
Halim Kaya
Erol Maraşlı ismine milliyetçi dergilerden ve gazetelerden aşinayım. Bilgeoğuz yayınlarının sahibi Oğuzhan Cengiz’in sosyal medya reklamında “Timsahın Gözyaşları-12 Eylül’ün Romanı” adlı görünce kalemine güvendiğim Erol Maraşlı’nın 12 Eylül üzerine yazdıklarını merak ederek aldım.
Erol Maraşlı 1944 doğumlu olup, 1980 ihtilalinde üniversite eğitiminin son sınıfında okurken tutuklanmış ve bu yüzden eğitimini yarıda bırakmış, daha sonra bir müddet memuriyet yaptıktan sonra gazetecilik yapmıştır. Erol Maraşlı’nın kaleme aldığı eserlerinden bazıları “Türkiye’deki Askeri Darbe Teşebbüsleri”, “Çankaya Sancıları: Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde Yaşananlar”, “Darbe İçinde Darbe: 13 Kasın 1960 Ondörtler Olayı”, “Balans Ayarları: Cumhuriyet Dönemi Askeri Muhtıralar”, “Yol Ayrımındakiler”, “Baba Dağın Başında Bir Top Ak Bulut: Bir Ege Masalı” “Timsahın Gözyaşları. 12 Eylül’ün Romanı”
Erol Maraşlı’nın yazmış olduğu “Timsahın Gözyaşları. 12 Eylül’ün Romanı” adlı kitabı Bilgeoğuz Yayınevi tarafından İstanbul’da 2025 baskısı yapılmış bir dönemi anlatan romandır. Kitabın ilk baskısı olma ihtimali yüksektir. Çünkü kitabın künyesi yazılırken kaçıncı baskısı olduğu belirtilmemiştir. Kitap 304 sahife ve 28 bölümden oluşmaktadır.
Hemen daha ilk sayfada bu güne kadar duymadığım bir kelime gördüm. “Verevlemesine asılmış fişeklik” (s.5) ifadesindeki “verevlemesine” kelimesinin muhtemel manası “çaprazlamasına”dır. Çünkü askerin fişekliğinin asılış şekli bir omuzdan -genellikle sağ omuzdan sol karın-bel bölgesine doğru aşağıya çapraz asılır- aşağıya doğru asılmış olmasından dolayı bu mana uygun oluyor.
Cezaevi gibi kasavetli bir yerden küçücük pencereden dışarıya bakınca Camgüzeli, Menekşe, Begonya, Lobelya, Krizantem, Karanfil, Fesleğen, Limon ağaçları, Gül, Hanımeli, Melisa gibi çeşitli çiçekleri (s.6) görüp hafızasına kaydeden gözler ne muhterem, ne zarif ve ne ince bir zekânın gören gözleridir. Bu çiçekleri diken yoksul ama gönlü zengin, “Kıyamet kopsa da elinde bulunan fidanı dik.” diyen dinin samimi inanları ne bahtiyar insanlardır. Ufacıcak saksı çiçekleriyle hayatlarını ve dünyalarını güzelleştirip renklendirmişlerdir. Ne tuhaf ki Merhum Yusufiyeli Mustafa Karaca ağabey de yazmış olduğu, yine Bilgeoğuz yayınevi tarafından basılmış “Köle” adlı romanında uzun uzun balkonunda çiçek yetiştiren bir ama kızın hikâyesiyle birlikte çiçekler üzerine tahliller yapar ve bizi bilgilendirir. Zordur yazıyla resim çizmek ama Erol Maraşlı gayet güzel başarmıştır. Cezaevinin penceresinden gördüklerini tasvir ederek anlattıklarını bir ressam çizip resme çevirse belki eksik hiçbir şey kalmaz cezaevine dair anlatılmayan.
Erol Maraşlı yeni mahkûm Alper’e söyletiyor şu ifadeleri: “Bizim silahla milahla işimiz yok, biz devletimize el kaldırmayız. Biz askerimize, polisimize ve de subayımıza silah çekmeyiz.” (s.10) devlete sahip çıkan asker polise kurşun sıkmayanlar rejimi değiştirip Moskova’ya bağlamak isteyenlerle bir tutulmuş, cezaevlerinde işkencelere maruz kalmış, kimi bir ondan bir bunda dengesi güdülerek asılmış, hayatlarının baharında soldurulmuşlardı. Cezaevi hayatını o kadar detaylı anlatmış ki sanki geleceğe bir belge bırakmak, araştırma yapacaklara bilgi sunmak istercesine teferruatlı yazmıştır. Cezaevine girmemiş birisi bile bu anlatılanlardan en detaylı şekilde bilgilenebilir.
