Üniversiteler Hareketli,
Erdoğan Pusuda!..
Şükrü Alnıaçık
“Bozkurtların nöbette, mekanın cennet olsun, rahat uyu başbuğum…”
Gazetelerden ve internet sitelerinden takip ediyoruz; “karşıt görüşlü öğrenciler arasında çıkan çatışmada…“şöyle oldu böyle oldu, başlıktan itibaren bir yığın yanlış bilgi!.. Kutsal değerler için hayatını riske ederekdövüşenleri kahreden bir sürü yalan…
“Onlar da dövüşmesin kardeşim!” demekle olmuyor. “KCK’nın Üniversite yapılanması” karşısında Ülkücüden afyon yutmuş tavuk gibi önüne bakmasını bekleyemezsiniz. Ülkücü, oğlanlar laf atmasın diye çantasını göğsüne bastırarak hızlı hızlı evine giden akşam kız sanat talebesi değildir.
Genellikle kavgacıların kalemi kırık olduğu için bu isyanlar kağıda dökülmüyor. Kalem ehli de kavgadan kaçalı veya yüreği soğuyalı yıllar olmuş. O yüzden iş yine başa düşüyor. “Vur de vuralım, öl de ölelim“in cari karşılığı olan Ülkücü gençliğin kavga devri tecrübelerine duyduğu ihtiyaç, günden güne artıyor.
Ülkücü hareketin lideri, gözü kara olduğu kadar da merhametlidir, Ülkücünün sosyo-ekonomik profilini iyi bilir ve orada azgınlığa, şımarıklığa, serkeşliğe, bedava fedailiğe en ufak bir yer olmadığının farkındadır. 3 Nisan olayından sonra ceza alan Dil Tarih’li arkadaşlar, bölücü örgüt yanlısı militanlarla “kavga etmeye mecbur kaldıklarını” söylediklerinde liderin verdiği cevabı bugün gibi hatırlıyorum:
“Bizim arkadaşlarımız genellikle düşük gelir düzeyine sahip, mütevazi ailelerin çocuklarıdır. Okumaktan başka alternatifleri yoktur. Bu yüzden biz kardeşlerimizi kavgadan uzak tutmaya çalışıyoruz. Bir an önce okullarını bitirmelerini istiyoruz. Her türlü meselenizde de sonuna kadar yanınızdayız.”
Plan, program, istek ve temenni böyle olunca, sorumlulara bu varlık ve mücadele konseptini en iyi şekilde uygulayacak bir yol ve yöntem bulmak düşmektedir. Sahadaki uygulamanın bütün ince yollarını ve dar geçitlerini de liderin tarif ve tespit etmesini bekleyemeyiz.
Türkiye eşi benzeri görülmemiş bir hızla dönüşmekte, gündem süratle değişmektedir. PKK’nın silahlı mücadeleyi durdurması, Üniversite yapılanmasını ta tasfiye edeceği anlamına gelmiyor. Tam tersine, suç olmaktan çıkan eylemlerin sayısı AKP marifetiyle arttıkça, Türk gençlerini, Ülkücüleri rahatsız eden eylemler de artmaktadır. Daha dün bir kızımız Apo’nun doğum günü kutlaması etkinliği karşısında Muğla’da “Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın!” diye kendini paralıyordu.
Bu konu, senelerdir DTCF’de, İstanbul Üniversitesinde, ODTÜ’de Hacettepe’de, Dokuz Eylül’de dün Muğla Üniversitesinde görüldüğü gibi aslında gizliden gizliye, öğrenci olan her yerde kanayan bir yaradır.
KCK, her doğulu öğrenciyi potansiyel bir PKK’lı olarak görmekte, kıskaca almakta ve böylece doğal bir militan kaynağına sahip olmaktadır. Bu durum, örgüte mücadele ve propaganda kolaylığı sağlamaktadır. Kendini Kürt etnik grubunun yegane temsilcisi olarak gören PKK, Türkler içinde marjinal bir azınlık gibi gösterilen Ülkücü gençler karşısında bir propaganda üstünlüğü kazanmaktadır.
