
Ali BADEMCİ
Bugün Pazar yine uzun bir sohbet yapacağız; bu günlere mahsus uzun yazıya katlanacağınıza sözleşmiştik. Aslında zaman çok geçti; bugün Ruzi Nazar yazacaktım. Epeydir de kafamda vardı; fakat olmadı araya, ömrümüzü yiyip bitiren fakat yine de sevdiğimiz Muhteşem Süleyman-Çoban Sülü girdi. Elbette biraz da üzülerek bu hafta onu yazmamız gerekiyor. Törende ilâhilerden gerçekten duygulanmamak mümkün değil! İşte Anadolu! Güzel şeyler konuşuldu, bunlara ilâve edecek bir şey yok, Hikmet Çetin harikulâde konuştu; İlhan Kesici doğrusu ortalığı inletti’! Hey gidi günler, hey, zaman nasıl da geçti? Biz Demirel’in başka yönlerini, akla gelmeyen anekdotları ortaya koyacağız.
Konumuz Süleyman Demirel; biliyorsunuz rahmetli oldu ve rahmeti rahmana tevdii edildi. Allah rahmet etsin; daha defnedilmeden methü senalar çoktan kitapları dolduracak ölçüleri aştı; acaba hiç mi hatâları olmadı; meselenin bu yüzünü neden görmemezlikten geliyoruz! Elbette değişik yönleri ve maharetleri olan, tarihe iz bırakacak bir devlet adamıydı. Bu hususlara diyecek bir şey yok! Fakat yarım asır gibi uzun bir döneme damgasını vurmuş bir kişilik olarak bu dönemin derin sosyal bunalımlarının bugün 68-78 Kuşağı diye adlandırılan bir neslin mahvedildiği de ortadadır! İşi klâsik sağ ve sol değerlendirmeler ile geçiştiremeyiz! Bu dönemde ülkenin geleceği ve en büyük serveti olan Yeni Kuşak “Vatanseverler-Vatana İhanet Edenler” gibi iki kampa ayrılmış ve maalesef devlet denen yüksek irade bu ayrılıkçılığı körüklemiştir. Bu şartlar altında zamanın sorumlu devlet adamlarının hiç mi vebalı yoktur? 1968 öğrenci olayları, 1978 Sağ-Sol çatışmaları, Kahramanmaraş Olayları Türkiye’nin sırtında sosyal yaralar değil midir?
“Çoban Sülü” deyimi elbette kulağa hoş geliyor, rahmetlinin siyâsî esprileri mutlaka o dönemin siyasi espri tarihini oluşturacaktır. Biz o günleri yaşadık; olayların içinde bulunduk, bugün hoş bir sada olarak aktarılan “Yollar yürümekle aşınmaz” sözü o günler için hiç de espritüel bir çıkış değildi; gerçekte ülke gerçeğinin tıpkı yabancı ağızlardan çıkmış ifâdesiydi! Hâlbuki Süleyman Demirel bir Anadolu gerçeğiydi! “Sokaklar” tekerlemesi öyle ileri demokrasi işareti değildi, hafife alınan masum öğrenci hareketleri ile alay edilerek 1972’lerde kurulacak idam sehpaları veya hareket esnasında Orta Anadolu dağlarında telef olan insanlarla adeta dalga geçmekti. Şimdi bu devrin üzerinden yıllar geçtikten sonra olayları daha sâkin tetkik etmek ve incelemek gibi bir imkân varken tarihe tevdi edip kenara çekilmek elbette işin kolay yönüdür. Onun ”Demokrasilerde çareler tükenmez” sözleri de gününe göre hiçbir anlam taşımıyordu. Demokraside çare bulunamadığını 12 Mart ve 12 Eylül ispat etmedi mi; bu müdahalelere de o zaman demokratik müdahaleler gözü ile bakmak gerekecektir. Halbuki bu olaylar daha sakin incelenebilir ve sonuç alınabilirdi. Şimdi 27 Mayıs-12 Mart ve 12 Eylül’ün ülkeyi en az bir asır geriye attığı çok yerinde incelemelerle ispat edilmiştir. Demirel’in daha 1960 sonrasında Bayar içeriden çıkınca istifa etmesi ve hatta parti kapatması gelecek için nasıl bir devlet adamı olduğunu ortaya koymuştu. 1960-70 arasına kadar devlet sistemimize ABD nüfuzu görülmemişti.
Şimdi Demirel’in orduya boyun eğmesi bir saygı ve fazilet ifadesi olarak ele alınıyor; halbuki bu değerlendirme hiç de doğru değildir. Ecevit ve Erbakan da böyle davrandı; fakat 2002’den sonra bu saygı ifadeleri kenara atılarak bir devir kapatıldı. İşte doğru olan da buydu. Türkeş bile o kadar zulme rağmen Ordu için tek kelime etmedi; kanaatimize göre bu da yanlıştır. Çünkü o düzen devam etseydi daha çok müdahaleler yapılacaktı. Yani demokrasi bu muydu? ABD sadece orduyu değil karşıtlığını da desteklermiş! Kötü mü oldu; varsın kötü tarafları ayaklarımızın altına sopa vuranlar düşünsün! Bizler ne yapmıştık? Ah Demirel!