“Ülkücülerin koğuşunda rüşvet, avanta gibi konuların lafı olmazdı.” (s.14) Çünkü ülkeye ve dünyaya nizam vermek isteyen ülkücüler ideolojilerine yoğun bir bağlılıkla bağlanmış, ideallerini her zeminde yaşarlardı. Çünkü bilirlerdi ki sözüyle yaşantısı bir olmayanlar hiçbir şeye nizam veremezdi. O yüzden savundukları fikirlerini önce kendi hayatlarında tatbik ederlerdi. Erol Maraşlı “Koğuşun girişinde, solda, ranzaların bulunmadığı yerde ülkücü mahkûmlar yerlere battaniye sererek, burayı kendilerine mescit haline getirmişler. Ranzaların kenarlarına tespihler asılmış, imam efendi için de dışarıdan getirilmiş ucuz, ince bir seccade konmuştur. İmamlık görevini mahkûmlardan birsi yapar. Sesi güzel olan birisi de müezzin olup ezan okur. Namaz kılınan koğuşlardaki ilk ezan sesinden sonra diğer koğuşlar da koroya iştirak ederler… Mescit olarak ayrılan yer; aynı zamanda Kur’an okunan ve öğrenilen bir yer iken, siyasi mahkûmların çoğalması sonucu sohbetlerin de yapıldığı bir yer oldu…” (s.14-15) ifadeleriyle ülkücülerin hapishaneyi medresi-i yusufiye, taşmedrese yaptıklarını, inandıklarının yaşadıklarını ve yaşatmaya çalıştıklarını ifade ediyor.
12 Eyül Darbesinde gözaltına alına herkesin hemen hemen bütün kitaplarının yasak yayın muamelesi görerek Emniyete götürüldüğünden bahseden Erol Maraşlı, kitapların Emniyet depolarında yakılarak, tahrip edilerek nasıl yok edildiğini izah ederken bilmediğimiz bir gerçekliği de aşığa çıkarıyor: “Kalan kitaplardan sakıncalı olanlar ‘fersude / aşınmış, eski’ olarak tutanak tutulur; tutanaktan sonra ya yakılır ya da Seka Kâğıt fabrikasına gönderilmek üzere İzmir’e İzmir’deki Seka deposuna götürülürdü. Kalanları [iyi fiyat] edilecekleri kalınlık ve inceliğine, yenilik ve eskiliğine göre ayırır, İzmir’e götürüp sahaflara sıkı bir pazarlıktan sonra satardı. Bu kitapların parası ile tek kapılı eski bir Anadol otomobil bile almıştı.” (s.25) İhtilal ile sahaflara düşen ülkücü gençlerin kütüphaneleri birilerine gayrimeşru gelir kapısı olmuştur.
Erol Maraşlı kendisinin cezaevinde yaşadıklarını temel alıp, genelde anlatılanları da ekleyerek, kendisi olmaktan çıkardığı cezaevi hayatını bütün ülkücülerin de anılarında anlatılan yaşanmışlıkları da kapsayacak genişlik, detay ve genellikte birleştiren bir anlatımla umuma hitap eden bir üslupla herkesin yaşadığı ya da yaşayacağı tecrübeleri kapsayacak bir bütünlük içinde cezaevindeki hayatı anlatmış, konu olarak okuyan ve daha önceden cezaevi tecrübesi olanların ben de cezaevinde bunları yaşadım diyeceği bir bütünlük ve birleştirmeyi başarmıştır.
Erol Maraşlı, roman kahramanı Mehmet’in gözaltındaki ilk sorgusunda kendisine sorulan ve Türkeş’in de yargılandığını dile getiren ve kurtulamayacakları yönündeki bir soruya verdiği cevap ile 12 Eylülde tutuklananların ilk sorguları sırasında henüz yazılmamış iddianameyi okuması mümkün değilken o, Mehmet’e söylettiği “İddianameyi okudum: safsata ile dolu! Bu iddianame ile Türkeş Beğ ve arkadaşlarına bir şey yapamazlar! [Cumhuriyet] Halk Partili Senatörün bile işlediği suç; partimize yüklenmiş. Parti binasında bulunan transistorlu radyoyu bile, telsiz diyerek iddianameye almışlar?” (s.29) her ne kadar o an için iddianame olarak ortaya konuluş olmasa da Erol Maraşlı MHP davasındaki açmazları ve tutarsızlıkları söyleterek kendisinin ve ülkücülerin suçsuz olduklarını izah etmek için almış olabilir. Ancak bu ifadeyi roman kahramanı Mehmet’in gözaltı sorgusunda değil de mahkeme esnasında kullandırsaydı daha tutarlı bir yer olacaktı. CHP’li Senatör Niyazi Ünsal 1980 öncesi bir mektup yazmış ve bu mektup ilgili yere değil de Alparslan Türkeş’e gelmişti. Türkeş’in evinde ve partide yapılan aramalarda Türkeş’in arşivinde bulunan mektubu da içeriğindeki suç unsurlar dolayısıyla savcı MHP iddianamesine almıştı. Ancak gözden kaçırdığı mektup Türkeş’e yazılmış değildi ve Niyazi Ünsal MHP senatörü değil CHP senatörüydü.
