
Halim KAYA
Prof. Dr. Mehmet Öz Samsun Bafralı olması dolayısıyla hemşehrim ve daha önce Prof. Dr. Kaya Tuncer Çağlayan ile Prof. Dr. Serkan Şen’in il başkanlıkları döneminde Samsun Türk Ocakları Şubesi Yönetim Kurulunda yaklaşık 15 yıl görev yapmam hasebiyle de Türk Ocakları Genel Başkanı olarak Genel Başkanımdır. Daha önce birkaç kitabını almış ancak okuma fırsatı bulamamıştım. Osmanlı üzerine yapmaya başladığım okumalar dolayısıyla Osmanlı tarihi üzerine yaptığı araştırmalar ve yazdıklarıyla yeni bir nefes olan Mehmet Öz’ü de okumak elzem oldu.
Prof. Dr. Mehmet Öz’ün “Osmanlı Klasik Çağı, Siyaset, Toplum ve Ekonomi” adlı bu kitabı daha önce yazmış olduğu kitaplar ve kitap bölümleri ile Türkiye Günlüğü adlı dergide yazmış olduğu makalelerin bazı kısımları çıkarılarak, bazı kısımları yeniden düzenlenerek, bazı kısımları birleştirilerek oluşturulmuştur. Prof. Dr. Mehmet Öz’ün “Osmanlı Klasik Çağı, Siyaset, Toplum ve Ekonomi” adlı bu kitabı Türkiye Günlüğü Yayınları tarafından Eylül 2025 tarihinde birinci baskısı yapılmış olup 415 sayfadan oluşmaktadır. Prof. Dr. Mehmet Öz’ün “Osmanlı Klasik Çağı, Siyaset, Toplum ve Ekonomi” adlı kitabı kitap künyesinin yazıldığı ilk sayfalardan sonra konulmuş kısa bir “öz geçmiş”ten sonra “İçindekiler” kısmı ile devam etmekte, “Takdim” yazısından sonra “Birinci Bölüm: Kuruluş” yer almaktadır. “Birinci Bölüm: Osmanlı Devletinin Kuruluşuna Dair Tezler”, “Bir Kuruluş Hikâyesi: Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu ve Türk Tarihi Bakımından Önemi” adlı iki farklı başlığa ayrılmaktadır. “İkinci Bölüm: Kimlik ve Siyaset” ise “Türk Osmanlı’nın Nesi Olur? (Osmanlı Klasik Döneminde Osmanlılık, Türklük, Müslümanlık, Rûmilik Üzerine)”, “Osmanlı İdaresinde Kürtler ve Özerklik: Efsane mi, Gerçek mi?” şeklinde iki başlık yer almaktadır. “Üçüncü Bölüm: Siyasi Düşünce” de ise “Siyasetnâme, Ahlâk ve Görgü Kitapları”, “Klasik Dönem: Osmanlı Siyasi Düşüncesi”, “İlk Dönem Osmanlı Kroniklerinde Geçmiş Eleştirisinin Sınırları ve Altın Çağ Tasavvuru”, “Kanun-ı Kadim: Osmanlı Gelenekçi Söyleminin Dayanağı mı, Islahat Girişimlerinin Meşrulaştırma Aracı mı?”, “Klasik Osmanlı Düşüncesinde Toplumsal Değişme Algısı” adlı beş başlıktan oluşmuştur. “Dördüncü Bölüm: Osmanlı Klasik Çağında Krizler” ise “Osmanlı Klasik Çağından Krizler” alt bağlığından, “Beşinci Bölüm: Toplum” ise “Kuruluştan Klasik Döneme Osmanlı Toplum Yapısı” alt başlığından, “Altıncı Bölüm: Ekonomi” ise “İktisat Zihniyeti ve Politikası” alt başlığından oluşmakta olup kitap altı bölümü muhtevidir. En sonda ise “Dizin” yer almaktadır.
Prof. Dr. Mehmet öz’ün yazdığı “Osmanlı Klasik Çağı, Siyaset, Toplum ve Ekonomi” adlı bu kitabının “İçindekiler” kısmındaki başlıklar incelendiğinde günümüzde Türkiye Cumhuriyetinin karşılaşmış olduğu problemlere de bir cevap verilmek istemiştir. Özellikle “Osmanlı İdaresinde Kürtler ve Özerklik: Efsane mi, Gerçek mi?” başlığı bu izlenimi vermektedir. Ayrıca “Altıncı Bölüm: Ekonomi” ise “İktisat Zihniyeti ve Politikası” başlığı altında Türkiye Cumhuriyeti Kurulduğundan beri Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Prof. Dr. Sabri F. Ülgener, Prof. Dr. Ömer Lütfi Barakan, Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar, Mehmet Genç gibi tarihçilerin ortay koymaya çalıştığı; Osmanlı’nın Çağdaşlaşması, Kalkınmışlığı ve Geri Kalmışlığı, Ekonomik sistemi, Ekonomik zihniyeti gibi tartışıla gelmiş konuları ele alarak yukarıda isimlerini saydığımız ilim adamlarının yolundan giderek ortaya koymaya çalıştığı intibaını vermektedir.
Prof. Dr. Mehmet Öz hemen daha kitabın başında Osmanlı İmparatorluğunu kuruluş ve gelişmesi hakkında bu güne kadar yazılanlara arsında üç önemli tezin önem taşıdığını, bu tezleri ileri sürenlerin de [Herbert Adams] Gibbons (s.13), [Mehmet Fuat] Köprülü ve [Paul] Wittek (s.14) olduğunu, ancak bunlardan başka da Osmanlının kuruluşu hakkında [Wilhelm Friedrich Carl] Giese, [Zeki Velidi] Togan (s.14), [Ernst] Werner gibi tarihçiler tarafından da tezler ileri sürüldüğünü ve Köprülü ve Wittek’in tezlerini telif eden [Halil] İnalcık (s.15) tarfından da katkılar sunulduğunu ortaya koymaktadır. Bu tezler üzerine daha sonraki yıllarda Gyula Kaldy-Nagy, Rudi Paul Lindner, Ronald Carlton Jennings, Colin Imber, Colin Heywood (s.15) Şinasi Tekin, Feridun Emecen, Ahmet Yaşar Ocak, Cemal Kafadar (s.16) gibi tarihçiler fikirlerin söylemeye devam ettiler.
