphe uyandıran tarafsızlıkları nedeniyle, 23 Şubat 1945’te Almanlara, teslim olmalarından birkaç hafta önce savaş açmalarının gidermediği hoşnutsuzlukla bakılıyordu. Daha da önemlisi Doğu sınırının değişmesi konusunda olduğu kadar Boğaz’daki üslere yönelik taleplerini de 1945 ve 1946’da ortaya koymakta hiçbir zaman kaybetmeyen savaş galibi Sovyetler Birliğinin tehdidi altındaydılar.” (s.10) Ve dolayısıyla bazı demokratikleşeme girişimlerinin Sovyet tehlikesine karşı Batı desteğini arkasına almayı sağlayacağını düşünen hükümet demokratikleşme adımları atmıştır. Burada belki enteresan olacak ama Türkiye’de hiç dile getirilmeyen bir husus var ki Türkiye 2.Dünya Savaşının bitimine, Almanya’nın teslim olmasına bir kaç hafta kala Almanya’ya savaş ilan etmiş, ancak bu savaş ilanı bile Batı’lı ülkeleri memnun etmemiştir.
Yalnız Bernard Lewis Batı desteğinin sağlanmasında o zamanın gözlemcilerinin öngördükleri gerekçenin pek etkin olduğunu düşünmemektedir. Ona göre “Türkiye yeni bir devlet değildi, yöneticileri de devlet işleri ve diplomasi oyunlarında amatör değillerdi. Yapılan değişiklikler kısa vadeli doğaçlamalar değil, uzun vadeli gelişmelerdi. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasındaki karşıtlık büyüdükçe, Türkiye’de demokratik normların kabul ya da bırakma yolundaki kararının üzerinde nerdeyse hiç etkisi olmayacağını, Türkiye’nin yöneticileri baştan bilmiyorduysa kısa sürede öğrenmiş olmalıydı.” (s.11) Türkiye’deki demokratik değişim diplomatik hesaplarla açıklanmasının yüzeysel ve fazla basite indirgenmiş olacağını ancak Avrupa’nın özellikle Batı Avrupa’nın bu demokratikleşmede etkisinin çok büyük ve gerçekten de hayati önem taşıdığını da düşünen Bernard Lewis Türklerin demokratikleşme başlangıcını 1699 Karlofça Antlaşmasıyla kabullenmek zorunda kaldıkları yenilgi ve başarısızlığın getirdiğini savunmaktadır. Batı’nın zenginlik, güç ve özgüveniyle karşılaşan Türk yöneticiler kendi toplumlarının ne kadar fakir, devletlerinin güçsüz olduğunun farkı vararak “Batı dillerini öğrenmeye, Batılı danışmanları ve hatta eğitimcileri çağırmaya ve kendi öğrencilerini Batı ülkelerine göndermeye başla”yarak (s.12) demokrasiyi öğrenmeye başladıklarını düşünmektedir.
Bernard Lewis Japonya’nın 1905 yılında Rusya’ya karşı kazandığı zafer demokrasi dalgasının yayılmasına (s.12) vesile olmuş, Osmanlı Devletinde demokrasi uygulamasına “1908 Jön Türk Devrimi” (s.13) ile geçildiğini ve anayasal bir yönetim anlayışı ve yeniden kurmak bu demokratik anlayışının temelini oluşturmuştur. Osmanlı’da yapılmış olan Jön Türk Devrimi aslında İttihat ve Terakki Cemiyetinin sonradan fırkaya dönüşerek iktidarı ihtilal ile ele almasıdır. Ülkemizdeki genel kabul Jön Türklerin daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyetini kurduğu yönündedir. Ancak İsmail Küçükkılınç yazdığı “Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihatçılık” adlı kitabında Jön Türklerin İttihat ve Terakkiden önce ve farklı bir anlayışta olan siyasi grup olduklarını ancak daha sonra kurulan İttihat ve Terakki’ye bazı Jön Türklerin faaliyet göstermek için girdiklerini, bu giren kişlerin İttihat ve Terakki’nin fikri yapısını Jön Türkleştiremediğini savunmaktadır. “Jön Türkler [İttihat ve Terakki Fırkası] döneminde seçimler 1908, 1912 ve 1914 yıllarında yapıldı. Sonuncusu hariç diğerleri birden fazla parti arasında yapıldı; hiç birisi de iktidarın el değiştirmesiyle sonuçlanmadı.” (s.13) 18 Mart 1920’de Osmanlı Mebûsan Meclisi kendini tatil etti, 11 Nisan 1920 ‘de de Sultan Vahdettin kapatır. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Mustafa Kemal tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. 20 Ocak 1921’de Türk Devletinin ilk anayasası olan “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” kabul edildi. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi, 20 Nisan 1924’te de Anayasa kabul edildi (s.14).
