
Anafor!..
Şükrü Alnıaçık
Salı günkü yazımda tefekkür ve matbuat da siyasilerin işiymiş gibi “herkes her şeyi MHP’den beklerken, 100 yıllık Ocakların ne işle meşgul olduğunu” sormuştum. İlk cevap biraz çabuk geldi! Ülkücü Yazarlar Derneği Genel Başkanı Hayati Bice ile birlikte ertesi günü, Türk Ocakları Genel Merkezinde her hafta bir kitabın tanıtım ve eleştirisinin yapıldığı “Kuşlukta Yazarlar” toplantısına davetliydik.
Bir 12 Eylül romanının tartışılacağı bu toplantıyı, “ilk Ülkücü 12 Eylül romanı“nın yazarı Lütfü Şehsuvaroğlu’nun yönetmesi anlamlıydı. Toplantının bu haftaki konuğu ve konusu benim için de özel bir anlam ifade ediyordu.
Kayseri Ülkü Ocaklarının “atmaca“larından bizim Hüseyin Türkmen, otobiyografik bir roman yazmış, 70’li yıllarda kurulan 24 mahalle teşkilatıyla Kayseri’de kesin hakimiyet sağlayan, sonra da 12 Eylül’ün getirdiği büyük hayal kırıklığıyla cezaevinde postalını çıkarmadan “mehdi beklemeye” başlayan Ülkücülerin hikayesini anlatıyordu.
Ben Hüseyin Türkmen’i Ocak’tan tanırdım. O’nu “Yazarlar Birliği“ndeki Yazar kafeden tanıyan Hayati Ağabey de bu 12 Eylül romanını önemseyerek, kendisini “Kuşlukta Yazarlar” toplantısına davet etmişti.
Bir ara baktım, 1978’de hat levhalı kapağında “Müslümanlar Küfre Karşı Tek Yumruk” sloganı yazılı olan “Genç Arkadaş” Dergisini bu haliyle basan Lütfü Başkan, derginin Kayseri’de dağıtımını organize eden genç Hüseyin ve büyüklere adres sormaya çekindiğimiz yaşlarda Kayseri caddelerinde “Müslümanlar küfre karşı tek yumruk!..” diye bar bar bağırarak Genç Arkadaş dergisi satan şu fakir, 35 yıl sonra Türk Ocakları Genel Merkezinde yeniden aynı kareye girmiştik.
Geçen eylül ayında ilk baskısı yapılan “Kara Gün” adlı romanda herkes kendisine ilginç gelen bir şeyler bulmuştu mutlaka… Ama bizim, Hüseyin’le mücadele çizgimizin, kaderimizin kesiştiği ortak noktalar vardı. Ben Hüseyin’i, Çandır Ülkü Ocağına nereden geldiği belli olmayan ama bir gece yarısı Ocağı yakılmaktan ve içinde barınan yetim Ülkücüleri linç edilmekten kurtaran kutsal araç ve gereçlerdeki “parmak izinden” tanıyordum.
12 Eylül’de aralıksız maruz kaldığı 70 günlük işkence, 4,5 yıllık hapishane hayatı ve atak Ülkücülüğünün dünyevi armağanı olan “MİT’çi” dedikoduları Hüseyin’i biraz derviş yapmıştı. Ocağın mahalleye hakimiyeti karşısında dümeni bozulan kabadayıların bile tek kitap okumadan “Ülkücü” olduğu o yıllarda dost muhabbetleri her zaman bu “Kuşluk sohbetleri” kadar kaliteli değildi.
Eğer dayılara parmak ısırtacak kadar yiğit olur, önde gider ve kolay kolay da yakalanmazsanız hakkınızda kıskançlıktan kaynaklanan bir “yorum” yapılırdı. Sonra da bu afakî tespite bütün “yeğenler” katılırdı. “Yiğidi bıçak kesmez ama bir kötü söz öldürür” ise, Ülkücü için en büyük zulüm Ülküdaşları tarafından atılan iftiraydı. Satır aralarından anladığımıza göre Hüseyin’in atak gençliğinden aldığı o dil yarası, belli ki; hala kanıyordu.
O kuşlukta, masanın etrafında sadece sorgusuz sualsiz birbirini seven Ülkücüler yoktu. Ocağı bir olan katılımcıların her birinin 33 yıldır izlediği farklı rotalara bakılırsa esas sorgulanması gereken konular çoktan beri askıya alınmış gibiydi.
Lütfü Başkan’ın Başbuğ’u da ikna edip temenni eylediği gibi “Müslümanlar küfre karşı tek yumruk” olabilmişler miydi? Olmamışlarsa, başparmak ve ortaparmak hapislerde işkence görüp, uhrevileşirken küfre bir sifke bile vurmayan “serçe parmakları “nasıl olmuş da bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olabilmişlerdi? Birileri bizi tekkeye, okunmuş ekmekle çorba içmeye gönderirken, kendileri medrese üzerinden saray mutfağına sızmış olmasındı!..
Paranız yokken “küfre karşı” bırakın yakından yumruk, uzaktan tek mermi atamadığınız, bu merkantilist dünyada böylesine uhrevileşerek postları yere sermek de neyin nesiydi? Belki de bunun adı yorgunluk ve “kaçak dövüşmek“ti!..
Ülkücülere, dervişlik telkininde bulunarak; dünyevi yaralara iyi gelen bir kaplıca gezisi gibi Adıyaman’a otobüs kaldıranların 10 yıl sonra bol ödenekli vakıfların mütevelli heyet başkanı olduğu bir dünyada “Yusuf yüzlü” olmanın bize öbür dünyayı kazandırıp kazandırmadığını yalnızca Allah biliyor. Ancak bildiğimiz bir şey var ki, tam 33 yıldır aynı sebeple “bu dünyayı” kaybediyoruz. Sanki tekkeli, zaviyeli, metafizik bir “anafor,” yaralı kartalları, şahinleri atmacaları, serçelerin ayaklarına doğru çekip indiriyor.
Geçen çarşamba günü, Türk Ocağında “kuşluktaki” yazarlar, “Kara Gün” ‘ün kapak tasarımına yeterince yansımayan “metaforu” ve tartışmakta yerden göğe kadar haklıydılar. Ben ise farklı bir irtifada, “Genç Arkadaş“ların “küfre karşı savaştığı” yerlerdeydim.
Bu soğuk kış gününde, AK plakalı harami ciplere inat… Bir dervişi sırtında taşımanın onuruyla, çamurlu sulara kafa tutan bir çift yazlık iskarpinin yıpranmış burunlarında “atmacaları serçelere kırdıran bu anaforu” sorguluyordum.