Prof Dr. Mehmet Öz’e göre Herbert Adams Gibbons’un Osmanlı hakkındaki düşüncesinin “Osmanlılar gerçekte Yunanlı ve Balkanlı Slav mühtedilerle Türklerin bir araya gelmesinden oluşan ‘yeni bir ırk’tır. Buradaki karşımda Hristiyan unsuru en önemli olanıydı. Bu yeni ırkın teşekkülü, Bizans idari uygulamalarının İslami bir kisveyle sürdürülmesini sağladı.16. yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğu bir tür İslam-Bizans karışımı olarak devam etti.” (s.17-18) şeklinde olduğunu hatta Prof Dr. Mehmet Öz Herbert Adams Gibbons’un Osmanlı devletinin Kurucusu olan Osman Gazi ve Kayı boyu hakkında “Osman ve aşiretinin Söğüt’e gelip yerleştikleri sırada ‘müşrik’ olduklarını ileri sür”düğünü (s.18) ifade etmektedir ki Prof Dr. Mehmet Öz’ün kanaati bu Herbert Adams Gibbons’un Osmanlının Türk-İslam köklerinden doğmadığının Bizans-Hristiyan köklerden doğduğunun zımnen ifadesidir.
Prof Dr. Mehmet Öz, Herbert Adams Gibbons’un Osmanlı Devletinin kuruluşu hakkındaki tarih tezinden sonra ikinci tarih tezini oluşturan görüşün Mehmet Fuat Köprülü’nün olduğunu ve Köprülü’nün “Türk Tarihinde devamlılık” (s.21) fikrini savunduğunu, Osmanlı Devletinin Kuruluşu konusundaki fikirleri dolayısıyla Herbert Adams Gibbons’u eleştirdiğini, Türklerin Bizans medeniyetinden doğrudan etkilenmediğini, eğer bir etki varsa bu etkinin Bizans medeniyetinden etkilenen İslam medeniyeti vasıtasıyla olduğunu, Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi’nin önceden Müslüman olmadığı hususundaki Herbert Adams Gibbons’un ileri sürdüğü kaynaklardan bu sonucun çıkarılamayacağını (s.22), Osmanlı devletinin 400 çadırlık göçebe veya yarı göçebe bir aşiretten çıktığını kabul edilemeyeceğini (s.23), İlhanlı hâkimiyetindeki göçlerde göç edenlerin büyük çoğunluğunun Oğuzlar olduğu ve İlhanlı döneminde Anadolu’daki Türk-İslam çoğunluğunun büyük öçlükte olduğunu neticede bu Türk göçebe çoğunluğun 13. yüzyıl sonlarından başlayarak 14.yüzyılda Anadolu’daki son topraklardan Bizanslıları çıkardığını, Osmanlı hanedanının Kayı boyundan geldiğini (s.24), ancak Mehmet Öz Osmanlı Devletinin kuruluşuna Mehmet Fuat Köprülüye ilaveten Kayı boyunun Osmanlıyı tek başına kurmadığını, kuruluşta gazilerin, alp-erenlerin, abdalların, âhilerin, fakıların vb. yapıların da katkısı olduğunu eklemektedir (s.25).
Osmanlı Devletinin kuruluşuyla ilgili tarih tezlerinin üçüncüsünün Paul Wittek’e ait olduğunu söyleyen Prof. Dr. Mehmet Öz’e göre Paul Wittek’in tarih tezi “İlk Osmanlılar nesepçe birbirine bağlı bir kabile değildi, fakat Hristiyan kâfirlerle savaşmak ortak arzusuyla birbirine bağlı Anadolulu Müslüman zümrelerdi. Onları harekete geçiren gazi ethosu idi. Onların kökleri geç Selçuklu dönemi uç bölgelerinde yatmaktaydı. Bu sırada uç gazileri güçlenmişler ve nihayet etkisini artıran ve sonunda da sabık Bizans ve Selçuklu Uç Bölgesi topraklarına hâkim olan kendi topluluklarını (Osmanlılar) meydana getirmişlerdir.” (s.26) şeklindedir. Anadolulu Müslümanların cihad ve gaza aşkı Osmalı’yı doğurmuştur.
Halil İnalcık’ın Osmanlı Devletinin kuruluşu ile ilgili tarih tezini ele alan Prof. Dr. Mehmet Öz onun bakış açısının “Osmanlı Beyliğinin ortaya çıkışını, 13.yy. ikinci yarısında Orta Anadolu’daki gelişmeler ve Batı Anadolu’da Bizans toprakları üzerinde gâzi Türkmen beyliklerinin kuruluşu süreci içinde incelemek gerekir. Bu süreci, üç temel etken belirlemiştir. İlkin bir demografik devrim, Oğuzların yani Türkmenlerin Anadolu’ya sürekli yoğun göçleri, saniyen Türk-İslam gâza hareketinin yeni bir evrim kazanması ve nihayet Denizli, Antalya, Ayasoluk ve Bursa’nın milletlerarası pazarlar durumuna yükselerek Türkiye’nin dünya ticaret yolları üzerinde önemini korumuş olması.” (s.37-38) şeklinde olduğunu ifade eder. Bu kuruluş tarih tezi ile Halil İnalcık Osmanlının menşei olarak Türk yani Türkmen, din olarak Müslüman oldukları, nüfus yapısı bakımından İslam ve Türk nüfusun yoğun olduğu bölgelerden gaza ve cihad amaçlı göç edenlerden Müslüman Türk bir nüfus biriktirdiğini söyleyerek Osmanlının müşrik ya da Hristiyan olduğu yönündeki görüşlere katılmadığını ortaya koymaktadır. Şimdiye kadar bahsedilen tezlerden farklı ve ayrı olarak Osmanlının kuruluşunda milletlerarası ticaret yolları üzerinde olmasının da kuruluşta etkin olduğunu ileri sürmektedir.
Halil İnalcık’a göre Batıda en güçlü beyliği kuran Germiyanlıların 1240’da Malatya’da iken 1260’larda Kütahya yöresine yerleştiği gibi “muhtemelen Osman’ın babası Ertuğrul da aşiretiyle bu tarihlerde Eskişehir-Sakarya bölgesine göçmüş olmalıdır.” (s.48) Feridun Emecen’in Osmanlıları Ertuğrul ve Osman Beyler zamanında Hamid-eli, Kastamonu bölgesiyle ilişkilendirilmesini isabetli gören Mehmet Öz’e göre de “onların hareketli oluşundan kaynaklanmış olmalıdır.” (s.48) yani Osmanlılar Ertuğrul ve Osman Bey zamanlarında göçebe idiler, henüz sabit bir yurt tutmamışlardı. Cengiz’in önünden kaçan Türkmenler arasında gösterilen “Osmanlıların ataları Güney-doğu Anadolu, Doğu Anadolu, Orta Anadolu gibi yerlerle çeşitli olaylar vesilesiyle ilişkilendirilir ve nihayet Söğüt çevresine yerleştikleri belirtilir.” (s.49) Söğüt ve çevresini Bizans’tan alarak Selçuklulara bağlı uç beyi olarak hareket eden Ertuğrul Beyden sonra Osman Bey beyliğin asıl kurucusu olarak hem devlete hem de hanedana adını vermiştir. Mehmet Öz bu durumu “Osmanlı devletinin ortaya çıkışı, Anadolu Selçuklu Devletinin bir uç beyi iken 1299 yılında Moğol kumandanı Sülemiş’in İlhanlılara karşı isyanı ve III. Aleattin Keykubad’ın azlinin doğurduğu otorite boşluğu ortamında istiklalini ilan eden Osman Gazi ile başlar. Bundan dolayıdır ki, hanedana Ak-i Osman (=Osman oğulları), devlet de ileriki dönemlerde Devlet-i Âl-i Osman veya Devlet-i Aliyye denilmiştir.” (s.49) şeklinde izah etmektedir.
