Yrd. Doç. Dr. Fahri Maden
Kastamonu Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Türkiye uzun yıllardır terör belasından çekiyor. Son dönemde bir kez daha terör belası giderek arttı ve tırmandı. Ekonomi, eğitim ve sosyal bir takım sıkıntılarımız yetmezmiş gibi terör gün geçtikte yüreğimizi sızlatan acı bilanço ortaya koymaktadır. Türkiye II. Abdülhamit dönemi, II. Meşrutiyet ve Milli Mücadele yıllarından beri bu kadar yoğun bir şekilde çepeçevre sarılıp zor durumda kalmamıştı. Sultan II. Abdülhamit dönemi Osmanlı Balkanları kan gölüne çevrilmiş, Osmanlı iktidarının darbelerle değiştirilerek başlamış ve Ermeni Taşnak terörü onlarca isyan ve bombalı eylemler yapmıştı. Bu eylemler bizzat 1905 Temmuzu’nda II. Abdühamit’e bombalı suikast düzenlemeye kadar götürülmüştü. Bu eylemin ilginç bir yönü Sultan’a suikast düzenleyen kişinin Belçika vatandaşı olmasıydı. Gerçi II. Abdülhamit tüm bu isyanları askeri tedbirler ve şiddetle bastırmış, adı Ermeni Taşnakçılar tarafından Kızıl Sultan’a çıkartılmıştı. II. Meşrutiyet yılları ise Trablusgarp savaşı ile başlayan Balkan ve I. Dünya savaşı ile devam eden savaşlar silsilesi idi. Türk-İslam dünyası öylesine kıskaç altına alınmış, pek çok ihanetle karşılaşan Osmanlı, İngiliz ve Fransız ajanlarının Orta Doğu’da Osmanlı varlığını yok etmek için giriştikleri gizli faaliyetlerinde başarı elde etmişler, bazı Arap lider ve aşiretlerini avuçlarına almışlardı. I. Dünya savaşının sonu Anadolu’nun yer yer işgaliyle kendini hissettirmiş, Milli Mücadele yılları bir taraftan işgalci güçlere karşı üç cephede yürütülen savaşın yanı sıra içeride bir dizi isyan çıkartan -elbetteki dış destekle- kişiler ve topluluklarla mücadeleyle geçmişti. Tüm bu süreçlerde Türk Devleti’nin karşılaştığı ortak durum iç ihanetler olmuştu. Çanakkale’yi geçemeyen Kutü’l-Amare’de başarısız olan İngiliz ve Fransız siyaseti kaleyi içeriden fethetmeyi her daim hesaba katmıştı. Dışardan ve içerden Osmanlı’ya karşı girişilen tüm terör hadiseleri ve ihanetler neticede üç kıtada topraklara sahip olan, neredeyse dünyanın tamamına yakın petrol rezervlerine sahip Osmanlı topraklarını sömürgeci ülkelerin eline geçirivermiş, dünya siyasetinden Türk adı silinivermişti.
Türkiye Cumhuriyeti yaşanan bu süreçlerin yaralarını sarmak ve kara sabana dayalı bir tarım toplumundan sanayi alanında üretim yapan bir ülke konumuna gelmek için yıllarca mücadele vermiştir. Ancak ne zamanki ülke belini doğrultacak olsa iç çatışmalar çıkmış/çıkarılmış, 21. yüzyıla gelinceye kadar rahat yüzü görülmemiştir. Tarihi hadiseler ortadadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik anlamda sıçramalar yaptığı dönemlerin ardından hep iç karşılıklar yaşanmıştır. 1950’lerden itibaren başlayan modern tarım ve sanayi hamleleri, 1950-1960 arası açılan onlarca üniversitelerin verecekleri eğitimli kitleler 1970’lerdeki iç çatışmalarda, sağ-sol kavgalarında beklenilen fayda temin edilemeden harap olmuştur. Yaşanan tüm bu süreçlerin devamı dünyanın Batılı güçler tarafından şekillendirilmeye çalışıldığı günümüz dünyasında da kendini hissettirmektedir.
