
Pembe Kulakla Değil Çelik Radarla…
Şükrü Alnıaçık
İslam Tarihi’nin ve bu tarihte yer alan devletlere mahsus hukuk tatbikatlarının uzunca bir hikayesi vardır. Bu uzun hikayede “Mevlana veya Yunus bir kez bile devlet başkanı olamadığı için” İslam toplumunda her zaman sufi terbiyeyi teneffüs etmek ne yazık ki mümkün olamamıştır. Buna rağmen köklerinde “ahiyan” ve “gaziyan” bulunduğundan olsa gerek en makbul ve ılımlı İslam hukuku uygulaması, Osmanlı devletinde yaşanmıştır.
Türklere özgü devlet yönetme kalitesi, sadece bozkırın medreseden ve içtihadi tefrikadan uzak olmasıyla değil, atı erken kullanmanın getirdiği soğuklanlılıkla da alakalıdır. Milletimiz “üstündür” diyemem; ancak tabii ki “farklı“dır ve bu fark bize 16 tane imparatorluk yönetme fırsat ve tecrübesini kazandırmıştır. Türk’ün aile hayatına, ana terbiyesine kadar nüfuz eden bu devlet umurunu, tarihi toleransımızla bugüne kadar gelmiş etnik gruplarda ve komşu toplumlarda bulamıyorsak bu bizim kabahatimiz değildir. Kastamonu ve Antalya’da açlık çekenlerin bir kez bile yakın tepelere çıkarak eşkıyalık yapmamış olması, bu iddianın somut dayanaklarıdır.
Osmanlı hükümdarları I. Mahmut, III. Mustafa, III. Selim Batı Avrupa’dan Askeri teknik uzmanlar getirerek Moskof istilasına karşı direnirken, Araplar, daha develerini hendekten rahat geçirebilecek bir köprü yapım tekniği geliştirememişlerdi.
Osmanlı padişahı II. Mahmut: “Ben Müslümanı camide, Hıristiyanı kilisede, Musevi’yi havrada bilmek tanımak isterim” sözüyle istimaletin de ötesine geçerek resmi “inanç açılımını” başlattığında Araplar, Halep çarşısında maşrapa satıyordu.
Sultan Abdülmecid, İngiliz usulü bir hükümet sistemi kurmak üzere Tanzimat’ı ilan ettiğinde doğu Akdeniz’in kıyı kesimleri dışında kalan Arapların daha Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da 1822’de kurduğu matbaadan bile haberi yoktu. Biz ise Avrupa’dan ikiyüz yıl geç kalmış olsak da Araplar’dan 100 yıl önce matbaayla tanışmıştık. Sanayi Devrimi sonrasındaki yüz yıl çok önemli bir zamandır.
İttihat ve Terakki’nin modern subayları, imparatorluğu kurtarmak için milli çıkışlar yaparken Doğu Akdeniz’in Hıristiyan Arapları, ayrışmanın ve ihanetin tohumlarını atmakla meşguldü. Sonra Müslümanlar da ihaneti künefe tadında diğer Dürzilerle paylaşmaktan geri durmadılar.
Osmanlı Çanakkale’de yedi düvele direnirken bazı Araplar, Hicaz demiryolunun raylarını sökmekle, diğerleri de hurmaların altında develerini gütmekle meşguldü.
Atatürk, İslam Tarihinde ilk kez Laik cumhuriyeti kurarken Araplar bu sefer de İngiliz ve Fransız idaresi altında develerin geviş getirmesini seyrettiler. Ta ki Hitler, ajanlarını Ortadoğu’ya gönderene kadar…
Bugünkü Arap devletlerinin çoğu, 1930’lu yıllarda bölgeyi Alman nüfuzu altına bırakmak istemeyen İngiltere ve Fransa’nın kundaklayıp, kundağına zehir koyarak bağımsızlık verdikleri devletlerdir. Ufukta bir İsrail görünmektedir ve bu etnik zehirleme politikası, bölgeyi gelecekte istikrarsızlaştırmak için başarıyla uygulanmıştır.