Üç’üncü bölümdeki Mehmet ve kardeşinin gözaltına alınışı ve götürülüşleriyle dördüncü bölümdeki eşinin evde yaşadıkları Mehmet’ten ayrılış sırasında hissettiklerini üçüncü bölüm olarak yazdıktan sonra Mehmet’in götürüldüğü emniyetteki sorgusu ve yaşadıkları dördüncü bölüm olarak düzenlenmesi romanın okuyucu üstünde daha tesirli olmasına yarayacak, akış da mevcut durumda olduğu gibi sorgudan sonra tekrar ayrılış sahnelerine dönmek gibi kesilmemiş olacaktır.
“Koy şu pikaba, Kibariye’yi!” (s.37) ifadesinde geçen Pikap o zamanlar kullanılan beyaz Reno marka Toros’larda bulunmayan bir müzik dinleme aletidir. Gerçi yazar daha sonra “otomobilin teybindeki kaset ise yine Kibariye’nin şarkılarını çalıyordu.” (s.38) diyerek düzelmiştir ancak ilk ifade “Koy şu teybe, Kibariye’yi!” şeklinde olması gerekirdi. Ayrıca “İleride, işkence sırasında Cuma salası verilirken de aynı arzuyu ve dileği bir kez daha duyacaktı!” (s.39) ifadesinin de fazlalık olduğunu düşünüyorum. Çünkü kişi ilerde yaşayacaklarını bilemez, cümlenin dış bir ses tarafında ifade edilmesi de yanlış, çünkü yaşayacak kişinin bilemediğini dış ses vazifesi gören kişide bilemez. Böyle bir benzetme ancak geriye dönük olarak yapılabilir geleceğe dönük yapılamaz.
“Sarakaya alırcasına” (s.48) bu güne kadar duymadığım bir söz. Alay etmek ve alaya almak manasına geldiğini söylüyor internet. Yaygın kullanılıyormuş. Demek ki biz cahil kalmışız. Öğrenmek ne güzel bir şey, yaş yetmiş de olsa, insan mutluluk ve haz veriyor.
Ülkücülerin tarikatlara yöneldiğini, daha doğru kaçak duruma düşen ülkücülerin gizlenmek için tarikatlara girdiğini ve halktan uzak sessiz ve sakin bir ortamda eski kimliğini unutturarak kaçabildiği kadar emniyet güçlerinden kaçıp saklanmak için tercih ettiği bir yol olarak bu tarikatların en önemlisi olan ve 12 Eylül darbecilerinin izniyle büyüyen Menzil tarikatını ele alıyor. Uşaklı Mustafa olarak anlatılan ülkücü 12 Eylül’den önce uzun zaman aranmıştır. “Önceleri izini kaybettirmiş daha sonra kendisinin bağlı bulunduğu Menzil’e kapağı atmıştı.” (s.57) Uşaklı Mustafa menzile sığınmıştı ancak Seyda teslim olmasını tavsiye etmiş, bu isteğe uyan Uşaklı Mustafa da memleketine dönerek emniyete gidip polise teslim olmuş, o gün bu gün ikinci kırk beş günü gözaltında işkencelere maruz kalarak geçiriyordu.
Erol Maraşlı roman kahramanı Mehmet’in üzerinden ülkücülerin hagi suçları işlemediğini “bizler adam öldürmedik, banka soymadık, çocuk kaçırmadık, devletin temeline dinamit koymadık, askere ve polise kurşun sıkmadık, devletimizin kültür sarayını, gemisini yakmadık…” diyerek sayıyor devamında da ülkücülerin yaptıklarını da “Bizler, belki hata yaptık: devletin aciz düştüğü ortamdaki otorite boşluğunu doldurmaya kalkıştık! En önemlisi; canımıza kıymaya kalkanlara karşı nefis savunması yaptık! Bu suç mu?” (s.66) şeklinde sıralayarak suçsuz olduklarını savunmaktadır. Gerçekten de Ülkücüler 12 Eylül darbecileri tarafından denge unsuru olarak görülmüş, devlete ve millete düşmanlık eden komünist fraksiyonların mensuplarıyla aynı muameleye tabi tutulmuşlar, bir onlardan bir bunlardan diyerek suçsuz ve yaşı küçük insanlar idam edilmişlerdir.
