
TASAVVUF
Halim Kaya
Mahir İz’i yazmış olduğu hayatından anılar anlatan “Yılların İzi” adlı kitabını okumuş ve tanımıştık. Aklımızda kaldığı kadarıyla Mahir İz mütedeyyin ve İlahiyat camiası arsında saygı görmeyi hak etmiş bir kişilik olarak Yüksek İslam Enstitüleri’nde edebiyat ve tasavvuf konusunda dersler vermiş, Türkiye Cumhuriyetinin manevi dünyasının inşasında çalışarak yetiştirdiği öğrencileriyle de hala yaşayan bir kişidir.
Mahir İz’in “Tasavvuf” adlı kitabı Yüksek İslam Enstitülerinde verdiği Tasavvuf Tarihi derslerinde tutulan notlardan oluşmuş ve M. Ertuğrul Düzdağ tarafından yayına hazırlanmış, Ketebe Yayınları tarafından da İstanbul’da Ekim 2024 tarihinde 235 sayfa olarak ilk baskısı yapılıştır. Kitap; “Birkaç Söz”, “Önsöz”, “Giriş”ten sonra “Birinci Kısım: Tasavvuf Nedir?”, Birinci Kısım ise “Birinci Bölüm: Tasavvufun Mahiyeti”, “İkinci Bölüm: İleri Gelen Sufilere Göre Tasavvufun Tarifi” ve “Tasavvufun Manzum Bir Tarifi”, “Manzumenin Açıklaması ve Tasavvufi Açıklaması” başlıklarından oluşmaktadır. “İkinci Kısım: Sufi Kimdir? Üst başlığının altında “Birinci Bölüm: İleri Gelen Sufilere Göre Sûfînin Tarifi”, “İkinci Bölüm. İlk Mutasavvıflar”, “Sûfîler, Şeyhler ve Tarikatlere Dair” başlıklarından, “Üçüncü Kısım: Tasavvuf Terimleri”; “Birinci Bölüm: Tarikatte On Esas”, “İkinci Bölüm: Mühim Terimler Hakkında”, “Üçüncü Bölüm: Bazı Terimlerin Kısa İzahı”, başlıklarından, “Dördüncü Kısım: Tarikatler”; “Birinci Bölüm: Doğuşu ve Adabı”, “İkinci Bölüm: Tarikatler ve Kurucuları” başlıklarından, Beşinci Kısım olması gereken “Son Bölüm: Hülasa ve Netice”, “Eserin hazırlanmasında İstifade Edilen Kaynaklar”, “Dizin” başlıklarından oluşmaktadır.
Mahir İz’e göre “Şeriat bir fetva, tarikat ise bir takva yoludur ve hiçbir zaman birbirinden ayrı şeyler değildir.” (s.13) Yani İslam’ı yaşamanın asgarisi ile azamisidir. Ya şeriat yolunu tercih ederek sadece farz olan görevlerini yapıp kendinden bir şeyler sunmayı becerememek ya da tasavvufi yolu tercih edip hem farzları yaparken hem yanında fazladan farz ibadetlerin nafileleriyle meşgul olmak.
Mahir İz ulema ve mutasavvıfların arasında görülen münakaşaların âlimlerce mutasavvıfların bazı zikir ve ayinlerinin ehl-i sünnet inancına uymadığı yönündeki hoşgörüsüz tutumlarından kaynaklandığını ve bunun “Ameller niyete bağlıdır, herkes niyetinden mesuldür” hadisi şerifine ve “Şüphesiz müminler birbiriyle kardeştir; öyle ise dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah’tan sakının ki size acısın. (Hucûrât Suresi 10. Ayet)” (s.14) ayetine uygun hoşgörülü bir şekilde davranarak çözülebileceğini düşünmektedir. Diğer bir anlaşmazlık sebebi de âlimlerin mutasavvıfların yapmış olduğu dirayet tefsirlerinin muteber tefsirlere aykırı düştüğü hususundaki görüşleridir (s.15). Vahdet-i Vücud meselesi de diğer bir anlaşmazlık konusudur ve Muhyiddîn İbnü-l-A’râbî ile Hazret-i Mevlana bu görüştedirler (s.16).
