Alevilik… Türk’ün Türkü’ye Aşkı!
Şükrü Alnıaçık
Kadim bir Sivas türküsü, “kurban olam kalem tutan ellere” diye başlar ve ozan meramını, “beni hasret koydun kavim kardaşa” diye tamamlar. İlk mısrada Pir Sultan Abdal’ın muhatabı “kimliği belirsiz bir katip,” sonraki muhatabı ise “despot vali Hızır Paşa“dır. Şimdi kavim kardaşa yakın olma ve milletçe kenetlenme zamanıdır.
Ülkücülere “hiç değişmediniz, trendleri ıskaladınız” diyenler oluyor ama itiraf ediyorum biz de değiştik. Arık rahat rahat Türkü dinliyoruz. Güzel bir Anadolu ezgisini kimin telif ettiğine, kimin yorumladığına, Alevisine, Sünnisine de aldırmıyoruz.
Biz eskiden Türküleri bile seçerek dinledik. Sonra birgün baktık ki ilahilerin bir ucunda bizim diyanetin traşlı, takkeli hafızları, diğer tarafında basbayağı elinde sazıyla Pir Sultan Abdal var. “Pir Sultan’ım der Şah’ımız, Hakk’a ulaşır rahımız, On’ki imam katarımız, Uyamazsın demedim mi?” diyen bir ozana kim ne diyebilirdi?
“Allah – Allah!..” Bu komünistler niye “Pir Sultan geceleri” düzenleyip de ortalığı kırıp döküyorlardı o zaman?.. diye düşünmeye başladık. Demek ki ortada bir “yanlış anlaşılma” vardı. “Yolumuz Allah yoludur” diyen bir bizim Başbuğu duymuştuk, bir de şimdi Pir Sultan bunu söylüyordu. Diğer “ilgililer,” vatandaş anlamasın diye olsa gerek Arapça konuşuyordu.
Pir Sultan, “şah“a, uysun diye “rah” diyordu ama, olayı İran’dan biraz beriye çektiğimizde kelime zaten, “Allah yolu” oluveriyordu. Yani Başbuğ’la Pir Sultan aslında aynı Türküyü söylüyordu.
Bizde Malatyalı bir öğretmen vardı. Bir gün öğle paydosunda yemek sohbeti yapıyoruz, ben tabii “mantıcı“yım.. Alevi kardeşimiz, “Biz mantıya reyhan koyarız” demesin mi? Birden kendimi Türkistan’daki Yesevi türbesinin orda buldum. Allah Allah… Ne hakla bizim mantıya reyhan konuluyordu? “Sumak?” dedim. “Onu da koyarız” dedi. “Siz nasıl Alevisiniz?” diyecek oldum; sustum. Koca bir tabak Reyhanlı mantı yemiş gibi olmuştum. Laf aramızda ben mantıyı çam kozalağıyla bile yiyebilirim.
12 Eylül olmasaydı belki de Alevilerin “mantıya reyhan koyduğunu” hiç bir zaman öğrenemeyecektik. Bağlamanın kralını çaldıklarını, Türkçe’nin hasını konuştuklarını, podyuma inip televoleye meze olmak yerine cem evinde semah döndüklerini ve vatanı bizim kadar sevdiklerini de asla öğrenemeyecektik.
Sumağı da duyunca hemen “gece vakti tırnak kesme durumu“nu sordum. “Tabii ki bizde de kesmezler” dedi. “Şeytanın kulağına kurşun?” O da var. Tamam… Tahtaya mı vururlar? Evet, tahtaya.. “Tavşan?” Diyecek oldum vazgeçtim. Arkadaş el kadar tavşanı yesen ne olur yemesen ne olur? Anadolu kırsalında Aleviler üzerine en çok bilinen hikaye, şu Muaviyeli tavşan meselesidir. Sanki adam tavşan ihracatçısı sana ne arkadaş yemez yemez! Sen tavşancıbaşı mısın, tavşanî dergahından mısın? Tavşan mısın? Sana ne!..
Daha biz dünyada yokken saçma sapan meselelerden öz kardeşlerimizden uzaklaşmış, Marksistlerin, Alevilerdeki Pir Sultan temalı başkaldırı kültürü üzerinden militan devşirmesine göz yummuştuk.