Prof. Dr. Mehmet Öz bugüne kadar yanlış bilinen Osman Gazi’nin dedesinin Süleymanşah olduğu hususunda İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve diğer bazı Osmanlı tarihçileri ve Düstürname, Karamanlı Nişancı Mehmet Paşa’nın Osmanlı Sultanları Tarihi gibi eserlere dayandırarak “Osman’ın dedesinin Süleyman Şah değil Gündüz Alp olduğunu”n (s.55) kabul edildiğini, son zamanlarda yapılan araştırmaların bu kanaati güçlendirdiğini, Feridun Emecen’in Osman Gazinin atasını ve kökeninin Gündüz Alp ve Kayı boyu olduğuna kesin inandığını ifade etmiştir. Ayrıca Hakan Yılmaz’ın da Ertuğrul’un babasının Gündüz Alp olduğu görüşünü teyit ettiğini belirtmektedir (s.55).
Osmanlı devletinin bir Türk devleti olup olmadığını ele alan Prof. Dr. Mehmet Öz hocası Prof. Dr. Metin Kunt’un yazdığı bir makaleden hareketle ‘Osmanlı devleti bir Türk devletimi idi?” sorusunda yola çıkarak onun Osmanlı devletinin hem yöneticileri hem de halkının farklı din ve etnisitelere mensup toplulukları bünyesinde barındırmasına rağmen “Türk devleti diyebiliriz Osmanlı devletine, çünkü ülkenin dili Türkçe idi.” dediğini, ancak Türkçenin Arapça, Farsça içermesini de değerlendirdikten sonra “Bu divan-halk ayrımına rağmen dil Türkçe idi. Türk- Müslüman asıllı olmayıp kulluk-devşirmelik yoluyla Osmanlı askeri ve yöneticisi olarak yetiştirilenler de Türkçe öğrenerek Osmanlı oldular. Demek ki, Türk halkı kayrıldığı için, ya da yöneticilerinin Türk asıllı olmasından değil, dili yani kültürünün temeli Türkçe olduğu için Osmanlı devletine bir Türk devleti denebilir.” (s.81) diyerek Osmanlıya Türk denmesinin temelinde etnik olarak Türk halkının yatmadığını, asıl temel sebebin Türkçe olduğu, Türk kültürünü taşıyan dil dolayısıyla da Osmanlıya kültürel manada Türk denildiğini ifade ederek Türk kimliğinin etnisiteden evvel kültürel bir kimlik ifade ettiğini dile getirmektedir.
Prof Dr. Mehmet Öz Osmanlı Türkleri için çeşitli kaynaklarda geçen Osmanlı’nın Türk olduğunu ifade eden kısımların daha çok yabancı yazar ve halklar tarafından “Türk” diye ifade edildiği şeklinde ortaya konulan iddiaya, her ne kadar yabancı yazar ve halklar Osmanlıya Türk dediklerini, Türk kelimesini nötr ya da olumlu manada kullandıklarını ortaya koyarak kabul etse de Türk yazarların ve Osmanlı devletinin de kendisine Türk dediğini çeşitli kaynaklardan ortaya koyarak Osmanlının Türk olduğunu, Osmanlı devletinin de Türk Devleti olduğunu izah etmiştir.
Prof. Dr. Mehmet Öz her ne kadar Oğuzhan’ın peygamber olduğunu doğrudan ifade etmese de Tosyalı Celal-zade Salih Çelebi’nin yazdığı Hadikatü’s-Selatin adlı 1562’de tamamlanan bu eserde Mehmet Çelebi’ye [Çelebi Mehmet] kadar olan Osmanlı Tarihinde anlatılanlar İdris-i Bitlisi’ye istinaden “Osmanlı hanedanın İshak Peygamber soyundan Ays peygamberin Arap yarım adasını kardeşi Yakup peygambere bırakıp çoluk çocuğu ve kabilesiyle Türkistan’a gittiğini, burada yöneticinin bulunmadığı bir yerde düzen durduklarını, orada yaşayan Türklerin bunların adil düzenini görünce Ays’ı hükümdar edindiklerini, Kayı Han’ın (Oğuz Han) bu soydan geldiğini, bu soyda Kaya Alp oğlu Süleyman Şah’ın Moğol istilası döneminde Acem diyarından ‘diyar-ı garbda Rum semtine’ doğru çekildiklerini yazar.” (s.105) ki bu ifadeler de Kayı Han’ın ve Kayıların peygamber soyundan geldiğini tespit etmektedir.
Şimdiye kadar Aşıkpaşaoğlu Aşıkî’nin Tevarih-i âl-i Osman’dan, Tursun Bey’den Tarih-i Ebü’Feth’den, Yazıcıoğlu Ali’den Tervârih-i Âl-i Selçuk’tan, Ahmedî’den, Oruç Bey Tarihinden, Celal-zade Salih Çelebinin Hadikatü’s-Selâtin’den, Behiştî Tarihin’den, Hadidî’nin Tevarih-i âl-i Osman’dan, Neşrî’den, Anonim Tavarih-i âl-i Osman’dan aktarımlarla Türk tarihinin tartışılan açmazlarını ortaya koyarak bir düzeltme yapmaya çalışan Prof. Dr. Mehmet Öz Gelibolulu Mustafa Âli’nin Künhü’l- Âhbar kitabında “Türk kavramını köylü anlamında kullandığı gibi Nuh oğlu Yafes’ten başlayarak Türklerin hüküm sürdüğü coğrafyalar için Türkistan, çeşitli Türk hanedanları ve toplulukları için de Türk şeklinde kullanır.” (s.108) dediğini aktararak bir başka Türk tarihçinin yazmış olduğu tarih tezinden hareketle Türklerin etnik kökenini tespit etmektedir. Prof. Dr. Mehmet Öz daha sonra Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinden aktarımlar yaparak baştan beri tartışılan hususlara Evliya Çelebi’nin de yer verdiğini gösterir ve kullandığı anlamları izaha çalışır (s.111).
