“Onlar Cingan Biz Türkmeniz !..”
Şükrü Alnıaçık
Fakültenin Genel Türk Tarihi kürsüsünde derslerimize ana başlıklar halinde konu oldular. Haklarında yazılmış kalın kitaplar vardı… Fakat artık öylesine yoklardı ki; onları Nizam-ı alem başlıklı hazin bir aşk hikayesinin artık yaşamayan kahramanları gibi okuyorduk. Anayurtlarından beşbin kilometre uzakta Bizansla savaşmışlar, haçlı seferlerine göğüs germişlerdi. Büyük Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra bölgelerinde devlet kurup, Arapları ve Hıristiyanları yönetmişlerdi. Yenildiklerine, hatta öldürüldüklerine dair bir bilgi de yoktu ama ne yazık ki ortalıkta “yok“lardı.
Suriye Selçukluları, Irak Selçukluları, Şam Atabeyliği, Halep Atabeyliği, Musul Atabeyliği Zengililer… Ve bana en ilginç geleni, “Börililer…” Bunlar Muaviye’nin payitahtında, Şam’da “Kurt” ismini yaşatıyor ve bize “Gök Böri“yi, “Bozkurt“u hatırlatıyorlardı.
Haçlıları püskürtmüşlerdi, Tarihin en önemli yerlerinde adları vardı. Onlara zafer kazandıran askerleri, askerlerin anneleri, eşleri, çocukları olmalıydı. Bir yerlere gizlenmiş, unutulmuş ama mutlaka bugünlere gelmiş olmalıydılar. Ama ne yazık ki görünürde “yok“lardı.
Ogünden beri bölgeden gelen her haberde kayıp bir sevgiliyi arar gibi onların ismini aradık… El Fetih, BAAS, İhvan-ı Müslimin, Hamalı maktüller, Nusayriler, Dürziler, Maruniler, Solcu Müslümanlar, Hıristiyan falanjistler, neler neler gelip geçiyordu kulağımızdan… Sonra Hizbullah, Hamas, derken, El Kaide, vel-Şebbiha, El Faruk ve’l- talibanü’l- Nusra!.. Ne ararsan vardı Suriye ovasında… Ama bizim Türkmenlerden hala haber yoktu… Yoksa gerçekten yok mu olmuşlardı?
Öteden beri halepten gelen haberlerde tabii ki Türkmenlerin adını duyar gibi oluyorduk. Hele sınıf arkadaşım Türk Ocağı hars kurulu üyesi Prof. Üçler Bulduk bir “Halep gözlemi“ni nakledince Türklüğün bölgede yaşatıldığına dair iyice ümitlenmiştik. Ancak kulağımızın pası henüz yeterince silinmemişti.
Türkiye’den bir akademisyen grup Haleb’e gidiyor. Fakirlik var, çocuklar yabancı görünce biraz da “hali vakti yerinde amcalar” gibi görerek bir hediye beklentisi içine giriyorlar. Türkiye’den gelinmiş, hısımlık da var. Neyse çarşıda pazarda hemen bizimkilerin etrafı sarılıyor. Yarı Türkçe, yarı Arapça para filan isteniyor. Bu akraba dilenciliği heyette bulunan ve “işte sizin asil kanlı Türkler” der gibi kıs kıs gülen ırkı kırıklara karşı bizim Üçler hocayı ağlamaklı ediyor.
Bu sırada tam karşıda hiç kimseye fazla yüz vermeyen kimseden de hiç bir şey dilenmeyen mağrur olduğu kadar da efendi bir çocuk duruyor. Gözlerinde farklı bir derinlik var. Üçler hoca çocuğun yanına gidiyor. Gözlerinin içine bakarak… “Sen Türk müsün?” Diyor. Çocuk başını evet anlamında sallayarak “Türkmanım” diyor.