Roman kahramanı esnaftan birsi olduğu anlaşılan Terzi Ceyhan’ın “Hani Türkeş Efendi diyordu ki ‘Milliyetçi Hareket Partisini kapatmak için Nuh Tufanı lazımdır…’ Demek ki tufana gerek yokmuş, bir düdükle yıkıldık gittik…” (s.71) sözlerinden iki farklı mana çıkar. Birincisi Terzi Ceyhan’ın ülkücülerin avam takımından olduğu, bu sözde saklı gizli ve ince manayı kavrayamadığı, ikinci olarak da Türkeş’in bu sözünün adalet ile yönetilen bir ülke içinde hukuk dairesinde hareket edilen, adalet ve hukukun hâkim olduğu bir durum için söylenmiş bir söz olduğu, hâlbuki 12 Eylül Cuntasının adaletle hükmetmediği gibi anayasanın hükmünü çiğneyerek, anayasaya aykırı bir darbe yapmış olmaları dolayısıyla kendilerinin zaten yasal bir durumları yoktur. Sadece güçlünün sözü geçer mahiyetinde kabalık, zorbalık hatta silah gücüyle yönetime çökmüşlerdi. Ancak roman kahramanı Mehmet bu alaycı ifadeye başka yönden üçüncü bir bakış açısıyla cevap vermiştir.“Türkeş Beğ, doğru söylemişti. Bu ihtilal de, bir tufan değil mi? Demokrasilerde ihtillaler de tufandır. Bundan iyi tufan mı olur? Faturası ağır olan bu ihtilal de tufandan başka nedir? Demokrasinin çiçekleri [siyasi] partilerdir. Tufan ise, darbelerdir. Uğruna kan dökülen demokrasiler, bir gün bir düdükle yok oluyorsa [yok ediliyorsa]; işte o tufandır. Çiçeği yeniden yetiştirmek için yine bir süre geçer; çiçek dallanır, budaklanır, filiz verir tam tomurcuklanırken bir bakarsınız, yeniden bir ayaz, ya da tufan!” Mehmet’in bu ifadelerinde ülkemizin on yıl arayla darbelere maruz kaldığı gerçeği ile MHP’nin darbeden sonra yeniden gelişip büyüyeceği umudu vardır.
Erol Maraşlı nezarette tutulan ülkücülerin birbirleriyle yaptıkları sohbetler ve görüş alış verişlerinde Ülkücü hareketin iktidara geleceğini, ihtilal yapan darbecilerin Amerika’nın emri ile “Bizim çocuklar” dedikleri bir kesimin darbe yaptıklarını hatta Amerikalı bir generalin Türkiye’de darbe yapanlara “Her on yılda demokrasiniz kesintiye uğrasa da iktidarı Türkeş’e bırakmadınız” (s.74) diyerek mektup yazdığını anlatıp analizler yaparak darbenin arka perdesini aralamaya çalışmaktadır.
Cavit şüphelendiği ifadeye alınan fotoğrafçı Süleyman hakkında Mehmet’e “Sülo söyleyecek bir şey bulur: ne bileyim duyduğunu söyler, hayalinden geçeni söyler, öğünmek için adam öldürdüm bile der.”(s.81) derken sorgulamalarda yoldan tutan insanların getirildiği gibi bu insanların halk arasında konuşulan dedikoduları hiç bir belge ve şahitlikleri olmadığı halde ifade olarak polise anlattıkları, hatta sonun nereye varacağını kestiremedikleri için şan ve şeref kazanırım düşüncesiyle işlemedikleri suçları da kabullendiklerini, sorgulamaların çoğunun gerçeklikle alakası olmayan düzmece yalan yanlış ifadelerden oluştuğunu ortaya koymaktadır. Ancak Cavit’in endişelerine karşı Mehmet’in verdiği cevap “Üzülme çiğ yemedik ki karnımız arısın.” (s.81) kendinden emin, kendine güvenen bir insanın cevabıdır. 12 Darbecileri aksine hareket ederek kişinin kendisine güvenmesini boşa çıkarmışlar bizim istediğimiz ve söylediğimiz suçları kabul edecek ve yazılan uydurma ifadeleri imzalayacaksınız diyerek binlerce masun tutukluya, yaşlı, kadın, çocuk demeden aile efradına işkence ve zulüm yapmıştır.
Adı mücahit olması dolayısıyla Siyasal İslamcı sandığım, ancak ülkücü tutuklulardan Mehmet’in beklide aralarında bir fark görmediği için solcu dediği Mücahit, ülkücü tutuklu fotoğrafçı Süleyman’ın sorgudan sonra geldiği koğuşta, Mehmet’in boynuna sarılarak dövdüler diyerek anlattıklarını duyunca “Mehmet ya …. Bu ötmüş. Bu çocuğa dikkat edin!” (s.82) cezaevi jargonunda ala edilen bir tarzda tutuklanmadan önce birlikte olduğu insanları sorguda suç işlesin işlemesin suçlar isnat ederek itiraflarda bulunmuş, arkadaşlarını ele vermiş, arkadaşlarının ceza alması için şahitlik yapmış kişiler için kullanılır. Bu durum daha çok polis tarafından grup içine sokulan ajanlar, sorguda işkenceye dayanamayanlar ya da samimi olarak ilkelere inanmamış, zayıf karakterde insanların gösterdi bir zafiyettir. Mehmet sorguda ötenlerin psikolojik durumunu “O andaki insan psikolojisi çok değişik olur: korku; mantığı yok eder! İnsan başka bir kişiliğe bürünür.” (s.83) Şeklinde koğuş arkadaşlarına izah eder ve yine de Süleyman’ı koruyucu sözler söyler ve “Bir başka gün bizleri de sorguya aldıklarında, biz de saçmalayacağız!” (s.83) diyerek bin bir türlü hile ve baskı ile yapılan sorguda kendi başlarına da böyle bir şeyin geleceğini söyleyerek arkadaşlarını teskin etmeye çalışır.
