PKK Daha Masum!..
Şükrü Alnıaçık
Ümmetin bu en güçlü parçasını şerefiyle ve namusuyla yaşatmak için milyonlarca şehidin kanıyla temin edilmiş “Türk Milliyetçiliğini ayaklar altına almanın” bir açıklaması olmalıydı. Hal böylesine gaflet yüklü ve bunaltıcı olunca biz yine maziye müracaat etmek zorunda kaldık. Ümmetçilik neydi ki Milliyetçilik kusur sayılıyordu? Bu sorulara doğru cevaplar bulmadan başbakanın Milliyetçilikle olan meselesini çözümlemek mümkün değildi.
İslamiyet’i diğer dinlerden ayıran en önemli özellik, bu dinin “kendi devletini kurarak” yayılmış olmasıydı. İslam’ın ahir zamana da hakim olabilmesi için tahrifattan ve uzlaşma amaçlı tavizlerden korunabilmesi gerekiyordu. Bunun için Kur’an hükümleri, akaid ve amel, “devlet koruması” altına alınmış; böylece Darü’l- İslam kavramı ortaya çıkmıştır.
Hz. İbrahim’den, Musa’dan ve Hz. İsa’dan farklı olarak Hz. Muhammed, hem peygamber hem de “devlet başkanı“dır. Hicret, bu devleti kurmak; Bedir, Uhud ve Hendek gazveleri, bu devleti yaşatmak için yapılmıştır. Hicret, edilgen ve savunmacı bir eylem olduğu halde devlet kurmak için atılan ilk adım olduğu için 622 yılı, İslam takviminin başlangıcı olarak kabul edilmiştir.
Hz. Muhammed’in ölümünden sonra önce Hulefa-i Raşidin döneminde fetihler ve tebliğ devam etmiş, Arap olmayan kavimlerden İranlılar, Kuzey Afrikalılar ve Türkler Müslüman olmaya başlamışlardır. 70 yıllık Emevi hanedanı döneminden sonra 750’den 1055’e kadar İslam Devletini 300 yıl boyunca Abbasiler yönetmiştir. Ancak zamanla azalan askeri güç, merkezi bütünlüğü sağlayamamış ve halife, devlet işlerini 1055’te damadı Tuğrul Bey vasıtasıyla Türklere devretmiştir.
Cuma hutbesinde Allah ve Muhammed’den sonra Abbasi Halifesi’nin ve Selçuklu Sultanının adlarının okunması, İslam Devletinin, Türkler tarafından daha güçlü olarak yaşatılmasını sağlamıştır. Böylece Halifenin söz geçiremediği beylikler, (Tavaif-i Müluk) mesela Yemenli Karmatiler gibi Kâbe’yi basma ve Hacerü’l- Esved’i çalarak 30 yıl alıkoyma gibi bir gücü ve cesareti bir daha bulamamışlardır.
Bu durum, Hz. Muhammed’in, ümmetinin zulmete uğramasına, şeytani cehalete düşmesine, eşkıyalığa, anarşi ve teröre maruz kalmasına engel olmak için kurduğu devlet teşkilatının sorumluluğunun, Hicretten 433 yıl sonra Türklere geçtiğini gösterir.
Ümmet, muhayyel ve asr-ı saadetten sonra gaflete düşmüş vatansız bir nüfusun ifadesi değildir. Buna karşılık Ümmet, itikaden mütecanis olsa da siyasi tesanüd ve aidiyeti, milli sınırlarla parçalanmış bir kalabalık da değildir. Ümmet, gücü nispetinde İslam’ı tebliğ ve Müslümanların ibadet hürriyetini temin etme sorumluluğu taşıyan her hangi bir İslam Devletinin selametini teminle yükümlü olduğu Müslüman halktır.
Bugüne kadar kurulmuş en güçlü İslam Devleti olan Osmanlı Devleti’nin bir bayrak altına toplayabildiği Ümmet nüfusu, toplam Müslüman nüfusunun % 8’inden fazla değildir. 1900 itibariyle Dünyada çoğu İngiliz ve Fransız sömürgelerinde olmak üzere 300 Milyon Müslüman yaşarken bunun sadece 20 Milyonu Osmanlı Devletinin “ümmet” bilinci taşıyan Müslüman tebâsıydı. Yani başbakanın Milliyetçilikle savaşmak adına kuru kuruya Ümmetçilik yapması, abesle ve “yok hükmünde” bir işle iştigal etmektir.
Türkiye Cumhuriyetini kuran ve bugünkü Anayasada yer alan “Türk” kavramı ve Atatürk’ün siyasetin merkezine aldığı Türk Milliyetçiliği, Osmanlı’dan miras kalan bu Müslüman nüfusun birliğini, dirliğini ve çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkma hedefini ifade etmektedir. Kafkasyalı Rauf Bey, Kürt kökenli İsmet İnönü bu yüzden Atatürkçü, Zaza kökenli Hikmet Tekin, “Biji Serok Türkeş” diyerek, ihanete kafa tutan Kürt kardeşlerimiz bu yüzden Ülkücüdür.
Osmanlı’nın cem edebildiği, aynı camiye sokarak aynı hutbeyi dinletebildiği, fetret devrinde parça parça ve çatışma halindeyken mütecanis ve mütesanid bir kitle haline getirdiği, “ümmetin Viyana kapılarındaki sancaktarı” yaptığı nüfusun yarısı I. Dünya Savaşında tekrar asi olup gitmiştir.
Bu kitlenin 1918’de 11 milyona düşen özünden bugün 75 milyonluk bir Türk Milleti çıkaran Enver Paşa ve Mustafa Kemal Paşa, tarihin gördüğü en büyük Ümmetçilerdir. Hayber Kalesinin Fethinden beri hiç bir komutan bu oranda bir gayrimüslim nüfusu Darü’l-İslam’ın dışına çıkarabilmiş değildir. Tehcir Ermenileri ve Mübadele Rumları bugün Anadolu’da olsaydı Başbakan muhtemelen “azınlıkların kulak hakkı için” ezan-ı Muhammedi’yi de susturmak ve “Ümmetçiliği ayaklar altına aldım” demek zorunda kalacaktı. Bugün söylediğinin de esas bakımından bundan bir farkı bulunmamaktadır.
“Türk Milliyetçiliğini ayaklar altına aldık” diyerek, kavmi asabiyetle bin yıllık kardeşlik düsturunu, Mehmetçik kanı dökmekle, bayrak sevgisini eşdeğer hale getiren Başbakan “tarihin görüp göreceği en ifrit kavmiyetçi“dir.
Bu sözlerden sonra PKK, etki kabiliyetinin derecesi nedeniyle nicel olarak başbakana göre “daha masum“dur.