“dört müdahale 1960, 1971, 1980 ve 1997 yıllarında gerçekleşti. 1960 ve 1980 darbeleri iktidardaki bütün siyasilerin koltuklarından indirilip yeni bir siyasi düzen kurulması şeklindeydi. Diğer ikisi ise (1971 ve 1997) askeri güçlerin, devlet yönetimindeki siyasiler üzerindeki perde arkası baskısı şeklinde olmuştu.” (s.15) 1960 ve 1980 yıllarında yapılan askeri müdahaleler darbe veya ihtilal olarak adlandırılırken 1971 ve 1997 yıllarında yapılan askeri müdahaleler muhtıra olarak isimlendirilmişlerdir.
Bernard Lewis 1960 ihtilalında EMİNSU adı verilen yolla Ordudan emekliyi sevk edilen 235 general ve 5000 subay için “Komite yine de ikinci bir askeri darbeye karşı kendini korumaya aldı.” (s.16) dese de Alparslan Türkeş’in 12 Eylül 1980 tarihine kadar Özel Kalem Müdürlüğünü ve MHP İdare Amirliği görevini yürüten ve kendi ifadesiyle Alparslan Türkeş ile geçirdiği 34 yıllı yakın mesai sırasında kendisinden dinlediği hatıralarını yazdığı “Son Asker Alparslan Türkeş” kitabında Ordunun gençleştirilmesi ve Modernize edilerek daha dinamik bir ordu kurulması için bu emeklilik işleri gerçekleştirilmiştir. Bizzat ihtilalın fiili lideri olan Türkeş emeklilik işlemlerinin gayesinin Bernard Lewis’in dediği gibi karşı ihtilaldan korunmak olmadığı ifade etmektedir. Ancak dolaylı bir fayda olarak bu emeklilik işlemleriyle karşı ihtilal de engellenmiş olabilir.
Bernard Lewis’in yukarıda bildirdiği gibi askeri hareketlerin hepsi askeri olması dolayısıyla anti demokratik olması gerekirken aksine bu askeri ihtilallar sırasında ülkenin yönetimdeki eksikleri giderecek, denetleyecek, adaleti tesis edecek ve toplumsal eksikleri önleyeceği düşünülen bazı kurumların kurulması sağlanmıştır. Ancak askerler sivil dönemde de etkilerini sürdürecek ve otoritelerini koruyup tesis edecek kurumları kurmaktan, geleceklerini garantiye almaktan da geri durmuyorlardı. “1961 Anayasasıyla pek çok yeni kurum, özellikle de senato ve anayasa mahkemesi ortaya çıktı. Yeni anayasa aynı zamanda askerlerin sesinin güçlü çıktığı bir Milli Güvenlik Konseyi’ni (MGK) 1971’deki anayasa değişikliğiyle hayata geçirdi.” (s.117)
Tercüme edenler yanlış veya kasıtlı tercüme etmedilerse Bernard Lewis’in 1980 öncesi sol terör olayları ve sendikalar hakkında yazdıkları eğer kasıtlı bir çarpıtma değilse Lewis gerçek manada Türkiye’yi tanımamaktadır. Çünkü “Bu arada soldan başlayan ama daha büyük oranda aşırı sağa uzanan geniş bir yelpazede siyasi şiddet tehlikeli bir şekilde tırmanıyordu.” (s.18) şeklinde kurduğu cümle ile aşır Sağ diye adlandırdığı kişiler Ülkücülerdir ve aksine Ülkücüler aşır sağ değil milliyetçiler olarak vatanını savunan milliyetperver kişilerdir. Ülkeleri komünist