“Tasavvufun mevzuu, tahalluk ( Ahlaklanma, [hâllenmek]) ve tahakkukdur.” (s.27) “Tahalluk” kelimesini aslında “öğrenmek” manasında kullanıldığını bir sonraki cümlede izah eden Mahir İz, bu öğrenmemin tatbik edilerek öğrenme olduğunu ifade etmemiştir. Gerçi cümlede “tahakkuk” kelimesiyle öğrenileni tatbik etmek olarak geçmektedir ancak öğrendiğini hal edinmek manasında değil de bilinçli bir icra etmeyi ifade eder. Yani “Tahalluk” gayri ihtiyari olarak her öğrendiğini davranış haline getiren, bilinçsizce her hareketi tasavvufi bir davranışa dönüşen manasındadır.
“Tasavvuf zevken bilinen bir ilimdir.” (s.27) İlimleri Zahiri ve Batini ilimler diye ikiye ayıran Mahir İz, Zahiri ilimleri; şeriat ilmi (nakli İlimler) ulum-i tabia ve tecrübiyye (Müspet ilimler [pozitif İlimler]) olarak ayırırken Batın-i ilimleri de zevk ile bilinen bilimler olarak saymakta ve bu ilimler isminden de anlaşılacağı gibi gizli ilimlerdir. Ya da herkesin kendi çabasıyla edindiği, oluşturduğu bilgi olup kişiden kişiye aktarılamayan, sadece kişinin halini etkileyen bilimler diyebiliriz. “Nefsi dine râm, dini nefis için vicdan kılmak hâl ile mümkündür. Tasavvuf ‘kâl’den ziyade ‘hâl’e ait bir ilim oluğunu söyleyebiliriz.” (s.32) “Râm” boyun eğmek demektir ki nefsi dinin emirlerine itaat ettirmek manasına gelir. Dini nefsin hallerine hakemlik eder, nefsi de dinin emirlerini yerine getirir kılmaktır.
“Tasavvufun Müslümanlar arsında zuhûru, hicri ikinci asır ortalarına doğrudur.” (s.38) diyen Mahir İz ilk mutasavvıfında en eski tasavvuf kitabı olan Nefehâtü’l-Üns’te “sûfi ismi verilen ilk zat hicriğ 150 tarihlerinde vefat etmiş olan Ebû Haşim isminde bir zâhiddir.” (s.38) diyerek her ne kadar ikinci asrın ortalarını tasavvufun başladığı yıllar olarak zikretse de; aslında hicri 150 yılında yaşayan bir insanın ömrünü 60 yıl olduğunu varsayarsak, bu 60’tan çocukluk ve toyluk zamanları olan 20 yaşını çıkardığımızda kalan 40 yılı ölüm yılı 150’den çıkardığımız da -çünkü bir işin başlangıcı başlatan insanın öldüğünde değil de daha önceden başlamış olacağından- tasavvufun hicri 110 yıllarında başlamış olduğu sonucunu, hem de ilk sûfinin Ebû Haşim olduğunu bize nakletmiş oluyor. Yani tasavvuf bu verilerle hicri ikinci yüzyılın başlarında zuhur etmiştir.
“Sûfiyyenin zuhur ile şeriat ilmi iki kısma ayrılmıştır: a)-Fukahâ ve ehl-i fetvaya mahsusu olan ahkâm-ı âmmedir ki, ibâdat ve muamelattan ibarettir. b)-Tasavvuf ehline ait mücâhede, muhâsebe-i nefs, bunlardan hâsıl olan zevk, vecd hâletleri, bunları ifade için kullanılan ıslahat ve izahattır.” (s.40) yani şeriat ilmi ikiye ayrılı; “ibadet ve yapılan işlemler ile ilgili hükümler ilmi” ve “Allaha yakın olmak için gayret etmek, nefsi hesaba çekmek, Allah için yapılan işlerden zevk almak ve ruhun bu işler ile coşması sırasında yaşanılanları anlatan terimleri ele alan ilimdir.”
