TÜRKİYE’de “tarihi olaylar”ın, seçmenin siyasi tercihleri üzerindeki etkisi sanıldığından daha fazladır. Bu yüzden de bu derin etkiyi dikkate almayan siyasi hareketlerin hedeflerine ulaşma yolunda daha fazla emek sarf etmeleri, daha çok zaman harcamaları gerekir.
Tarihi olaylar, “toplum tablosuna atılmış fırça darbeleri” gibidir. Her olay, önemi ve etkisi ölçüsünde toplumun çehresine kalın veya ince, yeni bir karakter çizgisi atar. Bu çizgilerin toplamına ise “kültür” deriz. Toplumlar, tarih sayesinde kültürlenir ve yaşanan olaylara bu kültürle tepki verirler.
Tüm dünyada özellikle son iki bin yıldır dini farklılıkların etkisiyle yaşanan tarihi olaylar, kültürü şekillendirmektedir. Siyasetin bu ilişkiden soyutlanması mümkün görünmemektedir.
Tarih Toparlar: Devlet çapında meydana gelen savaş, göç, isyan, sürgün, katliam gibi olaylar, tüm toplumu etkileyerek “milli kültür”ün karakter çizgilerini belirler. Bu “toparlayıcı, birleştirici kültür”ün oluşması için önce iletişime sonra da karakter çizgisinin korunması için bu bilginin yeni kuşaklara aktarılmasına ihtiyaç vardır.
Mesela, Bilge Kağan, bu bilinçle miladi 732’de ölümcül olaylar hakkında, “anıtsal ölçüde” eğitici bilgi aktarımı yapmaya çalışmıştır. Buna rağmen, bütün Türklerin Çin’in “tatlı dilli” psikolojik savaş hilelerine karşı aynı derecede uyanık olduğunu söylemek zordur. Bir yüzyıl geçmeden “iletişim kurbanı” Budist Türklerin Çin’e yerleşmesi, hiç şüphesiz Bilge Kağan’ın “kemiklerini sızlatmıştı.” Kültürlendirici hikmetlerini İslam dininden alan Hoca Ahmed Yesevi’nin Türkistan’ın kültürel varlığı konusunda daha kalıcı bir etki yaptığı unutulmamalıdır.
Tarih Dağıtır: Buna karşılık, sadece bazı bölgeleri, kentleri hatta köyleri diğerlerinden farklı kılan “yerel tarihi olaylar” vardır ki; bunlar da hemşerilik kültürünü ve bazı etnik yapıları meydana getirmiştir. Birbirine bir kaç kilometre mesafedeki komşu köylerde yaşayan insanların kemikleşen siyasi tercihlerinin birbirinden farklı olmasının nedeni, iki köyün birbirinden farklı, kendi çapında tarihi sayılabilecek olaylarla kültürlenmiş olmasıdır.
Mesela, 20. yüzyıl başlarında Ermeni komitacılarına karşı direnmiş ve teröre karşılık vermiş bir Elazığ köyüyle, devletle arası öteden beri dini etkenlerle bozuk olduğu için isyana sempatik bakmış bir Dersim köyünün 21. yüzyıldaki “siyasi tercihlerinin” birbirinden farklı olması tesadüf değildir. Bu farklılık, önce dinsel eğilimlere, mezhepleşmeye yön veren İslam Tarihinden sonra da etnik eğilimleri şekillendiren Selçuklu ve Osmanlı tarihlerinden kaynaklanmıştır.
Coğrafya: Kültürü şekillendiren bir başka faktör de “Coğrafya”dır. Coğrafya’nın da toparlayıcı ve dağıtıcı yönü vardır, ancak susuzluk, kıtlık, deprem, sıcaklık, yükselti farkı gibi doğal etkenler, beşeri olaylarla şekillenen Tarih kadar keskin karakter çizgileri meydana getirmemiştir. Fiziki farklılıklar, tabir yerindeyse toplumun çehresinde tarihi çizgilerin çevresindeki gölgeler gibi uçuk izler bırakmıştır.
Mesela, terör Zigana’yı aşmışsa bir Trabzonlunun teröriste vereceği tepki, Gümüşhanelinin tepkisinden pek de farklı olmaz. Oysa Çaykaralı Rum’un İngiliz işgali karşısındaki tepkisi Çaykaralı Türk’le aynı olmamıştı. Çünkü coğrafya aynı olduğu halde kasabadaki iki toplumun tarihi olaylarla oluşan karakter çizgileri birbirinden farklıydı.“Vatandaşlık bağı” ile “millet olma bilinci”nin, “Yurtseverlik” ile “Milliyetçiliğin” siyasi olaylar karşısındaki“çizgisel kalite farkı” burada ortaya çıkmaktadır.
Ve Din… Din, tarih ve coğrafyadan farklı olarak hem dünyevi hem de uhrevi hayatı tanzim gücüne sahiptir. Bu durum, dinin toplumu şekillendiren diğer etkenlere nazaran daha büyük bir güce sahibi olmasına yol açmıştır. Dinin bu sosyal kuvveti, tarih boyunca siyaset erbabının gözünden kaçmamış ve onları, egemenliklerini dini motiflerle güçlendirmeye sevk etmiştir. Bunun bir sonucu olarak İslam peygamberleri, her seferinde kendilerinden daha güçlü olan “ilah kral”larla mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Nemrut-Hz. İbrahim, Firavun-Hz. Musa, Roma-Hz. İsa mücadeleleri, ahir zaman peygamberi olan Hz. Muhammed’le daha geniş bir cepheye yayılmıştır. İslam Peygamberi, eski siyasi yapılardaki zulüm kültürüyle senteze girip de Kur’an hükümlerinden taviz vermek zorunda kalmamak için kendi devletini kurmuştur. Böylece Hz. Muhammed’in önce Mekkeliler, sonra da Bizans ve Sasaniler’e karşı cephe açması, dinin siyasetle olan ilişkisini daha derin bir hale getirmiştir. Türklerin Müslüman olarak Anadolu’ya girmesiyle bu cephe, Viyana’ya hatta Londra’ya ve Washington’a kadar genişlemiştir.
Böylece tarihi olay üretme ve toplumu şekillendirme kabiliyeti en üst seviyeye çıkan İslam dininin, Türk örfüyle desteklenerek ortaya koyduğu siyaset modeli, son 700 yıl boyunca kültürümüzde derin izler bırakmıştır.
Bu yüzlerce yıllık birikimde, mesela dindara ve din kardeşliğine itibar, din adamına saygı, ulü’l-emre itaat gibi motifler vardır. Ancak bu karakter çizgisi üzerinde Fener’le, Vatikan’la uzlaşma, Londra’ya teslimiyet, Washington’a itaat gibi kıvrımlara yer yoktur.
Dinin toplum, kültür ve siyaset üzerindeki etkisini görmek ve buna uygun bir siyaset geliştirmek bizim için hiç de zor değildir. Gelinen bu noktada bizi en çok rahatsız eden, tüm insanlığın ortak değeri olan İslam dininin zulme karşı bin yıldır koruduğu Nizam-ı Âlem karakterini masaya koyarak iktidar vizesi alanların, yeni haçlı seferleri karşısında çizdiği bu “karaktersizlik” tablosudur.