Prof. Dr. Mehmet Öz yine Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinden “İskender’in üstadı Aya Nataca’nın Ustrumça’da (Güney Makedonya) kale kapısı üzerinde Türk dilinde altı satır halinde bir yazı yazdığı hususunda Yunan tarihi üstad-ı kâmili Yanvan’ın kavli üzere iki bin yıl geçmiştir. ‘Meğer o zamanlar lisan-ı Türkî varmış’ diyen Evliya [Çelebi], dah sonra ‘Bu viranistanın mezaristanlarının taşlarında Türkî lisan ile tarihler yazılmıştır kim … ol asırlarda Türkî hatlar ve Türkî lisanlar varmış.’ diye ekler.” (s.115) anektodunu aktararak Türkçenin kale kapısında yazılı olduğu Yunanlı Tarihçi Yanvan tarafından söylendikten sonra 2000 yıl geçmiştir. Yani Güney Makedonya’da bir kalenin kapısında altı satır olarak Türkçe yazının olduğunu söyleyen Yunanlı Tarihçi Yanvan ile Evliya Çelebinin bunu yazdığı zaman arasında 2000 yıl olduğunu tespit etmiştir. Güney Makedonya’daki kale kapısındaki yazı Evliya Çelebi’den 2000 yıl önceyse o dilin gelişimi ve Türkçe konuşan Türklerin Avrupa’yı fethederek hâkim oluşları, bir medeniyet meydana getirmeleri için geçecek zaman da eklenince bu süre daha da geri gidecektir. Evliya Çelebi (D.25 Mart 1611-Ö.1682) bunu aktaralı ölüm tarihini esas alırsak en az 343 yıl olmuştur. Kısaca sadece Yunanlı Tarihçi Yanvan’dan sonra geçen süre 2343 yıldır ki bu da MÖ. 318’lere kadar gitmektedir.
Prof. Dr. Mehmet Öz günümüzde yaşanılan bir problemine tarihten cevap vermekte, Kürtlere özerklik verilmesi hususunu ele almaktadır. Tarihi iyi anlamak için Osmanlı Eyalet sistemini anlatan Prof. Dr. Mehmet Öz Osmanlının Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yönetim sistemi olarak tek tip bir yönetim sistemi uygulamadığını farklı modeller uyguladığını ifade ettikten sonra “Genel olarak bakıldığında klasik devirde Osmanlı topraklarında iki tür eyalet vardı: Anadolu, Suriye, Irak’ın kuzeyi ve Rumeli’de salyanesiz (tımar sisteminin yürürlükte olduğu) eyaletler, Arap topraklarında salyaneli yani yıllık gelirin bir kısmının merkezi hazineye gönderildiği eyaletler. Bu [salyaneli] eyaletler ve bunlara tabi sancaklar merkezden atanan ümera tarafından yönetilirken bir başka açıdan adlî idareciler olarak kadılar da kazâ denilen birimleri idare ederlerdi. Ayrıca Kırım Hanlığı, Eflak, Boğdan, Erdel, Dubrovnik vb. iç işlerinde serbest bağlı beylik ve yönetimler de vardır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu genel olarak tımar sistemi içersindeydi. Ancak buradaki sancakların çoğu normal Osmanlı sancakları olarak yönetilirken bazı sancaklar, ocaklı sancak olarak, yine tımar sistemi çerçevesinde eski bey ailelerinin ırsî tasarrufuna bırakılmıştır. Bunların yanında, önce eyalet sonra da, eyalet teriminin beylerbeylik yerine kullanılmasıyla hükümet adı verilen bazı mıntıkaları ise bugün ‘özerk’ diye tanımlanan bir çerçevede, aşiretleri üzerinde hüküm süren eski bey ailelerinin ırsî yönetimine terk edilmişti.” (s.124-125) diyerek Osmanlı eyalet sisteminin salyaneli ve salyanesi olmak üzere ikiye ayrıldığı bunlarında daha sonra kendi içlerinde farklı alt versiyonlara ayrılarak durumun, coğrafyanın ve yaşayanların gerektirdiği hassasiyetlere göre şekillendiğini görüyoruz. Özeklik talebin de bulunmanın da “hükümet adı verilen bazı mıntıkaları ise bugün ‘özerk’ diye tanımlanan bir çerçevede, aşiretleri üzerinde hüküm süren eski bey ailelerinin ırsî yönetimine terk edilmesi”nin yanlış anlaşılmasından ya da işlerine geldiği gibi anlamak istemelerinden kaynaklanmıştır. Mesela “Diyarbekir Beylerbeyliği üç tip sancaktan oluşuyordu: Osmanlı sancakları, yurtluk-ocaklık sancaklar, ocaklık olarak mahalli beylerin yönettiği ‘eyalet’ler veya sonraki adıyla ‘hükümet’ler.” (s.129) Özer olduğu iddia edilen bu Kürt sancaklarına her ne kadar oranın eski yöneticilerinden bir yönetici ‘hâkim’ adıyla atanmış olsa da bu atanma kendisinden istenilen bir yararlılık karşılığıdır ki, yayarlık gösterdi diye atanırdı. Eğer bu yayarlık devam etmez ise ‘hâkim’ görevden alınır ve yerine aileden ya da o sancaktan yararlılık gösterecek birisi atanırdı ki bu özerk denilen bir yerin yöneticilerinin ne kadar özerk olabildiklerinin de göstergesidir.