Tasavvufun menşei konusunu ele alan Mahir İz Hoca “Yabancıların Tasavvufun Menşei Hakkındaki Yanlış Görüşleri” (s.40) başlığı altında yabancıların yazdıkları tasavvufun menşei olarak gösterdiklerinin dört farklı çıkış noktası olduğunu söyler ve tek tek bunları açıklayarak reddeder. Tasavvufu “İran Menşei”li (s.40) olduğunu söyleyen görüşün Comte de Gobineau tarafından yazılmış “İran Tarihi” adlı kitapta araştırmadan ve İslami ilimleri bilmeden yazılmış olduğunu söyler. Comte de Gobineau “Arapların felsefi tefekküre kabiliyetsiz” olduklarını, Aryalıların ise buna muktedir olduklarını ve dolayısıyla “ince bir tefekkür tarzı olan tasavvufun Araplara [Aryalılar] bunlardan intikal ettiği.”ni (s.40) savunmuştur. Buradan alıntı yapan İran Edebiyatı Profesörü Brown bu iddiayı devam ettirmiş, Alman Horten, Delitsch ve Fransısz Edgard Blochet, Ernest Renan aynı fikri savunmaya devam etmişlerdir. Mahir İz bu kişilerin tasavvuf düşüncesine Şia’nın Arap memleketlerinde ortaya çıkarak sonra İran’ı tesir altına aldığını söyleyerek İran’dan böyle bir tesirin olmasının mümkün olmayacağını ileri sürerek reddeder. (s.41). “Hint Menşei”li(s.41) olmasını da Türk âlimlerden Harzemli Ebû Reyhan Birûnî’nin bu fikri savunduğunu söyledikten sonra, Harzemli Ebû Reyhan Birûnî’nin, Hint Felsefesi olan “Patankali” adlı Budizm felsefesinin İslam mutasavvıfları Bâyezid-i Bistâmî, Hallâc-ı Mansûr ve Mahmud Şibesterî’ye tesir ettiğini savunduğunu ifade eder. Bu görüşün İslam mutasavvıflarını etkilemesinin mümkün olmamasını da “İslam dini vücûd, yani varlığı kabul; adem, yani yokluk fikrini reddeder.” (s.42) diyerek Hint felsefesindeki Nirvana (hiçlik, yok olma) anlayışının İslam itikadına ters bir felsefe olduğunu ifade eder. “Yeni Eflatuncu Menşe”yi (s.42) ise İslam’ın ilk mutasavvıflarının ortaya çıktığı devirlerde Yunan felsefesinin İslam dünyasına henüz girmemiş olduğunu söyleyerek karşı çıkar. “İbrânî-Hristiyan Muhiti Fikri” (s.43) İbrani ve Hristiyan itikadının İslam itikadına tam manasıyla muhalif bir itikat olduğunu, Musevilikte ahret inancının olmadığını, Hıristiyanlıkta ise teslis inancının olduğunu ve dolayısıyla her iki dinin itikadının İslam inancıyla örtüşmediğini söyleyerek İslam tasavvufunun İslam’dan doğduğunu ve kaynağının da Kur’an-ı Kerim ve hadisler olduğunu ortaya koyar (s.43).
İleri gelen sufilerin bulundukları derecelerine göre yaptıkları Tasavvuf tariflerini (s.45) ele alan Mahir İz, Seriyy-i Sekatî’nin tarifinde “Kitap ve Sünnet’in zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i bâtından bir söz ile konuşmaz.” (s.46) şeklinde geçen ifadeyi Ehl-i sünnet içtihatlarıyla amel eden tasavvuf erbabının zahir uleması gibi muhtar olduğunu ancak “Sûfi, bu bir ilm-i bâtındır diyerek Kitap ve Sünnet’in zahirine muhalif bir söz söylemez.” (s.48) diyerek açıklamakta ancak tasavvuf erbabında zuhur eden “Enel hak” gibi sözlerin nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde durmamaktadır.
Mahir İz’e göre bazıları Hafız Şirazi’nin “İhtiyaç içindeyiz ve bir şey istemiyoruz./Kerim-i Müteal huzurunda istemeye ne lüzum var.” (s.48) beyitini “duaya ve ibadete hacet yoktur” (s.49) şeklinde anladığını “sana yakin gelinceye (ölünceye) kadar Rabbine kulluk et” ayetindeki “ölüm ile vuku bulacak olan yakîni hayatta idrake karin olacak yakîn ile tevil ederek” sanki dünyadayken ölmüş ve Allah’a yakîn olmuş olarak yorumlayıp dünya yakınlığını elde edene kadar ibadet et yakîn hâsıl olunca ibadet ve duayı bırak manası çıkarmaktadırlar ki “dalâlete delalet veya nisbet etmek istemeyiz” (s.49) diyerek böyle düşünen mutasavvıflar için açıkça sapkın olduklarını söylemese de Mahir İz “Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, onların müteşâbih olanlarına uyarlar. (Al-i İmran 7) ayet-i kerimesindeki hükme müstahak olurlar” (s.49) diyerek bunun yanlış olduğunu söylemektedir.