% 55’lik Şii nüfusa sahip Irak’ı % 20’lik Sünni Araplar’ın, % 70’lik Sünni nüfusa sahip Suriye’yi de % 15’lik Nusayri unsurların yönetimine terk etmeleri işte İsrail’i rahatlatan bugünkü tablonun ilk fırça darbesiydi. Önce Şiilerin rızası ve 1924’te Türkiye’den koparılmış olan Kürtlerin yardımıyla Irak’da Saddam düşürüldü. Şimdi de Sünni Arapların yardımıyla Suriye’de Esad düşürülüyor.
Bugün Suriye’deki mezhepçi örgütler konsorsiyumu, binbir gürültü ile “Esed“e saldırıyor. Esad, Kaddafi’nin durumuna düşmemek için sert savaşıyor. Kitlesel baskı, ahlakı azaltınca da katliamlar kıyımlar yapılıyor. Bunları da askeri propaganda başkanlığı kanalıyla El- Kaide, El Nusra gibi karşıtlara fatura etmeye veya THKP-C gibi yandaş örgütlerle kamufle etmeye çalışıyor.
Öbür taraf, yani zulüm karşıtı Sünni cephe, asimetrik gücü dengelemek için dış yardım arıyor ve buluyor. Daha doğrusu Arap Baharının dış yardım bütçesi onları buluyor. Her iki taraf da özellikle Türk kamuoyunu yanına alabilmek için yalan haber üretiyor.
Yani bugünlerde herkes çok iyi bilmeli ki; Suriye’den “haber değil, propaganda” geliyor. Bu propaganda savaşına karışmamız ve ilkel mezhep sosyolojizmini Ziya Gökalp’in Millet Sosyolojizminin yerine ikame etmemiz, bizi en az 200 yıl geriye götürecek bir tarihi cinayettir!..
AKP’nin bu işlere aklı yetmez onun için çıkıp şunu diyemiyor: “Antakyalı, İskenderunlu, Mersinli, Adanalı, Tarsuslu kardeşlerimiz rahat olunuz, bu savaşı Türkiye’ye sıçratmayız. Silahlı direnişçileri içeri aldık ama bir tane bile Alevi kardeşimizin burnunun kanamasına müsaade etmeyiz. Esad sonrasında Suriye’deki Alevi kardeşlerimizin de garantörü biziz. Biz Milli, Laik ve Demokratik bir devletiz!..” Erdoğan bunu söyleyemiyor çünkü buna kendisi de inanmıyor. İnandırıcı işler de yapmıyor. Bu durumda Türkiye’deki Aleviler de kamuoyunu yanlarına alabilmek için Esad’ın propaganda ajanı gibi çalışmaya başlıyor, kendi devletinden kopup, direnen bir komşu ülke liderine gönülden bağlanıyor. AKP’nin bu siyaseti mecburiyet değilse ilkel bir art niyettir.
Türk halkı, ne yapıp edip mezhep farklılığı üzerinden yürütülen iç savaş propagandasının dışında kalmalıdır. İki tarafın da hataları vardır. İki tarafın da sicili temiz değildir. Mezhebimiz ne olursa olsun olayları ve haberleri, milli, demokrat ve laik perspektifle değerlendirmeliyiz. Bunun için de askeri kulaklara sahip olmamız gerekiyor.
II. Dünya Savaşı’nın ünlü komutanı General Patton, propagandanın sertliğini anlatırken “savaşta önce gerçekler ölür!” demişti. Bence bugünlerde en çok bu sözü aklımıza getirmeliyiz.
Bu “ilkel turuncu devinimin” kanlı gürültüsünü, iki masum pembe kulakla değil, muhakeme filtresi takılmış çelik radarlarla dinlemeliyiz.