Mehmet bir teşhis de bulunuyor. “İslamcılara bak! Bu insanların olaylar karşısındaki sessizliğine ve kaygısızlıklarına. Onlar; on, belki de yirmi, bilemedin otuz yıl sonra[sı için] devlet kurumalarına adam yetiştirip, yerleştirmenin sinsiliği içindeler… ABD’nin ve Rusya’nın yüz yıllık planları içinde en uygun insanlar ne solcular ne de ülkücüler; sadece ve sadece Siyasal İslamcılardır. Onların; Akıncıları ya da siyasetçileri neredeler? Niçin içeride değiller? Bir düşün!” (s.93)
12 Eylül cuntasının sorgucuları tutuklulara sorgu esnasında ağza alınmadık küfürler ederek insanın şeref ve haysiyetini ayaklar altına almakla görevliydiler sanki. Roman kahramanımız Mehmet sorguya alınmış “Sorgudan sonra bu küfür sağanağının nedeninin öğrenecekti: polisler; sorgu öncesinde göz altılının moralini bozmak, zihnini boşaltmak, dağıtmak ve sonra istediği ifadeyi almak için küfrediyorlarmış. Bu arada, göz altılının tepkilerini ölçer, hareketlerini gözlemlermiş. Tekrar küfrede, göz altılının sinirlendiğini görünce küfrün dozunu ve hızını artırıp, şuursuz hale getirdikten sonra sorguya geçilirmiş!” (s.100) İnsan haklarına aykırı insanlık dışı bir uygulama olan bu küfür ve devamındaki işkenceler 12 Eylül hukuksuz darbesinin en çok başvurduğu metotların başında geliyordu. Suçu ispatlanana kadar herkes suçsuz kabul edilir ve müddei iddiasını ispatlamakla mükelleftir ilkelerine rağmen işlenmemiş suçları ispat edemeyen müddei durumundaki sorgucular işkencelerle yalan yanlış ifadeler alarak isnat ettikleri suçları sözde itiraflarla delillendirmeye çalışarak neticede bu düzmece dosyalarla görülen mahkemelerde Türkiye’nin en cevval en çalışkan ve idealist kesimi olan bir nesli kamu haklarından, devlete millet hizmet yolundan mahrum bıraktılar.
Gözaltına alınan ve yaklaşık otuz, otuz beş gündür tutuklu olan Mehmet’in hanımı bir umut Mehmet’i kurtarır diye eskiden komşuları ve dostları olan, birbirlerine gelip gittikleri, yeyip içtikleri emniyet müdürünü ziyarete gitmiş ilk iki ziyarette kendisiyle görüşen müdür “Mehmet’in bir suçu yok 10 güne kurtulur” gibi laflar ederken üçüncüsünde onları kabul etmemiş, toplantısı var dedirtmiştir. Birkaç gün sonra emniyet müdürünün karısı olan arkadaşına gitmiş o da lojman güvenliğinden sorumlu polise “memleket gittiler” dedirtmiştir. Ancak yukarılara bakan Mehmet’in hanımı üçüncü katın perdesinin arkasından onları izlediğini görmüştü.“O zaman ayakları suya erdi: emniyet müdürünün hanımı da o kadar dostluğa ve yılların arkadaşlığına rağmen kendisini kabul etmek istemiyordu. Dostluğun arkadaşlığın da bir sınırı olduğunu yıllar sonra öğrenecekti. Dostluklar arkadaşlıklar hep iyi günler içindi.” (s.114) Dostluklarını sınırını tayin etmek isteyen eskiler boşuna dememişlerdi “Düşte gör” diye. Rahmetli babam polis askerin dostu olmaz, başına bir iş geldiğinde onlar dostluğa bakmaz vazifesini yapar. Kendinizi ona göre ayarlayın, polisin askerin dostluğuna güvenmeyin derdi. Bazen bunlara ormancıları da ilave ederdi. Herhalde kökünün köye dayanması, sonradan şehre yerleşmiş olmaları dolayısıyla ormancıların devletin otoritesini arkasına alarak o günlerdeki görevinin gerektirdiğinden daha sert tutumları ve aşırı yetkiliymiş gibi hareket etmelerinden kaynaklanıyordu bu düşüncesi.