Prof. Dr. Mehmet Öz Osmanlı devletinin klasik dönem siyasi düşünce (s.171) yapısının oluşumunu ele aldığı yazısında bu oluşumun nasıl ortaya çıktığını Engin Akarlı’dan alıntıladığı “(Osmanlı devletinin) [15.ve16.yüzyılların] başarılarını anlayabilmek için, bunların İslam kültür geleneklerinin dingin çerçevesi içinde gerçekleştiğini, yani çoktandır belli bir olgunluğa erişmiş bşr kültürün yeni bir parıltısı olduğunu görmemiz gerekir. Çağın hedefi yeni bir sosyo-kültürel gelişme başlatmak değil, yaşayan ve üstünlüğü sorgulanmayan bir geleneği daha da olgunlaştırmaktı. Dönemin tanık olduğu sosyo-politik yeniden-örgütlenmelerin de, kültürel gelişmelerin de rehberi, İslam uygarlığının uzun mirasıydı.”(s.171) diyerek Osmanlı devletinin siyasi düşünce yapısının temelinde İslam medeniyetinin olduğunu, ancak Türk devlet gelenek ve göreneklerini, Fars devlet gelenek ve göreneklerinin yanı sıra Bizans devlet gelenek ve göreneklerinden de etkilenerek meydana çıktığını ifade etmektedir. Peygamberlerin bir kez gelip ilahi kaideleri tebliğ ettikten sonra peygambere gerek olmayacağını düşünen ulema insanlar arasındaki düzen sağlamak ve devam ettirmek ve bu ilahi kaidelerin uygulanmasının temini için hükümdarlara ihtiyaç olduğunu, kanunların da ilahi ve örfi olarak ikiye ayrıldığını ifade ettiklerini hata örfi kanunların beşeri olduğunu ifade için de Mete Han’dan örnek verdiklerini izah eder.
Osmanlı siyasi düşünce yapısını izah ederken ‘Dünya Düzeni’ manasına gelen ‘Nizam-ı Alem’ kavramını ele alan Prof. Dr. Mehmet Öz aslında bu kavram ile Osmanlının “kendi ülkelerindeki kamu düzenini” kastettiklerini düşünmektedir (s.178). Prof. Dr. Mehmet Öz’e göre “16.yüzyıl sonlarından itibaren gözlemlenen değişiklikleri, bozulma ve karışıklık olarak yorumlayan Osmanlı yazarları bu hususu ‘nizam-ı âleme ihtilal ve reâyâ ve berâyâya infial gelmesi’ biçiminde ifade ettiler. Fatih Kanun-nâmesinde saltanat makamına geçen hanedan mensubunun ‘nizam-ı âlem’ için kardeşlerini katletmesinin meşru sayılması da burada kastedilen düzenin Osmanlı ülkesinin düzeni olduğunu açıkça gösterir.” (s.178) diyerek izah etse de bu tek taraflı ve manası kısıtlanmış izaha katılmamız mümkün değildir. Nizam-ı âlem hem “Dünya Düzeni” hem de “kendi ülkesinin düzeni” manasını birlikte içermektedir. Çünkü kendi ülkesine düzen veremeyen bir ülke başka ülkelere, Dünyaya düzen vermesi mümkün değildir. Şu “reâyâ kendi görevi olan üretimle uğraşmalı ve yönetici sınıfa geçmeye çalışmamalıdır; yani toplum düzenindeki yerini bilmeli ve ona göre davranmalıdır.” (s.187) sözü de işi ehline verilmesi durumunda herkes ehil olduğu işe geçebilir. Hindistan da olduğu gibi toplum yapısı kastlara bölünmüş ve Osmanlıda bir kasttan başka kasta geçmek yasaklanmış değildir. İşin gerektirdiği donanım ile donanmış kişiler işin ehline verilmesi kuralı gereği istediği, ehil olduğu işi yapabilir. Burada sadece reâyâ olmak ile ilgili donanıma sahip olan birsinin başka bir işe yönetim kademesine rüşvet ve iltimas yoluyla geçmeye çalışmamsı gerektiği anlatılmaktadır. Nitekim Prof. Dr. Mehmet Öz bu meramını “Yine nizamın devamı için toplum tabakalarının {ehil oldukları] kendi işleriyle meşgul olması ve tabakalar arasında kanun ve kurallara aykırı geçişlerin olmamsı şarttı.” (s.188) diyerek Osmanlıda kast sisteminin olmadığını, toplum tabakaları arasındaki geçişlerin kanun ve kurallar çerçevesinde ehil olanlara müsaade edildiğini ifade etmektedir.
Prof. Dr. Mehmet Öz Osmanlı kroniklerinde bir “Altın Çağ” (s.191) tasavvur edildiğini ve saf, asıl olarak kabul edilen bu dönemin sonradan gelenler tarafından bozulduğunun işlendiğini örnekleriyle göstermiş, zaman zaman bozulma diye yapılan yeniliklerin de eskiden yoktu diyerek reddedildiğini ve eleştirildiğini göstermektedir. “Altın çağ tasavvurunun ve ‘bozulma’ algısının insanlık tarihi kadar eski olduğu ve bir anlamda Hz. Âdem ile Havva’nın cennetten çıkarılması hikâyesine kadar uzandığı ileri sürülebilir. İlk dönem Osmanlı kaynaklarındaki ‘altın Çağ’ ve ‘bozulma’ söylemlerinin arka planında, Kök Türk Yazıtları ve Kutadgu Bilig örneklerinde olduğu gibi, Eski Türk, İslam ve Türk-İslam devletlerinden intikal eden miras olduğu kadar, bu mirasa etki eden kadim Yunan felsefesinin yansımalarının bulunup bulunmadığı da tartışmaya değer hususlar arasındadır.” (s.191-192) diyerek insanların yakındıkları bozulma algısının ve ‘altın çağ” tasavvurunun Hz. Âdem’e kadar geri giderek insanlığın var olduğu günden beri, hem de bütün dünyadaki milletlerde var olduğunu ifade etmiştir. Ancak Osmanlı kroniklerinde zaman zaman saf, ilk hal olarak tasvip edilen Osman ve Orhan Gazi dönemleri Altın Çağ olarak övülürken devletin gelişip, büyüyüp, genişlemesi dolayısıyla ortaya koyduğu yeni düzenler faydalı da olsa insanlar tarafından bozulma olarak ve yeni olumsuz icatlar olarak eleştirilmiştir(s.191-212). Prof. Dr. Mehmet Öz her ne kadar Osmanlı imparatorluğunda bir ‘altın çağ’ özlemi olduğundan ve bozulmanın bu çağdaki uygulamalara geri dönmekle önlenebileceğini anlatmışsa da, 18.yüzyıldan sonraki Osmanlı aydınlarının “Nizaâm-ı Cedid” üzerinde durduklarını ve “Yeniçeri Ocağında bir müddetten beri ‘zavâbit ve kavânin-i kadîmelerine âdem-i riayetten’ yani eski kural ve kanunlara uymamaktan ileri gelen güçsüzlük ve bozukluklara mukabil, düşmanların savaş teknik ve sanayinde üstünlük kazandığını belirtir.” (s.230) diyerek eski kural ve kaidelere uymanın yanında teknik olarak ileri gitmiş düşmanın tekniğini de almak gerektiği vurgulanarak ilk kez bozulmanın dış güçlerle kıyaslanarak onların teknik ve sanayide ileri gittikleri vurgulanmış ve yeniçerinin “ateşli silah tekniklerini öğrenmeye rağbet etmeleri sağlanmalıdır.” (s.230) diyerek yenilikçi bir anlayış ortaya konulmuştur. Baştan beri anlatılan ‘Altın çağa’ özlemin Osmanlının bozulması olarak tarif edilmesinden vazgeçirilerek yenil gelişmelerden mahrum kalmışlığın Osmanlının mevcut haline tesir ettiği yönünde yorumlanmaya başlamıştır.
