
Ali BADEMCİ
Oğuzlar arasında “ Cisrişuğur” adındaki “Şuğur” deyimine Orhun yazıtları üslübü ile “Uğur” diyenler de var. Denize doğru Bayır’ı aşıp da ovaya çıkarsanız Osmanlı kayıtları bunları “Yörükan Taifesi” olarak adlandırılıyor. Gerçekten ondokuzuncu yılda buralara Aydın, Karaman, Maraş Yörükleri’nin iskan edildiğini biliyoruz. Özellikle dini konularda “Bucaklılar”ın taassublarına bakılrsa eski Oğuz geleneklerini hatırlamamak ve anlamlandırmamak mümkün değildir. Elbette tarihten gelen genetizmden katiyyen uzaklaşamıyoruz. Ne yapalım bilgilenmeye devam edeceğiz.
Biliyorsunuz bugünkü Türkçe ile Yenikend’in Selçuklu tarihlerindeki adı Yengikent’dir. Bunun anlamı bellidir, yeniden inşaa edilmiş yerleşim birimidir. Özellikle W.Barthold buranın yeni olmadığını ve daha evvel yine Oğuz yerleşim mekânı olarak mevcudiyetini ve adının, “Havara” olduğunu iddia eder. Bu husus nedense tarihçi ve Türkologların dikkatinden kaçmış ve fonetik olarak Farsça’ya benzediği için İranî bir isim ve yerleşim yeri olduğu sanılmıştır. Çünkü burası netice itibariyle bugünkü Tacikler’in atası sayılan Samanoğulları’nun hudud kasabası idi. Selçuklu tarihlerinde görüyoruz ki Selçuk Bey zamanında buraya yerleşenler Oğuz Yabgu Devleti’nden ipini koparan muharip “Kınık” unsurlardır. Yengikend Buhârâ’ya çok yakındır, belki 10-15 kilometre. İlginçtir ki daha sonra Anadolu kapılarında “Yörük” adı verilen Yengikend kuzeyindeki göçebe unsurlar öndeki muharip unsurların tedarikçisi olan ve koyun-keçi besleyen, böylece “Uçlar”ı destekleyen durumdaydılar. Nitekim bu unsurlar “İran Yaylaları”na indikleri zaman Farisiler onlara genel olarak “Çoban” demişlerdir. Şöyle bir iyice düşünürsek bu döngü batıya Oğuz muhaceretinde daima kural olarak karşımıza çıkar.
Peki “Havara” ne demek? Havara bugün Fergana ve Ortadoğu’da ilk Oğuz iskanlarından kalma bir deyim olarak hâla yaşamaktadır. Yengikend kara ve samanlı ( yahut keçi kıllı) organik toprakla harç yapılarak küçük ve tek gözlü, eşiklikli evlerden meydana gelmektedir. Bazen altlı-üstlü olan bu odalar azami 30 metre kare genişliğinde ve 3 metre yüksekliğindedir. Yani 6-7 metre yüksekliğinde taş yapı orta yerden kalın, sağlam, kurt yemeyen, yatay direkler, kalaslarla bölünmüştür. Hendireklerin üstünü fakir olanlar toprağı aşağı kaçırmayan dalcıkları süpürge gibi olan çalılar, varlıklı olan ise ahşap döşeyerek üzerine öylece 15-20 santim toprak dökerlermiş. Sonradan bu bölmeler tamamen tahta döşemeye çevrilmiştir: Üst kat bol pencereli ve giriş kapısının önü balkondur ve merdiven buraya dayanır ve genellikle yazlık olarak kullanılır ve adına “Ölle” derler. Alt odalar kışlıktır, ancak bir pencere ve büyükçe bir odun ocağı ( Şömine gib) olur. Alt kattaki eşiklik banyodur. Bir odada bazan yirmi kişi yatar. Çok soğuk günlerde ocak içeriyi ısıtmayınca bir yerleşik kültürü olarak ortaya üzeri yorganla örtülü bir sandalye içinde özel toprak kaba konulan odun kömürlü tandır kurarlar, ki bazen yorgunlar ve çobanlar böyle uyur.
Oğuzlar merdiven sonu ile giriş kapısı arasındaki bu balkona ”Sundurma” derler. Taş binanın üstü de tıpkı bölme gibi döşenir ve onun da üstüne en az 50 santim toprak koyarak bunu “Loğ” adı verilen silindir şeklinde ağır, iki tarafı kolay yürütmek için delinmiş bir ağırlıkla sırf yağış girmesin diye sıkıştırırlar. Hayrettir ki aylarca devam eden yağış ve kar bu toprağı aşıp aşağıda kimseyi rahatsız etmez. Su durmaz arada sırada hainlik yaparsa da mutlaka yağışsız ve kuru günlerde hayırsız evlât “loğlama” yapmamıştır. En üste “Dam” denir ve yazın sebze, meyve, salça, sabun gibi kışa devredilecekler burada kurutulur.