Bugüne kadar okuduğum 12 Eylül darbesi mağdurları ülkücülerin yazdığı hatıralarından öğrendiğimiz işkence çeşitlerinin yanına tek elden askıya asmak, makata parmak sokmak İzmir bölgesi işkencecilerinin kendilerine mahsusu metotları olsa gerektir. Belki makata cop sokmak işkenceydi ancak hele şu makata parmak sokmak işkence değil düpedüz sapıklıktır. Bunu işkence diyen yapan adamlar aslında sapıklıktan yargılanmalıydı, ancak darbe ortamının ahlaksızlığı, kuralsızlığı, kanunsuzluk ve adaletsizliği arasında pek üzerinde durulmamış, kargaşaya karışıp geçmiştir. Falakaya yatırılmış insanların ayaklarının altı şişmesin diye ayak üzerinde sıçramamaya çalışmak tutuklarının geliştirdiği bir orijinal bir metot olarak Mamak tedavi metotlarının yanında yerini alacaktır. “Ayrıca işkenceden gelenlerin ayaklarının şişmesini önleyecek çıplak beton yer lazımdı. Burada yürüyüp zıplayacaklar, ayaklarının şişlerini birazcık olsun indireceklerdi.” (s.137)
“Kendimize hayıflandım: parti olarak bir gazete işini halledemedik. Çıkardığımız gazeteyi bizimkiler bile okumuyordu. Şimdi bunun acısını çekiyoruz. Toplumu kucaklayacak bir gazete çıkaramadık. Basında söz sahibi olamadık. Sağdaki karnı büyükler; para getirmeyecek bir sahaya yatırım yapmadıkları gibi, kendilerine günde on kez küfredenlere reklam verip destekliyordular…” (s.157) Erol Maraşlı bir acı gerçeği dile getirmiş. Her ne kadar bir akım gazete ve dergiler çıkarılmış ise de bunlar daha çok ideolojik dergi ve gazetelerdir. İçi dönük yayın yapmakta, mensupları hakkında ve ideolojisini öğretme, mensuplarını yetiştirme gayesi güden gazete ve dergilerdir. Halka yönelik her gün alıp okuyacakları, magazin dâhil halkın hoşuna gidecek her şeyden bahseden, herkesi ilgilendiren haberlere yer veren ancak zaman zaman da ideolojik bilgiler yer verecek, kendileri hakkında yanlış habere müsaade etmediği gibi doğru haber vererek kamuoyunu kendileri hakkında doğru bilgilendirecek, anti propagandayı önleyecek bir gazete hep Ülkücü Hareketin hayali olmuştur.
Romandaki Kürt Şamas ile Mehmet arsındaki sohbet sırasında Mehmet Kürtlerin Kürtçülük ve bölücülük yapmaları, şiddet yolunu tercih etmeleri hususunda konuşurken Türklerin Kürtleri dışlamasının söz konusu olmadığını, onları olduğu gibi kabul ettiklerini, bin yıllık beraber yaşamasının sonucu aralarında yapılan evlilikler ile kaynaştıklarını anlatırken verdiği örnek “Bizim Başbuğ Türkeş’in kızı kardeşi de bir Kürt ile evli.” (s.180) diyerek Ülkücülerin Türkler ile Kürtler arasında ayrım yapmadıklarını Kürtleri damat olarak ailelerinin içine sokarak yaptıklarını göstermeye çalışmıştır. Hatta daha da ileri giderek “Yenisey anıtlarında ‘Ey Türk ve Kürt Beyleri’ hitabı vardır.” (s.181) diyerek Orta Asya’dan birlikte geldiğimizi, 5000 yıldır beraber yaşadığımızı, Orta Asya medeniyetini ve Anadolu medeniyetini birlikte kurduğumuzu, Kürtlerin Oğuzların Tükçeden, Arapçadan, Farsçadan aldıkları kelimelerle farklı bir dil oluşturmuş bir boyu olduğunu ifade ederek et ve tırnak misali birlikte olduğumuz anlatmaya çalışmıştır.
Erol Maraşlı roman kahramanı Ülkücü Mehmet ile sosyalist Mücahit gibi bir kaç tutuklunun sohbetlerinde ve sorgucuların sorduğu sorulara verilen cevaplar sırasında aralarında yaptıkları konuşmalarda Ülkücülük ve komünizm ya da sosyalizm gibi ideolojileri karşılaştırarak eksiklikleri ve yanlışlarını ortaya koyarak analizler yapmakta, okuyucuya milli kaynaklardan beslenen ideolojiler ve yabancı devletlere köle olmayan, millete dayanan fikri yapıların doğruluklarını ortaya koymaktadır. Erol Maraşlı kitapta yaptığı yorum ve analizlerle aslında milliyetçilikten ve ülkücülükten ne anladığını, ülkücülüğe yöneltilen soru ve eleştirilerin cevaplarını vermeye çalışarak ülkücülüğün ve ülkücülerin nasıl anlaşılması gerektiğini izah etmektedir.