Prof. Dr. Mehmet Öz Osmanlı devletinde görülen bozulmaların hangi kelimelerle ifade edildiğini ele aldığı yazısında “Osmanlı Türkçesi metinlerinde devlet ve toplum düzeninde meydana gelen başkalaşım ve değişimi ifadeden en çok kullanılan kelimelerin başında ‘tagayyür’ gelir.” (s.234) dedikten sonra tagayyürün ‘başkalaşma, değişme’ demek olduğunu ve kökünün ‘gayr’ kelimesi olup ‘başka, diğer, öteki’ manasında olduğunu, ancak ‘bozulma ve kokma’ anlamlarıyla da olumsuz manada bir değişme olduğunu da ifade ettiğini de belirtir. Tagayyür kelimesinden başka fesad, fitne, tebdil (s.235), fetret, ihtilal (s.237) kelimeleri de bozulmayı ifade etmek için kullanılmıştır.
Prof. Dr. Mehmet Öz Osmanlı’da meydana gelen bozulma ve değişimi ‘ihtilal’ ile izah eden Osmanlı yazarlarının aslında bunu Osmanlı devletinin siyasi hayatında yaşadığı kırılma ve krizlerden kaynaklandığını ifade etmiş ve Osmanlının en başta gelen siyasi krizinin de “Siyasi krizler deyince akla öncelikle taht veraseti etrafında meydana gelen gerilim ve çatışmalar ile padişahların isyan ve hal’ fetvaları yoluyla tahttan indirilmesi gelmektedir.” (s.250) ifadesinde yer alan taht veraseti esnasında şehzadelerin ve hanedanın başka üyelerinin katli ve taht veraseti uğrunda çıkan isyanları ve mevcut padişahların fetva ile hal edilmesi kastetmektedir. Osmanlının karşılaştığı bir başka krizde Ankara Savaşıdır ki Beyazıt Ankara Çubuk ovasında Timur’a yenilmiş, Osmanlı devleti uzun süre fetret devri yaşamış ve nihayet Çelebi Mehmet birliği yeniden sağlamıştır. II. Murad zamanında yaşanan diğer krizde haçlı seferdir. Hunyadi Yanoş’un (Jan Hunyad) üzerine giden Osmanlı ordusu yenilince Hristiyanlar yeni bir Haçlı seferi girişimine cesaretlenmiş Polonya Kralı Ladislas Macaristan krallığına getirilince onun önderliğinde Macaristan ağırlıklı hazırlanan haçlı ordusu 1443’de Sırbistan’a girdi. II. Sultan Murad Niş ve Sofya’da tutunamayarak ordusunun başında Filibe’ye kadar geri çekildi (s.255). Kış şartları dolayısıyla geri çekilen Haçlılar ile 1444 tarihinde barış yapıldı (s.256). Osmanlıda meydana gelen kırılma ve krizlerin yanında Prof. Dr. Mehmet Öz tarafından; Hanedan alternatif arayışları Kırım Hanın veya damatlardan birsini ya da oğlunu hanedana geçirilme düşüncesi (s.270), İktisadi ve mali kriz olarak akçenin 580 oranında değer kaybetmesi dolayısıyla gümüş paradaki gümüş oranlarının düşürülmesi, vergilerin yükseltilmesi (s.272), Sosyal çalkantılar ve İsyanlar olarak; din bir kisve de içeren Şey Bedreddin isyanı, Alevi Kızılbaş isyanları, Celali isyanları, Kadızâdeliler-Sivasiler çekişmesi (s.274-280) gibi kırılma ve krizler sıralanmıştır.
Prof. Dr. Mehmet Öz altı asırlık Osmanlı toplum yapısı ve toplum düzeninin kuruluş dönemi ile devletleşme döneminde, Fatih devri ile Merkezi İslam dünyasının Osmanlı devleti yönetimi altına girdiği XVI. yüzyıl devresi arasında toplum ve devlet düzeninde çeşitli ve farklı görünümler arz eden değişiklikler yaşandığını, XVII. yüzyıl ile modernleşme çabalarının farlı derecelerde etkiler yarattığı XIX. yüzyıl arasında devamlılıklar ve farklılıklar olduğunu vurgular. Ve bu farklılıklara ve değişime sebep olan hususları da; sınırların genişlemesiyle Osmanlı egemenliğindeki dini ve etnik çeşitliliğinin artışı, XVII. yüzyıldan sonra kaybedilen topraklardan dolayı sınırların daralması sebebiyle göç eden Müslüman nüfusun büyük çoğunluğunun elde kalan topraklara yerleştirilmesi, modernleşme çabalarının Osmanlı toplum düzenini ve toplum yapısını değiştirdiğini ifade ederek sıralar (s.287). Daha sonra da Osman gazinin konar-göçer beyliğinin başında yaylaklara çıkan ve kışlağa inen bir kişi olarak, mevcut şehir ve kasabalara camiler, medreseler, mescitler inşa ederek, devletleşme hususunda alınan yerlere arkadaşlarından görevlendirmeler yaparak yerleşik hayata geçmeyi planladığını ve Osmanlı beyliğini yerleşik toplumlara has siyasi devlet yapılanmasına hazırladığını (s.288) ifade etmektedir.
