Konya Dönüşü Düşünceleri
Şükrü ALNIAÇIK
“Milli Değerleri Koru ve Yaşat” mitinglerinin beşincisi olan ve Konya’da yapılan “Türkçe” Açık Hava Toplantısını da bütün görkemiyle geride bıraktık. Bu toplantı, bizi Ülküdaşlarımızın ferasetiyle bir kez daha buluşturan ve Türk Milletini umutlandıran dokuz mitingden ortancasıydı ve “Türkçe” teması, mitinge yakışıyordu.
Siyaset penceresinden Konya’ya bakanlar, orada öncelikle işlenecek iki konu görürler: 1- Dostun ve düşmanın tanıdığı Mevlana, 2- Dostun tam anlamadığı, düşmanın da pek sevmediği Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçesi…
Böyle bir günde Türk Milliyetçilerine yakışan tema, tabii ki ikincisi, yani “Türkçe“ydi. Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçe konusundaki isyanı, bugünkü gibi Türkçe’ye ikinci bir resmi dil arayışına tepki olarak ortaya çıkmamıştı. Bu isyan, aynı zamanda Moğol askeri baskısıyla sürdürülen Fars kültür emperyalizmine karşı “çift başlı” ihtilaldi.
1277’de yanına Avşarları alıp, sırtını Toroslara dayayarak, Türklüğün onuru için ayaklanan Mehmet Bey, gözükara bir Selçuklu şehzadesini de konya bayan escort tahtına çıkararak, sadece Farsça’ya değil, zalim Moğollara da kafa tutmuştu. O Moğollar, 1243 Kösedağ Bozgunundan beri Selçukluları ağır bir haraca bağlamış, askeri valileriyle Anadolu’yu açlık ve kıtlığa mahkum etmişlerdi.
“Konya ve Türkçe” bunun için önemliydi. Şimdi Mevlana ve eşsiz hoşgörüsünün işleneceği zaman değildi. Moğol görmek isteyenin, Atlantiğin ötesine; kültür emperyalizmi görmek isteyenin de başını kaldırıp tepesine bakması yeterliydi.
Tepemizdeki İngilizce tabelalardan sonra şimdi bir de ortaya, “ikinci dil” talebi çıkmıştı. “Türkçe” teması, Konya gibi bundan 33 yıl önce ilk “Humeynici” mitingin yapıldığı bu ortama çok yakışmıştı.
Miting bu açıdan kitlesel katılımlı bir Karamanoğlu Mehmet Bey sempozyumu kadar başarılı geçti. Ülkücüler, “tek dil, tek bayrak, tek vatan” konusundaki kararlılıklarını yine “vur de vuralım, öl de ölelim” sloganıyla net bir şekilde dile getirdiler.
Mitingde şahsen tanıdığım, genel merkez politikalarını, sert eleştiren en az 10 kalem ehli Ülküdaş gördüm. Bu durum, benim gibi “bölünmüş Ülkücünün ‘ülke bölünmesin’ demeye hakkı yoktur” sloganının mucidi bir Ülkücü için son derecede umut vericiydi. Ancak, 10. Kurultay döneminde bu konuda sadece manzaraya göre hüküm veremeyecek kadar da derin karamsarlıklar yaşamıştım.
“Neticede sevindin mi?” diyecek olursanız, ayaklarına sağlık tabii ki sevindim. Bu durum, en azından gelenlerin samimi olduklarının bir göstergesiydi. Mitinge gelenler, insan içine çıkamayacak kadar “kırıcı ve yıkıcı” laflar söylememişlerdi. Ancak, ülke şartları gözönüne alındığında, samimiyet ve iyi niyetten çok daha fazlasına ihtiyaç vardı.
Son yıllarda Ülkücüler arasındaki ahengin, Ülküdaşlık hukukunun bozulmasında sert muhalefet yapacağım diye karşısındakinin de Ülkücü olduğunu unutarak yapılmış, şahsiyete yönelik ağır hücümların etkisi büyüktür. Hiç bir samimi Ülkücü, MHP Genel Merkez görevlilerine “kargalar” diyemez. Bu durum, at uşaklarına ve mahallenin sümsük oğlanlarına cesaret vermiştir.
İç çatışmalar, kısmen “az tanışma,” kısmen de “çok konuşma“dan kaynaklanıyor. Sohbeti seviyoruz fakat “eksik bilgili, bol yorumlu” sohbetler yapıyoruz. Başbuğ’un ifadesindeki şu meşhur “Bizans hastalıkları” da “Türk duygusallığı“yla senteze girince, bazen şehitler emaneti Ülküdaşlık hukukunu, ülke gerçeklerini, hatta konjonktürel tehditleri bile geride bırakacak afaki “sohbet“lerle enerjimizi boş yere tüketiyoruz.
Hiç birimiz mahallenin sümsük oğlanı değiliz, tam tersine dişli ve budaklı olduğumuz için akıntının tersine Ülkücü olmuş, süreçlere inat Ülkücü kalmışız. Ülkede seçim atmosferi olmadığı halde boksörün tek koluyla ringe çıkması gibi yapılan mitinglerde toplanan inançlı kalabalıklar, bu aykırılığın, “satmamanın ve satılmamanın” bariz göstergeleridir.
Böylesine “60’ında bile delikanlı” bir kitlenin yönetilmesindeki zorlukları peşinen kabul ederek sadece yönetileni değil yöneteni de “Tarih“le tarif etmek gerekiyor.
Biz Firavun’un “menfaat köleleri” miyiz ki oradaki “piramit inşaatına” gıpta ile bakarak “kurganımız neden küçük” deme hatasına düşüyoruz? Biz, “köle” olduk, zaten “pigme“ydik de firavunun mu “battal” çıktı?
Biz, tam tamına Türk’üz ve “bize” benzeriz. Bizi başarıya götürecek, kendi dinamiklerimize uygun bir çalışma sistematiğini geliştirmek zorundayız. Nasıl mı? Teşkilatın mimarına, Başbuğa sorarsanız…
O, “önce disiplin” demişti! Geçelim “liberal-bireyci köle hikayelerini” bir kalemde…
Türk’e gereken sadece “disiplin“dir!.. Gerisini “Tarih” halleder!