“Vah çocuklar vah! Genç yaşta fişlendiniz; istikbal gitti… Devlet kapıları sizlere kapandı gayri.” (s.216) diyen yaşlı bir polisti. 12 Eylül’de gözaltına alınan ülkücülere, ülkücü diye gözaltına alınanlarına arasında üç MHP’liden hariç CHP’liler ve bir belediye başkanı, Adalet Partililer, İGD’liler, kaçakçılar, Deblekçi Çingene kadınlar olsa da önceden yazıp hazırlanılmış ifadeler dayak atarak gözleri bağlı okumadan imzalatılıp gençlerin geleceğini karartanlar ebedi âlemde şimdi nasıl hesap veriyorlardır kim bilir. Ülkücü olsun olmasın bir nesil yok edildi. Ülkeye hizmet edecekleri zaman engel oldular. Nezarethanedeki tutukluluk hali ile cezaevine konulmayı “dört duvarın arasından çıkıp aydınlık, fakat parmaklıkların arasındaki dört duvarın içine gidiyordu…” (s.220) diyerek tarif eden Mehmet mahkeme olmadan en az altı ay burada kalacaktır.
Mehmet cezaevindeki onuncu günde gece saat ikide uyku tutmayınca eşine mektup yazıyor. Öyle bir mektup ki sekiz dokuz sayfa ancak mektup sanki bütün cezaevinde yatış süresinde yazılmış mektupların farklı yerlerini birleştirip tek mektup oluşturulmuş. Hiçbir mektup bu kadar konudan bir seferde bahsetmez, çünkü gelecekte yaşanılacak günleri de doldurmak gerekir ki mektup da içerdekilerin hem vakit geçirmelerini sağlar dışarıya bağlar hem de sevdiklerinden haber alma işlevi görür.
Erol Maraşlı yaşadıklarından hareketle tarihi ikiye bölmekte “12 Eylül’den Önce” tabiri kullanmakta ve bunu “Sanki ‘Milattan Önce’ diyor gibiyim.” diyerek de izah ediyor. “Artık bundan sonra tarihler düşülürken 12 EÖ veya 12 ES diye yazılır.” (s.226) diyerek bütün dünyanın kullandığı ‘MÖ ve MS’ kullanımını ülkücüler için “12 EÖ ve 12 ES” şeklinde kullanılacağını söylemektedir. Haklı olarak ülkücüler için iki farklı hayat tarzı olan bu durumu 12 EÖ ve 12 Es diye ayırmaktadır. 12 EÖ hür ve her şeye muktedir olan ülkücüler, 12 ES çoğunluğu seçme ve seçilme haklarını kaybetmiş, kamu görevlerinden yasaklanmıştır.
Erol Maraşlı’nın ileriye dönük öngörüsü olarak verilen ancak yaşanmış bir gerçekliği dile getiren “İş yok, güç yok, iş kurmak için sermaye yok! Bir de devlet kapıları kapandı: ne yapacaklar? Ya birilerinin eline düşüp çete ve mafyanın tetikçisi olacak, kimi de pavyonlarda kabadayılık yapacaklar…” (s.257) Roman kahramanı Mehmet cezaevinde mahkûmların yaptığı meşveret denen kitap okuma ve okunanı dinleme sırasında gördüğü eksiklikleri anlatırken meşveretin verimli olması için yapılması gerekenleri, dil öğrenmek ve mahkûmu dışarıya hazırlamak vs. şeklinde sıralarken eğer bu söyledikleri yapılmazsa cezaevinden çıkanların karşılaşacağı bir problem olarak öngörmüş ancak bu öngörü gerçek hayatta olmuş, ülkücüler cezaevinden çıktıktan sonra iş bulamadıkları için dönemin başbakanı tarafından teşvik edilerek çek senet mafyalığına itmişlerdir.
Ülkücü ve solcu siyasi mahkûmların arasında adi suçlular vardı. Burada cezaevinde adi suçlulara Federal mahkûm diyorlardı. Federal mahkûmlardan birisi Yunanistan’ın Adriyatik sahilindeki bir kasabadan olan Rafi idi. Rafi uyuşturucu kaçakçılığından tutuklanmıştı. İsim olarak Rafi’nin ranzasında Rafeal Benito Massela yazıyordu. Rafi kendisini İtalyan olarak tanıtıyordu. Kenan Evren’in televizyonda konuşma yaptığı bir sırada ona küfür eder. “Rafi ellerini kaldırıp, televizyonda konuşan Evren Paşaya doğru sallayarak küfürlerini sıralıyordu… Aniden, Mehmet yarım kavis çizerek ayağının sayası ile Rafi’nin suratına vurdu. Rafi boş bulunup sendeledi, yere düştü. Kimse daha ne olduğunu anlamadan, Gıcık Ali ile Kırkağaçlı Ahmet, Rafi’nin üstüne çöküp vurmaya başladılar. Rafi yere atlayan Mehmet’in ayaklarına sarılmış, o koca cüssesi ufalmıştı: bir yandan da ellerine sarılıp yalvarıyordu: ‘Hocam özür dilerim. Nah şu ağzıma sıç ki, bir daha böyle bir şey söylemesin! Tövbe, bir daha böyle bir laf edersem….” (s.274) Ülkücü mahkûm Mehmet her ne kadar kendisi kızsa da, eleştirse de bir yabancının zalimde olsa Kenan Evren’e, bir Türk’e küfretmesine müsaade etmez. Bütün ülkücülerin 12 Darbecilerinin yaptığı işkenceleri Avrupa’dan gelen İnsan Hakları savunucularına “Devlet bizim devletimiz, kol kırılır yen içinde kalır, yabancılara şikâyet etmeyiz’ mantığıyla şikâyet etmemeleri gibi.