Mal ile mücahedeyi ele alan Mahir İz ihtiyaç fazlasını “Zaruriyat-ı şer’iyye, kendisinin ve ailesinin yiyeceği, giyeceği, yakacağı, yatacağı şeylerden ibarettir.” (s.56) şeklinde tarif etmekte ve “Zaruriyat-ı şer’iyye” dışındaki mal varlığını infak etmenin Allah’ın emirleri arsında olduğunu söyleyerek “Ne vereceklerini sana sorarlar, de ki: Artanı! (Bakara 219)” ayeti kerimesinde buyrulduğu gibi ihtiyacından fazlasını infak etmek gerektiğini, infak etmenin de mutasavvıfların hallerinden bir hal olduğunu ifade eder.
Mahir İz nefs ile mücahedeyi ele alırken belki günümüzde hiç kimsenin nefs mücahedesi içinde zikretmeyeceği vatanı savunmayı da saymaktadır. “Nefsiyle mücadele, vatana saldıran düşmana karşı cihad, sulh zamanında memleket içinde zulme karşı mücahede, …. Nefs ile mücahede medlülünde mündemiçtir.” (s.56) Mahir iz ibadet edilecek Allah’ın zikrinin yapılacağı bir vatan ve memleket olmadan insanların Allah’a yakınlaşacak fırsat bulamayacağının idrakindedir. Mutasavvıf sadece kendi ibadet yapacağı ortamı düşünmez Müslümanların da ibadet edebileceği ortamın olması gerektiğini bilir.
İleri gelen on dokuz ayrı sufinin farklı farklı tarifleriyle tasavvufu tarif ederek her yönden ele almaya çalışan Mahir İz Hoca bununla yetinmemiş Aksaray’daki Olanlar Tekkesinin Şeyhi İbrahim Efendi’nin yirmi beş beyitten oluşan Manzum Tasavvuf Tarifini (s.65) verip ayrıca şerh etmiş (s.67) ki bu manzumenin “Tasavvuf şerait nâme-i hestîyi dürmektir./ Tasavvuf ehl-i şer’ ü ehl-i iman olmaya derler” (s.65) beşinci beytini de “Tasavvufta şart olan, mevcudatı yok farz etmektir. Tasavvuf hem şeriat hem de mâna ehli olmağa derler. Zira bu mesleğe intisab etmiş bir kimse, dini hükümleri bileceği gibi, tahkiki bir imana da sahip bulunacaktır. Nitekim ecille-i mutasavvıfin [Büyük Mutasavvıflar] aynı zamanda büyük birer âlim idiler.” (s.68) Mutasavvıfları ilmi ile amil bir âlim olarak tarif etmektedir.
“İleri gelen Sûfilere Göre Tasavvufu Tarifi” başlığı altında tasavvufu ederken sanki yapılması gerekenleri saymaya çalışan, açıklayan Mahir İz Hoca “İleri gelen Sûfilere Göre Sûfinin Tarifi” (s.75) başlığı altında da tasavvufa uyanların yaptıklarını, nasıl davrandıkların, hallerini söyleyerek tasavvufu yaşanılırkenki haliyle tarif etmekte, bir nevi de söylediği yapılması gerekenlerin yapıldığını, yapıla bileceğini göstermektedir.
Mahir İz Hoca “İlk Mutasavvıflar” (s.83) başlığı altında İmam Kuşeyri’nin Risale adlı evliya tezkiresi mahiyetindeki kitabında İbrahim b. Edhem’den başlayarak Ahmed b. Atâ el-Ruzbarî yekadar yazdığını ve bunların yüksek birer manevi mevki sahibi sufi olduklarını yazar. Mahir İz Hocanın haber verdiğine göre İmam Kuşeyri Risale adlı kitabında İbrahim b. Edhem’den başlayarak Ahmed b. Atâ el-Ruzbarî’ye kadar manevi mevki sahibi kişilerin terceme-i hallerini anlattıklarının “sayısı seksen ikidir. Hicretin ikinci asrından başlayarak 550 senesine kadar geçen dört buçuk asır zarfında yetişen zevat-ı kâmile” (s.83) sayısı bu kadardır. Ancak bu zevat-ı kâmileleri anlatmaya İmam Kuşeyri’nin Risalesin’de olduğundan bahsetmediği Ebu Hâşim Sûfî ile başlar ve bunun sufi ismi ile anılan ilk mutasavvıf olduğunu kaydeder (s.84).