işgale uğramasın diye mücadele etmişlerdir. Şiddeti Ülkücüler tırmandırmamış aksine solcu komünistler tırmandırmış 5000 ülkücü yanında Ülkücü belediye başkanları ve Ülkücü Bakanı bile öldürmüşlerdir. Mağdur olan insanların nefsi müdafaa durumunda kalmalarının adı terörü tırmandırdı olmaması gerekirdi. “[2 Eylül İhtilalında] Hemen ardından iki radikal sendikanın faaliyetleri durduruldu.” (s.20) İfadeleriyle kastedilen Komünist sendika DİSK Devrimci İşçi Sendikaları ve MİSK Milliyetçi İşçi Sendikaları’dır ki MİSK DİSK’in fabrikaların çalışma ortamını savaş alanına döndürdüğü, çalışmak, üretmek isteyen işleri işyerine sokmadığı, şiddet kullanarak işvereni tehdit ettiği için bunlardan kurtulmak isteyen işçilerin sadece çalışıp emeğinin karşılığını almak isteyen işçilerin kurduğu sendikalardır. Ülkücüleri terörün bir tarafı göstermek çok insafsız bir niteleme olmuş ki mutlaka Bernard Lewis’in bu konuda Türkiye’den bilgi aldığı, danıştığı kişiler sol görüşlü kişilerdir.
Bernard Lewis’in Türkiye’den bilgi aldığı ya da danıştığı kişilerin sol görüşlü kişiler olduğu kanaatimizi pekiştirecek ikinci bir görüşü de 1. Cumhuriyet, 23. Cumhuriyet ve 3. Cumhuriyet ifadeleridir. “Birçok açıdan Üçüncü Cumhuriyet’in anayasası, bir önceki 1961 anayasasının tam tersiydi. İkinci Cumhuriyet yasama ve yürütme yetkisinin kısıtlanmasıyla ilgilenirdi. Üçüncü Cumhuriyet ise yürütmenin, cumhurbaşkanının ve MGK’nın yetkilerini de önemli ölçüde artırdı.” (s.20) Anlaşılan Bernard Lewis’in 1924 meclisinin yaptığı anayasaya 1. Cumhuriyet, 1960 ihtilalıyla yapılan anayasaya 2. Cumhuriyet, 1980 1960 ihtilalıyla yapılan anayasaya 3. Cumhuriyet demektedir ki ülkemizde Cumhuriyeti sayılarlar isimlendirenler komünist ve sosyalist aydınlardır. Dolayısıyla Bernard Lewis tafrasız olamamış sol aydınlardan etkilenmiş ve onların danışmanlığını değilse bile fikirlerini almıştır.
Bernard Lewis’in yanlış bildiği bir husus daha var ki bu da “1987 yılında Özal (….) Aynı yılın Eylül ayında Başbakan Özal ordunun baskısıyla anayasa değişikliği getiren bir referandum düzenlemek zorunda kaldı; bu referandum eski politikacıların siyaset yasaklarını kaldırılması amacı taşıyordu.” (s.21) ifadesinde geçen “ordunun baskısıyla anayasa” referandum yapıldığı bilgisidir ki Bernard Lewis’in aksine ordu liderlere yasak koymuş ve özellikle Alparslan Türkeş tahliye olduğu 1986 yılına kadar 5,5 yıl hapiste tutmuştu. Ordunun baskısı yerine Demirel, Türkeş ve Erbakan’dan oluşan eski siyasilerin ve taraftarlarının yoğun baskıları sonucunda Özal siyaset yasağını kaldırtan referandumu yapmak zorunda kalmıştır ki o günleri biz de hatırlıyor ve Başbuğ’un yasağının kaldırılması için çabalıyorduk.
“Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü bazı tehlikeleri ortadan kaldırmakla birlikte, aynı anda yeni güçlükleri ve fırsatları beraberinde getiriyordu. Yeni bağımsızlığa kavuşan eski Sovyet Cumhuriyetleri’nden altısı büyük oranda Müslüman’dı ve bunlardan beşi Türkçeye yakın bir dil konuşuyordu; yardım ve önderlik konusunda Türkiye’den doğal olarak beklentileri vardı.” (s.22) Evet Sovyetler Birliği dağılınca Beş Türk Cumhuriyeti bağımsızlığına kavuşmuştu. Ancak “Büyük oranda Müslüman’dı” ifadesi yanlıştır. Çünkü İslam inancı oranla ölçülemeyeceği gibi imanın artıp eksilmesi de Ehlisünnet ekolünde söz konusu değildir. Bu ifade ancak bu Türk cumhuriyetlerinin Sovyet Rusya işgali adlında iken nüfus politikaları bakımında Ruslar ve diğer Hristiyanlar yerleştirilerek bir oyun oynanmış ve Müslüman Türk nüfusu kendi ülkesinde tartışılır duruma düşürülmüş olduğu manasına gelir. İkinci olarak “bunlardan beşi Türkçeye yakın bir dil konuşuyordu” ifadesi de yanlıştır. Çünkü Sovyet Rusya tek Türk yurdu olan Batı Türkistan’ı işgal ettiği zaman coğrafi bölümlere ayırdığı Türklerin dillerini kaybetmeleri için her coğrafi bölgeye farklı bir dil dayatmış ve farklı alfabeler hazırlamıştır. Bu coğrafi bölgelerin kendi aralarındaki dil birliğini bozarak anlaşamaz duruma getirmiştir ki Türkiye ile de iletişim yaklaşık yüz yıl kesilince otomatikman farklılaşmalar olmuştur. Ama zorlamalara ve baskılara rağmen konuşulan dil bütün farklılıklarıyla Türkçedir. Ancak yine de Balkanlardan Doğu Türkistan’a Türkçe konuşarak gidebilirsiniz. Her halde bu iki kavram yanlışlığı tercüme edenlerin İslam dini hakkındaki bilgi eksiklikleri ile Türkçeye ve Türk Dünyasına yabancılıklarından kaynaklanıyordu.
Atatürk zamanında ve daha sonraki devrelerde din ve devlet işleri ayrıldığı ve “Din Eğitimi ve her türlü ibadet oklulardan çıkarıldı[ğı]; hatta dini kıyafetlerin ibadet alanları dışında giyilmesi yasaklandı[ğı]” (s.23) halde 1950’den sonra yumuşama başlamış, Ezan Arapça okunmuş, Ankara İlahiyat açılmış ve nihayet “1970 yılında Milli Nizam Partisi adıyla ilk İslamcı parti” (s.23) kurulmuş ancak 1971 yılında kapatılmıştır. “[Siyasal İslamcı parti] 1973 yılında Milli Selamet Partisi adıyla yeniden ortaya çıktı.” (s.23) 1980’de diğer partiler gibi kapatılıp yasaklanan Milli Selamet Partisi, 1987 yılında Refah Partisi olarak kuruldu. Ancak burada Bernard Lewis iki hususa dikkat çekmektedir. Birincisi Refah Partisi diğer partilerden farklı olarak büyük avantaj elde ettiği bir husustur ki “RP’nin dini okullar, çalışma grupları, vakıflar ve cemaatler sayesinde hazır bekleyen bir teşkilata konduğu” için “Bunlarla resmi olarak RP arasında bir bağlantı kurulmasa da, örgütü olamayan öteki siyasi partilere açık olmayan bir yöntem –bana göre bu yöntem İmam Hatip Okullarının RP’nin arka bahçesi olması- sayesinde RP’ye hizmet ettiler.” (s.24) İkincisi de “RP’nin İslamcılardan, örgütlerden ve yurtdışındaki hükümetlerden, özellikle de İran, Suudi Arabistan ve Libya’dan büyük ölçüde [maddi] yardım aldığı” ve “Bu önemli fonlar dini partinin ve örgütlerin gece kondu bölgelerinde, büyük şehirlerde ve çevresinde şimdiye kadar Türkiye Cumhuriyeti’nde görülmemiş ölçüde büyük bir refah programı” (s.24) uygulamasını sağlayarak bütün bunları oy’a dönüştürdü. Aslında burada bir sakatlık var ki bugün geldiğimiz noktada siyasal İslamcıların iç eleştirilerde de Masa Kasa Nisa (Makam, Para, Kadın) geçen kavramların temeli o zamanlarda atılmış, hazine arazileri parsellenerek fakirlere satılmış, bu arsaları satanlar aynı fakire gece kondu inşaatı için gerekli demir, tuğla kireç ve kum vs. de satarak kendilerine bağımlı hale getirmişlerdir. Gece konducuların oluşturduğu İstanbul Sultanbeyli ilçesi önceleri boş devlet arazisi iken A.N.K. tarafından gizli Refah Partisi desteğiyle satılmış aynı zamanda bu bölgede kurduğu inşaat malzemesi satış yeriyle de gece kondu yapacaklara inşaat malzemesi satmış hem hiçbir maliyeti olmayan arsadan hem de inşaat malzemesi satışından iki kere kazanmıştır. Kazanması bitti mi tabii ki hayır. Daha sonra bu kişi RP’sinden belediye başkan adayı olarak Sultanbeyli’nin yanılmıyorsam ilk belediye başkanı da olmuştu.