“Ağabey, dışarıda Cuma namazına bile zor gidenler burada kaza namazlarına başladılar. Özellikle Adıyaman Menzilciler ile Nurcular ve Fetullahçılar bizimkiler üzerinde etkili olup, cemaat ağını genişletme peşindeler. Ülkücüler arasında bile cemaat tartışmaları kavgaya dönüşüyor. Bazıları ‘dışarı bir çıkayım; MHP’nin önünden bile geçmeyeceğim’ diye yemin ediyorlar. (…) Başbuğa çok kızıyorlar.” (s.283) Erol Maraşlı’nın roman kahramanı Atıf’ın cezaevinden yazdığı mektup yoluyla dile getirdiği ifadelerde insanların kendileriyle baş başa kalınca daha da dindarlaştığı, 12 Eylül Darbecileri ve Cezaevi yöneticilerinin mahkûmların bu dini ihtiyaçlarını resmi yoldan Diyanet hocaları tarafından karşılamak yerine cemaatlere terk ettiğini, ülkücülerin de bir insan olarak doğuştan gelen inanma ve dini yaşama ihtiyaçlarını mecburen bu şartlarda cemaatlerden karşıladığını, cemaatlere kapılan bazı ülkücülerin zamanla ülkücülüklerinden vazgeçtiklerini ve cemaatlere kapı kulu oldukları gerçekliğini görüyoruz. Nitekim bazı ülkücüler daha önce dinsiz olduklarını sanarak bu cemaatlere dâhil olup ülkücülükten vazgeçip ayrılmışlardır. Bazıları da cezaevinden çıktıktan sonra hayatın hiç de cezaevindeki gibi sadece ibadet edilerek sürülecek bir hayat tarzında olmadığını görmüş ve üzerinden zaman da geçmesi ile ülkücülüklerini hatırlayarak mutedil bir yol olarak tekrar ülkücüler arasına karışmışlardır. Olağan üstü şartlarda insanların yaşadıkları hususunda suçlanamayacağını düşünen ülkücüler bu arkadaşlarını hiç sorgulamadan aralarına alarak devam etmişlerdir. Tabii bu cezaevi şartlarını dayattığı fikri kırılmalar ve dış dünyanın müdahaleleri ile zamanla Ülkücü Hareket de içinde on bir farklı parti çıkarmış ve bu gün herkes birbirini suçlar durumdadır.
12 Eylül’ün romanı, bütün Türkiye’de yaşanılanları, hesaba çekilenleri, memleket ve millet derdi olanları, bu günübn Siyasal İslamcıları olan mücahit lakaplı Akıcılar gibi millet ve devlet diye hiçbir derdi olmayanları hesaba çekilmemişleri de ele alıyor. Sanki bir Türkiye panaroması çiziyor. Erol Maraşlı, Agâh Oktay Güner tesirinde kalmış bir aydın ve roman kahramanı Mehmet olarak Atıf’ın mektubuna yazdığı cevabi mektupta (s.285) Ülkücü Hareket’in bugününü o günden görmüş, bir tahmin olarak ortay koyuyor.
Erol Maraşlı “Timsah Gözyaşları- 12 Eylül’ün Romanı” romanında gerçekten timsahların avlarını yerken gösterdikleri sahte üzüntü ve döktükleri sahte gözyaşı gibi 12 Eylül Darbecileri ve sorgu ve ifadelerde görevli polis, jandarma, savcı, hâkim gibi görevlileri ve gardiyanlar da timsah gözyaşları döker gibi üzüntülü davranıp yine de zulüm yapmaktan da geri durmadıklarını anlatmaya çalışmışlardır. Ayrıca kitabın isminde geçen “12 Eylül’ün Romanı” gibi genel bir roman olmuş. Erol Maraşlı Mehmet olarak gözaltı sırasında ve tutukluluk halinde yaşadıklarına bütün ülkücülerin yaşadıklarını da ekleyerek 12 Eylül zulmünü noksansız anlatmaya çalışmıştır. Nezaret hanede ve cezaevinde yapılan karşılıklı sohbetler sırasında Ülkücü Dünya Görüşünün fikri yapısını izah çalıştığı gibi anlatılanlarla sanki ‘ülkücülük budur’ demektedir. “Timsah Gözyaşları- 12 Eylül’ün Romanı” romanı isimi gibi bir dönem romanıdır ve anlattığı dönemi eksiksiz anlatmaya çalışmıştır.