Mahir İz Hoca 83 sayfada İmam Kuşeyri’nin “Risale” adlı kitabında “seksen iki” mutasavvıftan bahsettiğini ifade ettiği halde sehven olsa gerek 99. Sayfada “Sûfiler, Şeyhler ve Tarikatlere Dair” (s.99) başlığı altında yeniden ele alırken “İmam Kuşeyri risalesinde, ikinci hicri asırdan, vefat tarihi olan 465 (1073) senesine kadar tasavvuf erbabından seksen üç zatın terceme-i hallerini nakil ve tespit etmiştir.” (s.99) ifadelerinde seksen üç şeklinde bir ifade kullanarak kendi kitabında sıhhatini bozacak bir manaya delalet etmeyen ancak kendi bir tenakuz oluşturmuştur.
Mahir İz velilerin Allah katındaki mertebe ve derecelerinin halk tarafından bilinmesinin imkân olmadığını ifade etmiş ve bunun delili olarak da “Kubbelerimin altındaki bana yakın sevgili kullarımı, benden başka kimse bilemez.” (s.100) hadisi kudsisini sunmaktadır. Ancak buradan farklı bir mana daha çıkar ki o da “kimlerin evliye olduğunu Allah’tan başka kimse tarafından bilinemez” şeklinde olacaktır. Yani insanlar evliyaların Allah katındaki mertebe ve derecelerini değil kimin evliya olduğu dahi bilemezler. Sadece biz insanların yaptıkları işlere bakarak Allah’ın tavsiye ettiği iyi işleri yapanların iyi kişiler veya Allah’ın men ettiği kötü işleri yapanların da kötü kişiler olduğunu bilebiliriz.
“Halkın kendisinin ve ailesinin geçimi için çalışıp çabalaması, yani kazancı için yapacağı günlük çalışması dışında ve ferâizin edası haricinde kalan zamanını zikre hasretmek, hakiki tarikat erbabının asıl gayesidir. Hiç bir zaman, hiçbir tarikat piri, halka işini gücünü bıraktırıp, evrâd ve ezkârla [Virdler ve Zikirler] meşgul olmayı emir ve tavsiye etmemiş değildir.” (s.101) ifadeleriyle gerçek şeylerin kim olduğunu söyleyen Mahir İz Hoca halkı yalnızca vird ve zikir ile meşgul olmaya yönlendiren şeyhlerin sadece adlarının şeyh olduğunu, onların ne tarikatı ne de zikri anlamadıklarını da ayrıca ifade etmektedir.
Allah’ı zikretmek babında aktardığı “Ben cinleri de, insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyât Suresi 56. Ayet)” ayeti kerimesindeki ibadet kelimesinin manasını “İbadet, Rızâyı Hakk’ı istihsal [elde etmek] için yapılan iş olduğuna göre, namazın, orucun, haccın ve zekâtın dışında yapılacak olan bütün birr ü ihsanın [birr; Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan iyilik, ihseni da kapsayan bir iyilik makamı ve ihsan; insanın Allahın huzurunda olduğunu bilmesi ve onu görüyor gibi uygun ve güzel olanı en güzel şekilde yakması], tahsil-i ilm ve irfanın ve Hak uğrundaki muhtelif mücâhedenin hepsi ibadetin yani yukarıdaki ayet-i kerimenin şümulüne girer” (s.102-103) diyerek ilimsiz amel olmayacağını, namazın, orucun, haccın ve zekâtın temel ibadetler olmasına rağmen ibadeti bilinen bir şekille, tahsis edilmiş bir fiil ile ve vakit ile kısıtlanamayacağını, sınırlanamayacağını da ifade eder ki bu insan her nefesi, her saniyesi, her hali ile Allah’a ibadet eder haldedir demektir.