Bunun neticesi olarak da bayrak, vatanın birliği ve cumhuriyetin anayasal değerleri adına atılan her milliyetçi adım, medyaya “Ülkücü gençler, Kürt öğrencilere saldırdı” yalanıyla yansıtılmaktadır. Daha kötüsü, yapılacak bir fikir mücadelesi kalmış gibi, medya “karşıt görüşlü öğrenciler” ezberini sürdürülmektedir.
PKK’lılar, diğer sol örgütlerle birlikte hakimiyet kurdukları ODTÜ, Hacettepe ve Ankara Üniversitesi Cebeci kampüsü örneklerinde olduğu gibi, Milliyetçi öğrencilerin kültürel ve sosyal faaliyetlerine fiziksel yollarla engel olarak Ülkücülerin “öğrenciye yaraşır işler” yapma yolunu tıkamaktadır. İşte 3 Nisan DTCF destanı, bu aciz duruma düşmemek için direnen 9 gencin hikayesidir.
Ülkücülerin okul bahçesinde icra ettikleri son DTCF Nevruzu, bir model olarak önümüzde durmaktadır. 3 Nisan 2012’de okuldan atılmak, yaralanmak ve ölmek pahasına, 9 kişiyle kantine sıkışmış Ülkücü varlığını kararlılıkla muhafaza eden Ülkücüler, ağır yaralanmalarla geçen bir direniş yılının ardından 21 Mart 2013’te 100 kişiyle Nevruz kutlaması yapabilmişlerdir. Bu sonucun alınmasında Sayın Genel Başkanımızın mücadeleye en üst düzeyde verdiği fiili ve manevi desteğin etkisi büyüktür.
Ülkücülük gibi yaşanması ve yaşatılması her geçen gün zorlaşan ama şerefi de aynı oranda artan bir davanın mensuplarının bazı bedelleri göze almadan başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu satırlar yazılırken de biliyorum ki, memleketin bir çok köşesinde genç Ülkücüler, yarın derslerine girerken hangi sataşmalara nasıl karşılık vereceklerinin hesabını yapmaktadır.
Hiç bir Ülkücü kavga meraklısı veya psikopat değildir, kavga, millet adına topyekün yapıldığı zaman düğün, bölük pörçük, teşkilatsız, tereddütlü yapıldığı zaman ise zulümdür. Bir okulda, anma törenleri, önemli günlerin yad edilmesi, geziler, sempozyumlar gibi Ülkücü faaliyetlerin saha emniyeti sağlanmadıkça o okulda Ülkücü teşkilatın varlığı siyasi açıdan risk oluşturmaktadır.
Madem ki “Ülkücü hareket engellenemez;” öyleyse Ülkücü hareketin önündeki engellerin kaldırılması ve herşeyden önce de böyle bir ortamda Ülkücü olarak var olabilmenin yollarının bulunması gerekiyor. Benim aklıma ilk gelen yol, teşkilatın genel uyarılarla ve gerektiğinde okul dışında yapılacak “kuşatıcı müdahalelerle saldırganlığa karşı caydırıcı olması“dır. “Okullarda kavga istemiyorum” diyen rahmetli Başbuğ’un Dil-Tarih’i Ülkücülerin kalesi yapan ilk teşkilat başkanı Salih Akça’yı bir seminerde kürsüye davet ederek onurlandırmasının sebebi, okul dışında alınan “caydırıcı” önlemlerdi.
Üniversitelerdeki elektiriklenme son derecede önemlidir ve acil müdahale gerekmektedir. Aksi takdirde, başbakanın “barış olacaktı Ülkücüler mani oldu” lakırdısıyla başarısızlığın faturasını MHP’ye kesmesi ve çatal dilli medyanın yalanlarıyla oluşan kamuoyuna bir piton yılanı gibi çöreklenmesi işten bile değildir.
Başbakan, ileride akabilecek kanın sorumluluğunu, kendi “çözüm ortağı” olan Öcalan’a değil, gerçek siyasi rakibi olan Devlet Bahçeli’ye yıkmak için pusuya yattığından zerre kadar şüphemiz yoktur.