Oğuzlar’ın bu taş binalarının her tarafı kara çamurla iyice sıvanır. Bunu genellikle fedakâr Oğuz hanımlar ve genç kızlar yapar. Binanın kara sıvası bittikten sonra bu sefer kılsız fakat samanlı süt gibi beyaz bir kil sıva 1-2 santim kalınlığında bu kara duvarların üzerine düzleştirerek sürülür. Daha iş bitmemiştir, şimdi sıra son işleme gelmiştir. Beyaz toprak bir kap içinde iyice eritilir, yoğurt veya koyu ayran kıvamına geldiği zaman kurumuş beyaz duvarlara yine hanımlar tarafından eski üskü çaputlarla ovalanır. İşte bu son işleme Oğuzlar “Havara” derler. Bu işlem yaz ve kış arasında yani senede iki kere tekrarlanır ve odalar mis gibi ozon kokar. Bugün bu gelenek Türkistan ve Anadolu’nun birçok yerinde aynı adla yapılmaktadır, lâkin Türk dünyasında toprak damlar artık betona döndüğünden “Loğ” işi kalkmıştır. Yengikend’in şimdiki eski tarafı tamamen bu kültürel özellikleri taşımaktadır. Bugün bu eski evlerin bulunduğu mahallere Oğuz kenti, yeni yapılan Rus binalarına da “Rus Kenti” deniyor. Tabii olarak artık eski ve kadim Oğuz yurdu “Havara” dan ne kaldığını elbette detaylı olarak bilmiyoruz.
Girişte bahsettiğimiz Oğuz’un göçebesine verilen bir ad olarak “Yörük” deyimi Anadolu’ya kadar hiçbir şekilde kullanılmamıştır. Aslında Oğuzlar’ın tamamı batıya harekette göçebedir, bu sebeble “Yörük”ü tarif ederken Oğuz’un muharip olmayanı olarak ifâde edersek daha doğru yaparız. Oğuzlar’ın tarihlerinin en önemli devlerelerinin anayurt dışında geçtiğini biliyoruz. Bu sebeble Havara’nın kil tandırları bu yürüyüşte “Sac ekmeği-Bazlama-Sıkma-Yufka ekmek-Gözleme” şekline dönmüştür. Özellikle yufka ekmek kültürü daima yürüyen ve muharip unsurların iaşesini sağlıyan “Yörükler”e aittir. Muharip Oğuzlar ancak konakladıkları ve köyleştirdikleri mekânlarda ekmek tandırlarını kurmuştur. Burada da ilginç yön ister yufka ve saç pişirmeleri ister tandır ekmeleri daima hanımlar tarafından yapılır.
Bugün tadı bozulmuş olan “Yufka” kesin olarak Orta Asya’dan getirilen ve kara ve etli buğdaydan yapılır. Bu buğdayın işlenmesi kolaydır; özellikle tandırda çok güzel kızarır; buna “Kambür” yani gevrek ekmek denir. Anadolu’nun bazı yerlerinde hâlâ ekilen ve çok verimsiz olan bu buğdayın artık nesli tükenmek üzeredir. Bu buğdayı sakın sert olan “Karakılçık” ile karıştırmayın; çünkü “Karakılçık” köftelik bulgur içindir ve bunun tereyağlı pilâvı yufka bile bandıra bandıra yenir. Tabii olarak “Karakılçık”ın artık genetiği ile oynanmış ve uyduruk bir “Ova Karakılçığı” diye vatandaşın önüne konmuştur. Karakılçık ile kara burgul pilâvı birbirinden faklıdır. Oğuz kültüründe kızartma yoktur; patates ve yumurta kaynatılarak, bir bağ soğan, 5 adet kırmızı küçük ve şireli incir, iki tandır veya yufka ekmek “Çoban”ın azığıdır.
Günceldir diye “Yörük”lüğü bir saha gözlemi ile de anlatalım. Suriye’de genel nüfusa paralel olarak Türkler de Nizip’ten çıkan Afrin ile Golan’dan çıkan Asi Nehri Deltası’nda yerleşiktirler. Bugün Türkmen mücahidlerin mücadele ettikleri sahaya yakın olan ve Asi Nehri kenarında bulunan Oğuz beldesi “Cisrişuğur” adı üzerinde dikkatinizi çekmek istiyorum. “Cisir” köprü, “Şuğur” Uç demektir. Yani “Uç Köprüsü!” Fakat bu 50 bin nüfuslu şehirde eskiden kalma tarihi bir köprü yoktur; çünkü daha kuzeyde ve Türkiye’de kalan Reyhanlı’ya yakın, “Cisrihadid” adlı bir köprü vardır. Asi üzerinde hâlen kullanılan bu sağlam köprü Selçuklu’lardan kalmadır ve tarihte ilk olarak Oğuzlar’ın demir kullandığı bir köprüdür, ki buranın yeni adı da “Demirköprüdür.”
Oğuzlar arasında “ Cisrişuğur” adındaki “Şuğur” deyimine Orhun yazıtları üslübü ile “Uğur” diyenler de var. Denize doğru Bayır’ı aşıp da ovaya çıkarsanız Osmanlı kayıtları bunları “Yörükan Taifesi”olarak adlandırılıyor. Gerçekten ondokuzuncu yılda buralara Aydın, Karaman, Maraş Yörükleri’nin iskan edildiğini biliyoruz. Özellikle dini konularda “Bucaklılar”ın taassublarına bakılrsa eski Oğuz geleneklerini hatırlamamak ve anlamlandırmamak mümkün değildir Elbette tarihten gelen genetizmden katiyyen uzaklaşamıyoruz. Ne yapalım bilgilenmeye devam edeceğiz.
Selam, sevgi ve saygı ile.