Allah aşkına Kahramanmaraş Olayları sırasında rahmetlinin “Bana sağcılar adam öldürtüyor dedirtemezsiniz” sözleri neyi ifâde ediyor? Maraş kan gölüne dönmüş ve halk ikiye bölünüp birbirini boğazlarken bunun adı cinayet değil de nedir? Birileri bal gibi sağcılara adam öldürtmüştü, sokaklar provokatör sol müteharrikler tarafından doldurulmuştu. Tecrübeli bir devlet adamı böyle konuşur mu? İrfan Özaydınlı’nın bile zamanın Başbakanı Ecevit’e söyledikleri ve teşhisleri daha tutarlıdır! İtibar edilmemiş adam apar topar görevden alınmıştır ama daha sonra söylediklerinin gerçeklerle bire bir örtüşmesi doğruyu ortaya koymuştur. “Dün dündür, bugün bugündür” nasıl bir mantıktır? Şimdi bu sözlere gülüp geçebilir ve hoş bir sada olarak anabiliriz, lâkin sosyal siyaset olarak pek anlamsız ve ciddiyetsiz söylemlerdir.
Şu komedyaya bakınız: 1993 yılında Sedat Çolak’ın sahibi olduğu AY-BA İnşaat tarafından 120 milyar liraya alınan Pendik’teki bir arazinin, Tercüman Gazetesi sahibi Kemal Ilıcak aracılığıyla İlkokul Öğretmenleri Yardımlaşma Sandığı’na 340 milyar liraya satılmak istendiği, satışın tamamlanabilmesi amacıyla İLKSAN’a Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla, Maliye Bakanlığı tarafından 300 milyar liralık ödenek sağlandığı ve ödeneğin verilmesinin ardından satışın gerçekleştiği iddia edilmişti. O zaman rahmetli tek kelime ile savunmuş ve “Verdimse ben verdim” demişti. Yakın zamandaki 17 Aralık olayı ile bunun ne farkı vardır, şimdi rahmetle andığımız Sayın Demirel’i nasıl savunabiliriz.
Demirel devrindeki sosyal çalkantıları geri kısmında ortaya koyduk. İdarede son olaya benzer birçok “Organize iş” vardı. Bütün bunlar elbette bir dönemi günahları ve sevabı ile değerlendirmemiz gerektiğini ortaya koymaktadır. Sağ ve sol diye nitelendirilen karşıt hareketlerin kendiliğinden çıkmadığı bir gerçektir. Bir nesil mahvolmuştur; şimdiki zamanda bile o yılların bunalımları vardır. Bakınız ülkede daha sağ ve sol diye hiçbir vatansever ortaya çıkmamaktadır; bu durumun sorumlusu biz mağdurlar mıdır? 12 Eylül bizim gibi zulüm görenlerin hayatlarını, ömürlerini, istikballerini çalmış ve bugünkü köktendinciliğe davetiye çıkarmıştır. Geçen yıl bunları 12 Eylül İşkencesinde Ülkücü Bir Gazetecinin Dramı (Ötüken Neşriyat) adı ile dobra dobra anlattım; bir hayli de tiraj gördü. Kitapçık bir hatıradan ziyade sosyal bir incelemedir; belki kimse 12 Eylül’e bu gözle bakmadı. Ah o 12 Eylül nice ocaklar söndü, nice körpeler ipe gitti! Bunlar hep demokrasi miydi? O sokaklardaki sel olan kanlar İhtilalin Olgunlaşması imiş, sonradan da böyle açıklamalar yapıldı! Ve o zorba gitti şimdi hesap veriyor; bakalım Demirel’e ne diyecek!
Biz 68’liler Demirelli yıllarda yandık, yandık; ateşlerde kavrulduk, bu işi şimdi konuşmayacağız da ne zaman konuşacağız. Elbette ölenlerin arkasından konuşulmaz; fakat geçmiş tarih bir ölüdür; ancak sosyal incelemeler ile hayata geçebilir ve bir daha toplum hayatında tekerrür etmez. “Çoban Sülü”nün büyüklüğü ve haşmeti yine tarih sayfalarında kalsın. Fakat bizleri ve heba olan bir nesli mutlaka hatırlayın, ilmi çalışmalar yapın. Şahsen sol guruplara göre bizler karşı gurupta bulunuyorduk; oluşturulan bütün düşmanlıklara rağmen ben olsaydım o gencecik yağmur taşıyan Anadolu bulutlarını kim ne derse desin asmazdıım! Bir takım insanları ve ülkeleri memnun etmek için onlara kıymazdım. Çünkü devlet yabancılara karşı kuzu kendi insanına karşı aslan kesilmez; aksine affedici ve müşfik olur. Ne yazık ki hâlâ yerinde oturup bize karşı somurtan ve hiç yüz vermeyen o devletimizin nezdinde 68’liler kaç bin kişinin katili diye ilân edilen Öcalan kadar da kıymet ifâde etmedi; artık mezar mesafesini arşınlayan bizlerin de hiç değeri olmadı.
Ah o devletimiz ah! Türk çocuğundan ne kadar korkuyor! Köşesine bucağına yanaştırmıyor! Halbuki Devlet’in adı Türk Devleti, gövdesi Türk, kafası Türk fakat dalları ile yapılan çubuklar Türk çocuklarını kırbaçlıyor! Sultan Sencer’in Oğuzları; Anadolu Selçuklu’nun Baba İlyasları; Osmanlı’nın Karamanlıları, Pir Sultanları ve Şahkuluları gibi! Elbet bir gün bu çile biter! Mutlaka suçlular Menderesler, Demireller değildir, böyle gelmiş böyle gidiyor! Ama yeni bir Mustafa Kemal ufukta görünürse işte o zaman ak koyun, karakoyun hesabı ortaya çıkar. Oğuz genetik olarak sabırsızdır, ama Türk sabırlıdır.
Çoban Sülü’yü yine Çoban Oğuzlar olarak rahmetle anıyoruz.
İyi Pazarlar efendim.