Demokrasiden bahsetmenin mümkün olması için en az iki seçim geçirip iktidarı iki kere seçimle değiştirmesi gerektiğini savunduğunu söylediği Samuel P. Huntington’nun bu ölçüsüne Türkiye demokrasisinin uyduğunu (s.28-29) ifade eden Bernard Lewis aynı zamanda Türk ordusunun da ihtilal yaptığını ancak diğer ordulardan farklı olarak ihtilal yaptıktan sonra durumlarını güçlendirmek yerine kışlaya çekildiklerini, bu kışlaya çekilişin arkasındaki yatan asıl sebebin NATO üyesi olmasına bağlı olduğunu ifade eder. Ancak gerçek öyle değildir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kurulurken askerler mecliste de görev yapıyor, kuruluşta hem cephede hem de mecliste çalışıyorlardı. Kendilerine bağlı Askeri birlikleri zamanla sivil mücadelelerinin destekçisi kılmaları üzerine Atatürk siyasetle uğraşacakların askeriyeden istifa etmesini, askeriyeden istifa etmeyenlerin de kışlaya çekilmesini, siyasetten elini çekmesini istemiş ve oluşum bu minval üzere gelişmiştir. Zamanla bu gelenek halini almış ve asker olağan üstü durumlarda vaziyete el koysa da durum düzelince geri sivillere devretmiştir. Bernard Lewis’in Türk demokrasisi hakkındaki asıl ve en doğru teşhisi ise “Sadece birkaç ülkede demokrasi eskidir ve yerlidir, bu da büyük evrim sonucudur. Çoğu ülkede, demokrasi yenidir ve ithal edilmiştir. Bazılarındaysa demokratik kuruluşlar ülkeyi terk eden emperyalistler tarafından miras bırakılmıştır; bazılarında galip gelen düşmanlar tarafından empoze edilmiştir. Türk demokrasisi ne miras alınmış ne de empoze edilmiştir; Tü4rk demokrasisi Türklerin özgür seçimini temsil etmiştir. Büyük ölçüde yabancı modeller üzerine kurulduğu doğrudur, ancak modellerin seçimi-ya da yanlış seçimi- kendileri tarafından belirlenmiştir.” (s.30) ifadeleriyle koymuştur. Çünkü Türkiye beş binyıllık devlet geleneği olan bir millet olarak diğer sömürge devletlerine benzemez nitekim kurtuluş savaşıyla bunu yedi düvele göstermiştir.
Bernard Lewis “Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Kökenleri” (s.33) başlığı altında Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasına kadar Osmanlı zamanında Cumhuriyet anlayışının oluşumu sırasında kullanılan kavrakları kökenlerini araştırmaktadır. Bu araştırma sırasında ilk ele aldığı kavram “Cumhuriyet” kavramıdır ki bu kavramın bir Türkçe kavram olduğunu ve Arapların “Cumhuriyet” kavramını Türklerden öğrendiğini ancak bu kelimenin kökünün “Cumhur” olduğunu ve dolayısıyla etimolojik olarak “Cumhuriyet”in de Arapça olduğunu ifade etmektedir. Daha sonra “Demokrasi” kelimesinin etimolojik olarak Yunanca olduğunu bir zamanlar Cumhuriyet ile demokrasinin aynı anlama geldiğini ancak zamanla aynı manada olmadıklarının anlaşıldığını söylemektedir (s.36). Reşid Paşa, Mithat Paşa, Nuri Paşa ve Ali Suavi’nin demokrasi ve cumhuriyet üzerine düşündüklerini ancak bugünkü manada değil de Monarşik rejimde meşveret veya Müslüman danışmanlarca müzakere olarak yorumlanmıştır (s.37).