“Osmanlı toplumunda, Hanedan ile Hz. Muhammed soysundan gelen seyyidler ve şerifler dışında ırsî bir soyluk yoktu.” (s.290) diyen Prof. Dr. Mehmet Öz “seyfiye, kalemiye ve ilmiyeden oluşan askeri sınıf”ın (s.300) siyaseten imtiyazlı olarak ancak ırsî seçkinler olan yani soya dayalı Hanedan ve Hz. Muhammed’in soyundan gelen seyyid ve şeriflerden sonraki imtiyazlı sınıfı oluşturduğunu, halk denilebilecek “reaya teriminin ise… bütün halkı kapsadığı, bunların ezici çoğunluğunun tüm vergileri ödediği, bir kısmının da avârız ve raiyyet rüsûmundan muaf” (s.300) kitle oldukları ancak bu reaya algısının da “On sekizinci yüzyıla kadar tabirin bu anlamı muhafaza ettiği… Tanzimat öncesinde ise reaya terimi gayrimüslim Osmanlı tebaası anlamına” (s.300) gelmeye başladığını ortaya koymaktadır. Osmanlı toplumunda reaya kesiminin vergi mükellefi anlamına geldiğini, yönetici anlamına gelen ‘askeri’ tabakaya geçmeleri de ancak padişah beratı ve fermanıyla olmaktadır (s.301). Bu da Osmanlı’nın vergi gelirlerinin azalmamsı için vergi mükelleflerini muhafaza etmek, sayılarını korumak gayesinde olduğunu gösterir. Prof. Dr. Mehmet Öz “Mesela derbendcilik, köprücülük, çeltikçilik vb. hizmetleri yapanlar avârız-ı divâniye ve tekâlif-i örfiye denilen vergilerden muaf tutulurdu. İşte bu grubu [avârız-ı divâniye ve tekâlif-i örfiye vergilerinden muaf tutulan kesim], reâya ile askerîler arasında bir kategori olarak yorumlamak da mümkündür.” (s.303) diyerek reaya içinden bir kesim olarak vergiden muafiyet sağlanarak istisna edildiklerini ifade eder. Bunlar reaya içinden oldukları halde kendilerine bir istisna sağlanarak vergiden muaf olmuşlar ve Hanedandan, Hz. Muhammed’in soyundan seyyid ve şerifler ile askeriye dışındaki bir imtiyazlı kesimi oluşturmuşlardır.
“Osmanlı toplunun yönetilen unsurlarını oluşturan tüccar, esnaf, zanaatkârlar ile köylü-çiftçler ve konar-göçerlerden oluşan reaya sınıfına yakından baktığımızda bunları yerleşim durumları bakımından üç ana gurup içinde ele alabiliriz. Kentliler, köylüler ve konar-göçerler” (s.308) aslında bu ifade bile Osmanlı devletinin konar-göçer kesiminin Kentliler, köylüler, ‘seyfiye, kalemiye ve ilmiyeden’ oluşan askeriye kesimlerinin yanında ¼ gibi bir oranı, nüfus bakımından ise çok cüzi bir nüfus kesimi oluşturduğunu ve dolayısıyla Osmanlının yerleşik hayata geçmiş bir devlet olduğunu gösterir.
“XVII. ve XVIII. yüzyıllarda köylülerin giderek daha artan vergilendirme yüzünden çift-bozanlığa başvurdukları ve köylerini terk ettikleri”ni (s.335) bu çiftbozanlık sonucu da levendat ve suhtevat denen ayrı karakterli iki farklı yeni insan zümresini türediğini söyleyen Prof. Dr. Mehmet Öz Suhdevat denilen kesimin ise “Köylerde geçimini temin edemeyen ailelerin çocuklarını medreselerde okumaya teşvik etti; küçük ve orta dereceli medreselerden sonra yüksek dereceli medreselerdeki doluluktan dolayı bu öğrenciler (suhteler) gruplar hallinde yaşamaya ve neticede asayişsizliklere yol açtılar.” (s.335) diye tarif etmiş, levendat adını verdiği insan kemsini de “Yine, köyünü terk eden delikanlılar (levandat) ümera kapılarında iş bulmaktaydı. Budin, Bağdat, Erzurum gibi eyaletlerdeki sınır kalelerinde bu leventler azap, yeniçeri ve gönüllü olarak ulufe ile görev yapmaktaydı. Mamafih bunların hepsini bu şekilde resmen görevlendirmek de imkânsız olduğundan [işsiz] kalanlar asayiş problemi teşkil ederdi. Leventlerin üçer beşer kişilik gruplar halinde ‘haramiliğe’ çıkmaları ise celâlîliğin başla[masına yol açmış]”(s.335) şeklinde tarif etmektedir. Suhtevat kesimi bugün de okumuş ancak iş bulamış insanların yaşadığı gibi problem olmuş, levendat ise tahsilsiz ancak silah kullanmayı öğrenmiş insanların yarattığı problem olarak önümüzde günümüze ışık tutan birer tarihi vakadırlar.
Prof. Dr. Mehmet Öz Osmanlı devletinin iktisadi zihniyet ve politikasını bizim de daha önce haklarında yazılar yazdığımız Sabri F. Ülgener ile Mehmet Genç’in ilgili kitaplarından yola çıkarak ortaya koymuştur. Sabri F. Ülgener’in Osmanlının genel dünya görüşüne ve ahlak anlayışına göre iktisadi dünya görüşün oluştuğunu ifade ederek Osmanlının genel dünya görüşünün ‘maddi [Dünyalık] âleme karşı bir mesafe şuuru’ndan oluştuğunu, bunun iktisadi zihniyete yansıması mekânda cemaatleşme, zamanda ise gelecek kaygısından uzaklaşma sınırlamasıyla şekillenen “esnfa ve lonca ahlakı bir yandan kanaatkârlık ve tevazua dayalı durgun bir nitelik taşımak”ta (s.339) olduğunu ifade eder. Mehmet Genç’e dayanarak Ortaya koyduğu iktisat politikasının da “fiskalizm (devlet gelirlerini yükseltmek, gelirin azalmasına müsaade etmemek], iaşecilik [provizyonizm; (halka en kaliteli, en ucuz ürünü sürekli temin etme)] ve gelenekçilik” (s.340) olduğunu ifade etmiştir. Prof. Dr. Mehmet öz bu verilerden yola çıkarak Osmanlı ekonomik düzenini “Osmanlı Ekonomik düzeni, yukarıda açıklanan genel ilkeler çerçevesinde talepten ziyade arza ağırlık veren, iaşeci/provizyonist anlayışa dayanan bir sistemdir. [Payitaht olan başkent] İstanbul’un, ordunun ve ülkenin ihtiyacını karşılamayı merkeze alan ve kendine yeterli, hatta dışarıya yönelik bir tarım ve sanayi üretimi söz konusudur. Klasik dönemde, ulaşım ve iletişim şartları ve tarım ve sınaî üretim teknolojilerinde kayda değer bir değişiklik olmamsı da genel ekonominin karakterini tayin eden çerçeveyi oluşturmaktaydı. Bu yüzden üretimi artırmak, kalite ve fiyatları kontrol altında tutmak (narh) önemliydi. Sistem tüketici lehineydi. Üretim faaliyeti küçük üreticilik esasına dayanıyordu. Üretim devletin değil özel girişimin işiydi. Devlet düşen güvenlik, adalet ve düzeni sağlamaktı.” (s343) şeklinde kısa ve öz olarak ortaya koymaktadır.