Tarikatta on usul olarak bilinen kaideleri Necmeddin –i Kubrâ’nın Usulü’l-Aşere kitabından “1-Tevbe, 2-Zühd, 3-Tevekkül, 4-Kanaat, 5-Uzlat, 6-Zikre Mülâzemet, 7-Tamamıyla Hakk’a Dönmek, 8-Sabır, 9-Murakabe, 10-Rızâ” (s.107) şeklinde sıraladıktan sonra tek tek ne demek olduklarını açıklayan ve halk arasında yanlış anlaşılan hususlarını düzelten ve doğrusunu izah eden Mahir İz Hoca bu on esasın tasavvuf yolunda yürüyen sâliki kemal mertebesine ulaştıran esaslar olarak kendisini bir rehber karşısına çıkana kadar geçen süre zarfında nefsini olgunlaştıran ve hakiki sülukun ilk mertebesi ilk merhalesi olarak görmektedir (s.114-115). Bir nevi insan ilk merhalede de olsa bir şeyhe tabii olmadan kendi kendini olgunlaştırabilir. Bundan sonrası da nasip işidir.
Her ne kadar tarikatta on usul içinde sayılan bir kavram olsa da zikri tekrar ele alarak “Mühim Terimler Hakkında” (s.117) başlığı altında yeniden inceleyen Mahir İz Hoca zikri “Anmak, hatırlamak, düşünmek, adı geçmek, hatırdan çıkarmamak, hatırlayıp icra etmek gibi doğrudan doğruya Kur’ân’a raci olanlarla, insanı kudret ve azâmet-i ilahiyyeyi düşünmeye ve düşündürmeye sevk etmek manalarını şamil olduğu gibi birçok yerde de Kur’an-ı Kerim manasına gelir.” (s.117) diyerek tarif eder. “La havle velâ kuvvete illâ billah – [Kuvvet ve Kudret ancak Allah’a mahsustur] demek tesbihtir, fakat manasını düşünmek zikirdir.” (s.118) “Yalnız dilde kalan evrâd (belli zamanlarda çekmesi tesbih edinilmiş, adet haline getirilmiş tesbihatı söylemek), kalbe intikal etmedikçe zikir sayılmaz.” (s.119) Tesbihattan gaye dil ile söylerken, akıldan geçirirken tefekkür etmek, düşünmek ve kalben de tasdik ve kabul gerektirir.
Şükrü de yanış anlaşılan bir kavram olarak ele alan Mahir İz Hoca “Ya rabbi şükür elhamdülillah. Nimetlerine binlerce şükür ya Rabbi! Şu önümdeki nimet, senin mahz-ı fazlının eseridir. Elhamdülillah. Allah ziyade etsin.”gibi duaların hiç birisi şükür değildir ancak “subhanallah, elhamdululah” gibi tesbihattır der ve asıl Şükrü “Şükür, insanın, Allah’ın kendisine vermiş olduğu nimetlerden başkalarını faydalandırmasıdır.” (s.121) diyerek tarif eder ve örnek olarak yediğin yemekten yedirmen gerektiğini ya da bir ilim sahibinin ilminin şükrünü ancak o ilimi başkalarına da öğretmesiyle yapmış olacağını söyleyerek açıklar.
Mahir İz Hoca’ya göre “Fakr” da yanlış anlaşılmış, yanlış mana verilmiştir. “Tarikatta bu kelime çok yanlış telakkilere [kabul etme, öyle sayma, anlayış] uğramıştır. Sebebi de, fakr kelimesinin Türkçede kullanıldığı mana[sı]nın Arapça metinlere tatbikinden ileri gelmiştir.” (s.123) Önce hadis olarak bilinen “Fakr ile iftihar ederim” deki fakr yoksulluk manasına alındığı için bu yanlışa düşülmüş sufi edebiyatına da öylece intikal etmiştir (s.124). Yine hadis olarak meşhur olmuş “Fakr insanı hemen hemen küfre götürebilir.” cümlesindeki fakr yoksulluk manasındadır. O zaman yukarıda zikrolunan yoksullukla bu iftihar olunan yoksulluk tezat mana teşkil etmektedir. Yine hadis diye meşhur olan “Yoksulluk iki cihanda yüzkarasıdır.” cümlesindeki ‘fakr’ ile iftihar edilen cümledeki ‘fakr’ ile aynı manada değildir. İslamiyet fakirliği hiçbir zaman övmez. Kur’an-ı Kerimde iki ayette geçen ‘gani’ kelimesine zengin, “fukara” kelimesine yoksul manasını vermek yanlıştır. O