“İstiklal” ve “Hürriyet”i ele almakta ve eş anlamlı olarak kullanıldığını fakat farklı manada olduğunu da kullanılış örnekleriyle göstermektedir (s.37).
Bernard Lewis Ulus ve Ülke kelimelerini ele almakta ve Ulus kelimesinin Osmanlıcada millet kavramıyla karşılandığını ancak Arapça’da milletin ulus manasına gelmediğini ülke kelimesinin patrie ile eşanlamlı vatan kelimesinin ise evvelce siyasi bir içeri olmadığını, insanların doğduğu yer, köken anlamına ya da ikamet ettiği yer anlamlarına geldiğini ancak 198.yüzyılda ülkenin siyasal ve duygusal manalarını kazandığını ortaya koymaktadır (s.38-39).
Daha sonra ‘meşveret’ ve ‘şura’ (s.42) kelimelerini ele alan Bernard Lewis ‘Şura’ kelimesinin Kur’an-ı Kerimde geçtiğini ve ilk Müslümanların istişare ederek işlerini gördüğünü anlatmaktadır. Meşveret geleneği içinde Türklerin geliştirdiği Kurultay ve Divan sisteminin de demokrasinin bir işleyiş şekli olduğunu, Mısırlı tarihçi Qalqashandi’ninin 1375 yılında Memlukluların demokrasi uyguladıklarını “Otorite başkalarına danışır oldu, tebaa anarşik bir yapıya büründü, kaleler yıkılıp enkaza döndü.” diyerek Qalqashandi’nin demokrasinin iyi olmadığını dile getirdiğini söylemeye çalıştığını savunan Bernard Lewis’in kendi düşüncesi ise “Demokrasiyi Başarıyla uygulamışlar ve akabinde yenilmişlerdi.” (s.42) ifadesinde olduğu gibi Türklerin demokrat olduğu yönündedir.Yine Bernard Lewis Osmanlı Tarihçisi “Şanizade “çoğunluğun kararı” anlamına gelen “hükm-ü galeb’ten söze eder.” (s.43) diyerek “Bir grup insanın ortak karara varması ve çoğunluğun azınlığa egemenlik sağladığı bir oylama yapılması, çoğunluk, kolektif, karar, gibi kavramlar, öncekilere kıyasla yeni ve yabancıydı.” (s.43) ifadeleriyle de bir nevi demokrasinin Osmanlı icadı olduğunu tespit eder. Yani Bernard Lewis’e göre modern Türkiye’de kurulan cumhuriyet ve demokrasi geçmişten gelen kurumlar ve geleneklerin geri kazanılması çabalarının eseridir.
Sözü Türk demokrasisinin tercih etme bakımında yanlış tercihler yapmışsa bile Türklerin kendi tercihi olduğunu ve sömürgeci, emperyalist ülkelerden miras ve telkin edilen, dayatılan bir sistem olmadığını söyleyen Bernard Lewis’in sözüyle bitirelim. “Demokraside Türk deneyiminin başlangıcından bu yana nerdeyse (Makalenin yazıldığı tarih itibarıyla) iki yüz yıl geçti. Türklerin demokrasi deneyimi önemli sorunlar yaşadı, ağır engellerle karşılaştı ancak bütün bunlardan sağ çıkmayı başardı. Bu sorunlara ve engellere karşın -belki de bunlar nedeniyle- Türk demokrasisi benzer deneyim ve geleneklere sahip ülkeler arasında en başarılı olanıdır. Bundan sonraysa diğerleri için bir model oluşturabilir.” (s.51)