Evet biz de değiştik son otuz yılda… Minberden kahpe dünyaya toz pembe bakmayı, Marks’ın at gözlüğüne atlantik filtresi takmayı, soros desenli seccadede takkeyle namaz kılmayı öğrenemedik belki…
Değişmek böyle bir şeyse biz aslında hiç değişmedik ama kırmızının ve beyazın yeni tonlarını fark ettik. Türk’le Türkünün arasına konulan kin duvarını yıktık. “Türkler kardeş olmadan Türkülerin kardeş olamayacağını” keşfettik. Aleviliğin özündeki dayanışmacı halkçılığın, Hüseyinzade Ali Turani’den beri Türk Milliyetçiliğinin temel taşı olduğunu gördük.
Fuat Köprülü, Ahmed Yesevi’yi anlatıyor; O’nun Türkçe velayet kapısından Hacı Bektaş’a yol çıkıyordu. İyi baktığımızda Alevi tekkelerinde bizim İla’y-ı kelimetullah’ın Horasan Erenleri’yle karşılaşıyorduk.
Sonra Atatürk’ün keşfettiği Türk “Maturidi” ile Arap “Eşari“yi karşılaştırmayı başardık. Hanefi-Şafi karşılaştırmaları bizi 12 İmam’la, Cafer Sadık’la tanıştırdı. Mezhebimizle bir sorunumuz yoktu elbette ama başka mezheplerle de olmamalıydı. Teori ne olursa olsun, Milliyetçiliğin mezhepler ötesi bir ortak dayanışma bilinci olduğunu tespit etmemiz pratikte yaklaşık otuz yılımızı almıştı.
“Ülkü denen nazlı gelin,” gözlerini Osmanlı merkez Sünniliğinin Türklük olarak algılandığı bir dünyaya açmıştı. Biz de bundan rahatsız değildik. Milli birlik için din birliği, mezhep bağları önemli faktörler olabilirdi. Sınırlarımız çizilmişti; içinde bizbizeydik. Kız alıp kız vermiştik. Bir arada yaşama arzusu içindeydik. Mazimiz bir, geleceğimiz bir, derdimiz bir tasamız bir olunca yeni teorik icatlardan uzak kalarak bu durumu benimsemiştik. Ve Sosyalizm cepheden “camiye” saldırıyordu.
CHP, 1950’lerde Sünni oylarla üç kez seçim kazanan ve meclis grubuna “siz isteseniz Halifeliği bile geri getirirsiniz” diyen Menderes’e karşı Alevileri, Laik rejimin muhafızı olarak görmüş ve üzerlerinde oynamaya başlamıştı. 27 Mayıs darbesi, CHP’nin Sosyalistleşmesi, gençlerin komünistleşmesi derken Aleviler, Marksist örgütlerin hedef kitlesi haline gelmişti. Bizim bu yüzden milliyet teorileri üzerinden bir ikna çabasıyla Alevileri Türkçü cephede birleştirme şansımız yoktu. Böyle bir diyalog imkanı da yoktu. Sonra araya kavga, kan ve kin girdi. CHP ve oy avcısı partizanlar, MHP ile koalisyon ortağıyken bile bir yolunu bulup; “Alevileri öz kardeşleriyle buluşturmamak için” kindarca atılmış iftiralarla Ülkücülere sataşmaya devam ettiler.
Son 33 yılda Ülkücülerin kat ettiği en büyük ideolojik mesafe, “Alevi kardeşliği“ni keşfetmeleridir. Bu keşif, mazisinden-mezhebinden vazgeçme veya suçluluk duyma derecesinde bir pişmanlık değildir.
Ülkücüler, dindışı ideoljilerin tehdidi altındayken nasıl din merkezli bir millet algısından rahatsız olmamış; Kürtler ve Zazalarla omuz omuza vatan için bayrak için mücadele etmişlerse bugün de modern milliyetçiliğe ve ulusal değerlere yapılan bölücü-yıkıcı saldırılar karşısında Alevi-Bektaşi kardeşleriyle bütünleşmekten aynı gururu duymaktadırlar.
Ülkücülük-Alevilik buluşması, tehdit algısına dayalı güncel bir zorlamanın sonucu olmadığı gibi sürpriz veya tesadüf de değildir. Alevi-Ülkücü kardeşliği bir bakıma… Bülbülün güle olan hasreti…
“Türk’ün Türkü’ye olan aşkı“dır.