ayetlerde geçen “gani” kelimesi “hiçbir şeye ihtiyacı olmayan”, “fukara” kelimesi de “Allaha muhtaç olan” manasına gelmektedir. Zenginlik ve fakirlik nisbidir. İnsandan insana değişebilir.”Ne kadar ve kim kadar zengin, bölge zengini mi, memleket zengini mi, millet zengini mi, beynelmilel zengin mi, geçmiş hükümdarlar gibi mi zengin, yoksa Kârûn gibi tarihi zengin mi? Hiçbiri değil! Onun için ganî ‘hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmayan ‘ demektir. Fukara ise ‘muhtaç olan kimse demektir.’ Zengindir de kolu tutmaz, başkası yemek yedirir veya ayakları tutmaz, başkası hususi araba ile gezdirir. Yani başkasına muhtaçtır. Milyonerdir, fakat işitmez, kulağa ihtiyacı vardır. ” (s.124) Mahir İz Hoca yukarıdan beri yapmış olduğu bütün bu izahatları [İbni Sina’nın yazmış olduğu] Kitabü’ş-Şifâ’dan naklettiği bir bilgiyle desteklemektedir. “Fakr üç kısımdır.1-Sadece Allah’a karşı duyulan ihtiyaç, 2- Allah’a ve başka mahluklara karşı duyulan ihtiyaç, 3-Sadece mahluklara duyulan ihtiyaç,. Hz. Peygamber, “Fakr iftiharımdır.” hadisiyle birinci çeşit fakra; “Az kalsın fakirlik küfr olacaktı.” hadisiyle ikinci çeşit fakra; “Fakirlik iki dünyada yüz karasıdır.” hadisiyle de üçüncü çeşit fakra işaret buyurmuştur.” (s.126, Dipnot:27)
“Şeyhlik şahsidir, babadan oğla intikal etmez, inhilal vukuunda saliklerden en liyakatlisi irşad makamına oturabilir. Şayet o kabiliyette dergah mensupları arasında kimse yoksa, her mürid başka bir mürşid aramakla mükelleftir.” (s.146) Günümüzde böylemi acaba, şey efendi ölene kadar ortalıkta pek görünmeyen, diğer müridlerle birlikte çile çekmeyen şeyh çocukları bütün merhaleleri birden aşmış gibi tarikatın başına geçmekte, yıllarca çile çekmiş müridlere şeyh olmaktadır. Önemli olan liyakat değil ölen şeyh adına oluşturulmuş vakfı vasıtasıyla biriktirilen servetin kimseye bırakılmaması ve bütün şeyh sülalesinin bu mirasla geçinmeye devam etmesidir. Bu cahil şeyhin de müride verecek bir şeyi olmuyor. Tarikatlar da şeriat yolundan çıkarak şeyhliğini göstermek, kabullendirmek isteyen hurafeleriyle boğuluyor.
Her ne kadar tarikatlar hicri ikinci yüzyılın sonlarına doğru intişar etmişse de Tasavvuf ve sufilik cihâryâr-ı güzîne [Dört Halifeye] ve Hazret-i Fahri Âlem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimize kadar dayanmaktadır (s.155) ki bu da tarikat ile tasavvuf arasında yaklaşık iki yüzyıl olduğuna işarettir.
Mahir İz Hoca şeriat ve tasavvuf hakkındaki en özlü sözü “Tasavvuf, şeriatın gayrı değil aynıdır. Yani ittikâdır.” şeklinde ifade ettikten sonra “Şeriat ve tarikatın cahilleri birbirleriyle mücadele ederler, âlimleri daima musalaha (Sulh-Barış) içindedir.” (s.202) diyerek kavga etmediğini edenlerin cahil bilgisiz kişiler olduğunu dolayısıyla tasavvuf ve şeriat ehlinin aynı kişiler olduğunu ifade etmektedir.
Mahir İz Hocanın “Tasavvuf” kitabı tasavvufun etrafını cami ağyarını mani bir el kitabı olmuş, insanlara sağlıklı bir tasavvuf bilgisi sunmuştur. Tasavvuf hakkında yanlış bilinenleri, yanlış kanaat ve inançları düzeltici bir yol takip ederek tasavvufun İslam’ın anlaşılması ve yaşanmasında fıkıh gibi bir yol olduğunu, fıkhın zahire, tasavvufun ise ruha hitab ettiğini, tasavvufun ilim ve hal ile insanı kuşatarak Allah’a yaklaştırdığını ortaya koymaktadır.