Üçler seviniyor, rahatlıyor, gerilen damarları, sinirleri, kasları, hatta “genleri” gevşiyor… Aradığını bulmuş bir istihbarat subayı gibi az evvelki “gizli azınlık ırkçısını” yanına getiriyor. Mağrur çocuğa “peki sen niye onlar gibi dilenmiyorsun?” diye soruyor.
Çocuk az evvel “ben Türkmenim” dediği kadar emin , “Antep ağzıyla” cevap veriyor:
-“Onlar cingan!..”
Üçler hoca anlatırken gözleri o kadar parlıyordu ki ağladığını sanırdınız. Ama ben yazarken bile ağlıyorum. Türk dilenmez, dilenmemeli, Türk esir olmaz olmamalı, Türk köle gibi yaşayamaz, yaşamamalı…
Bu mazi bilinci, bu duygu ve bu düşüncelerle Suriye’ye doğru bakarken nihayet son yıl içinde kayıp medeniyet ses vermeye başladı. Suriye’den gelen iç savaş gürültüleri, silah patırdıları arasında Türkmenlerin sesi yükselmeye başladı. Hem de bildiğimiz o “Bozkurt” sesi…
Ayyıldızlı bayrakları, Bozkurtlu armalarıyla tarihten isimler alan, Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni’nin Sultan Abdülhamid’in onurlu evlatları, nihayet var olduklarını, ölmediklerini, Türk gibi Türkmen gibi yaşadıklarını bize duyurmaya başladılar.
Suriye Demokratik Türkmen Hareketi, kısacası “Hareket” ve ona bağlı birçok yan kuruluş… Galiba “hareketten kaynaklanan bir kaç siyasi parti bereketi…” Partiler üstü “Suriye Türkmenleri Platformu” ve “Suriye Türkmenleri Onursal Başkanı” MHP Mersin Milletvekili Mehmet Şandır vasıtasıyla anayurttan abilik desteği…
Eğer ORSAM’dan aldığımız 2012 bilgileri bayatlamadıysa bunlar sivil organizasyonun nüvesini oluşuruyor. İşin bir de askeri tarafı var. Eli silah tutan herkesin silahına sarıldığı bu kurtlar sofrasında Türkmenlerin güvenliğini, ırzını ve namusunu başkasına emanet etmesi beklenemeyeceğine göre hareketin askeri” cephesi de renkli olmak zorunda…
Ormanlık bir arazide gönlümüzdeki tabloyu arayarak güneye doğru ilerliyoruz. Çok geçmeden kardeşlerimizi buluyoruz. Ağaçların arasında bin yıldır aradığımız o kitleye, Anadolu Türklüğünün kayıp sevgilisine ulaşıyoruz…
Bayır-Bucak Bölgesi Türkmen Askeri Birlikleri – Türkmen Dağı Bölüğü – “Nurettin Zengi” Birliği… Tabii ki fazlası da var!.. Bu daha ne ki!.. Liste “Halep’ten Şam’a doğru” uzayıp gidiyor; ama biz burada duruyoruz! Türkmen bin yıldır Türklüğünü, ülküsünü, kimliğini ve aşkını korumuş, ilk bakışta bunu görüyoruz.
Kitabını okuduğumuz, tarihini yazdığımız, kederine yandığımız, hasretine ağıtlar yaktığımız bin yıllık sevdamızı bulduk, Türkmen kardeşlerimizin sesini duyduk ya! Artık ölsek de gam yemeyiz. Çünkü iyi kötü Tarihçiyiz, ama Oğuz neslinden Türk’üz!.. “Türk-i emin“iz, “Türk-e-men“iz, “onlar Cingan” biz “Türkmeniz…” Kimseden bir şey istemeyiz!.. Türkmen ölmediyse, yaşıyorsa, Oğuz nesli uyandıysa… Artık düşmanı sevindirmeyiz. Çağırsın bizi vuslat!.. Bûs’eylesin alnımızı ölüm meleği..
Billahi gözü açık gitmeyiz!