Osmanlı toprak sistemindeki tımar’ı ele alan Prof. Dr. Mehmet Öz “Hizmet karşılığı belirli bir gelirin dirlik olarak tahsisi edildiği sistem” (s.357) olarak tarif ettiği tımarı klasik dönemde Osmanlı sisteminin iki temel kurumundan birisi olarak görmektedir. Ve tımarı gelirlerine göre tasnif ederek “Bu sistemde geliri 19,999 akçeye kadar olan dirliklere tımar, 20,000 ila 99,999 akçe arasındakilere zeamet 100,000 akçe ve yukarısındakilere hass denir. Haslar sancakbeyi, beylerbeyi, vezir vb. yüksek dereceli görevlilerle şehzade ve padişahlara verilirdi. Zeametler ise alaybeyi, çeribaşı, subaşı vb. görevlilere verilirdi.” (s.357) diyerek aynı zamanda taksimatın gelir durumlarına göre hangi görevlilere yapıldığını da ortaya koymuştur.
Prof. Dr. Mehmet Öz “Osmanlı Klasik Çağı, Siyaset, Toplum ve Ekonomi” adlı kitabı tarihi olayları başlangıcından yıkılışına kadar aktaran bir tarih dizgisi kitabı ya da cenk nameler gibi bir tarihi hikâye kitabı olmayıp, tarihi olayları veya kurulmuş maddi ve manevi müesseseleri ve kurumları, isim ve kavramları tek tek ele alarak neye yaradığı, ne manaya geldiği ve nasıl anlaşılması gerektiğini, ne iş yaptıklarını, fayda ve zararlarını ortaya koyarak tarihi olayların dahi iyi anlaşılmasını sağlayan düşündüren ve algılamayı kolaylaştıran ve nihayetinde okuyucuyu tarihi yorumlayan bir yola sokmaktadır.
Prof. Dr. Mehmet Öz “Osmanlı Klasik Çağı, Siyaset, Toplum ve Ekonomi” adlı bu kitabı doğrudan birinci dereceden arşiv belgelerine dayalı tarihi aydınlatacak ya da yeni verieler ortaya koyacak bir eser olmaktan çok ikinci dereceden sayılan tarihi arşiv belerinden araştırma yaparak görüşlerini ortay koyan başka Orhan Kılıç, Lütfi Göçer, Ömer Lütfi Barkan, M.A. Cook, Feridun Emecen, Bahattin Yediyıldız, Halil İnalcık, N. Beldiceanu, Ahmet Tabakoğlu, M. Ali Ünal, Linda T. Darling, Oğuz Çetin, Şevket Pamuk, Mustafa Öztürk, Mehmet Genç, Nezihi Aykut, H.C. Güzel, Mübahat Kütükoğlu, Sabri F. Ülgener, Mustafa Akdağ, Suraiya Faroqhi, Mustafa Kara, Ralph S. Hattox, İsmail Altınöz, E.R. Toledano, Gül Akyılmaz, Sadık Öztürk, İlber Ortaylı, M. David Baer, Michel Balivet, yavuz Ercan, Yusuf Halaçoğlu, Ahmet Refik, Faruk Sümer, Mustafa Cezar, Amy Singer, Özer Ergenç, Selami Pulaha, Uriel Heyd, Erhan Afyoncu, Ahmet Mumcu, Cemal Kafadar, Ahmet yaşar Ocak, Erol Özvar, İsmail Hami Danişmend, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Necdet Öztürk, Mehmet Akman, Enver Ziya Karal, Yaşar Yücel, Mertol Tulum, Abdulkadir Özcan, Health W. Lowry, Reşit Rahmeti Arat,Peter Burke, Mehmet Fuat Köprülü, Mehmet İşpirli, Fahri Unan, Kemal Yavuz, Bernard Lewis, Tuncer Baykara, P.M. Holt, Andre Miquel, İdris Bostan ve adını sayamadığımız daha nice ilim adamlarının yazıp ortaya koydukları açıklama ve önerileri üzerinden parçaları birleştirerek ortak bir sistem izahı oluşturmaya, bütün yazarları bu mevcut Osmanlı Ekonomik sistemi ve toplum düzeni üzerinde buluşturmaya uzlaştırmaya ve sitemi de mevcut olduğu kadarıyla izah etmeye çalışmıştır. Böylelikle Osmanlı ekonomik sistemi ve toplum yapısının okuyucu tarafından bütüncül bir şekilde anlaşılmasına katkı vermiştir.
Prof Dr. Mehmet Öz “Osmanlı Klasik Çağı, Siyaset, Toplum ve Ekonomi” adlı kitabında Osmanlı için tartışmalı olan Türk etnisitesi olup olmadığı, Osmanlının Müslüman olup olmadığı ve müşrik olup olmadığı, Hristiyan olup olmadığı, Rum, Rumi, Rum-ili, vs kavramların ne manaya geldiği tek tek tarihi kaynaklardan ele alınarak kelime ve kavram manaları verilerek Osmanlının Türk ve Müslüman olduğu, Rum ve Rumeli tabirlerini Selçuklulardan beri Bizans’tan alınan topraklar için kullanıldığını göstermiş, şüpheleri gidermeye çalışmış Osmanlı Türk Tarihinin gelecek nesiller tarafından şüpheden arî olarak sağlıklı bir halde anlaşılmasını temin etmiştir.
Prof Dr. Mehmet Öz’ün yazdığı “Osmanlı Klasik Çağı, Siyaset, Toplum ve Ekonomi” adlı bu kitabı klasik Osmanlı tarihini kuruluşundan yıkılışına kadar geçen tarihi olayları anlatan tarzda bir kitap değildir. Prof. Dr. Mehmet Öz bu kitabında Osmanlının kuruluşu üzerine eser yazmış ve bir tarihi tez ortaya koymuş tarihçilerin kitaplarını karşılaştırmakta, ortaya konulan tarihi tezlerin reddedilecek kısımlarını reddederek niçin reddedildiklerini, kabul edilecek kısımlarını kabul edip niçin kabul edildiklerini izah etmiş, uzlaştırılacak olanları uzlaştırıp, farklı yazarların söylediği farklı yerlerdeki anlatılanları birleştirerek Osmanlı devletinin kuruluşuyla ilgi tarih tezinin doğrusunu ortaya koymaya, eksiksiz ve etrafını cami ağyarını mani bir tez olarak anlaşılacak şekilde sunmaya çalışmıştır. Bu hususta tarih okuyucusunun doğru bilgiye ulaşmasını sağlayarak, okuyucunun farklı tezler üzerine muhakeme etmesi hususunda fırsat da sunmaktadır.