Yaklaşık kırk yıldır Türkiye’de devam eden ASALA ve PKK terörü tam bir bela halini almıştır. Son dönemde bunlara eylemlerini artıran başka örgütlerde dâhil olmuştur (DAEŞ, DHKP-C, FETÖ vs.). Ne kadar siyasi çözümler, açılımlar yapılmış olsa da –ki bir siyasetçimizin “dağda silah atmaktansa ovada siyaset yapsınlar” sözü çok tazedir- gelinen nokta terör belasından Türkiye’nin zecri bir takım tedbirler almadan, içeride birlik-beraberliği sağlamadan, teröre karşı ortak bir gündem oluşturamadan başarı elde edemeyeceğidir. İktidarı-muhalefeti, devlet kurumları-sivil toplum örgütleri terör denildiğinde tek ses olmalıdır. Zira terör hükümetleri yıpratma aracına dönüştürüldükçe güç kazanacak, dış güçlerin devamlı surette içerdeki çatlakları ve ayrılıkları kaşımalarına ve terör destekçilerini ekmeğine yağ sürecektir.
Öte yandan terör yoluyla bugün sadece Türkiye devleti hükümeti zor durumda, zafiyet içerisinde bırakılmak istenmiyor. Ülke topyekûn teröre teslim olmaya ve parçalanmaya zorlanıyor. Hangi hükümet gelirse gelsin yapılacak şey teröre karşı devletin yanında yer almak ve teröre pirim vermemektir. Bu bir vatandaşlık ödevi olduğu kadar vatansever olmanın da gereğidir. Karıştırdığımız bir şey terörle hükümetleri özdeşleştirip bu yoldan hükümet değişikliği, istifası beklemektir. Demokrasilerde hükümetler seçimle değiştirilir. Mantıklı ve aklî olan vatan, bayrak, din gibi milli ve manevi değerler söz konusu olduğunda diğer hususları ve farklı düşünceleri bir kenara bırakmak, siyaset kurumundan (iktidar-muhalefet) ve tüm devlet kurumlarından bu konularda vatandaşı bir an önce güvenceye kavuşturmalarını talep etmektir. Siyasilere gelince terör meselesinde kutuplaşmayı bırakmalı, yapılması gereken ne ise –ki yukarıdan beri ifade ediyoruz- onu yapmalıdırlar. İktidar-muhalefet böyle hassas ve hayati bir konuda birbirinin açığını aramayı bırakıp kanayan terör belasından mağdur durumda bulunan milletimizi kurtarmayı aldıkları maaşı hak etme, görevini yerine getirme, yoksa beş yüz elli vekilin tamamının ayrım gözetmeksizin halkımız tarafından da sorumlu tutulmalıdır. Elbette hükümetin de böyle bir konuda gevşeklik, suiistimal ve zafiyet göstermemesi, her türlü ihtiyat tedbirlerini almalıdır. Bu tür bir hassasiyet göstermemesi durumunda eleştiriden azade değildir. Keza ülkemizde kırk yıldır sürmekte olan terör onlarca hükümet eskitmiştir. Geçmiş hadiselerden ders çıkartmak, aynı hataları tekerrür ettirmemek idare mevkiinde tasarruf sahibi olanların görevidir.
Terörün Türkiye’ye verdiği zararın bilançosuna bakıldığında acı bir tablo ile karşılaşılmaktadır. Güncel olmayan rakamlara göre sadece PKK’nın ilk terör eylemini yaptığı 15 Ağustos 1984’den bu yana sivillere ve emniyet güçlerine yönelik gerçekleştirdiği saldırılarda 7 bine yakın sivil vatandaşımız hayatını kaybetti. Otuz yıllık bu mücadelede köy korucuları ve güvenlik güçlerinden 7 binden fazlası da şehit verildi. Son bir yılda ise 285 sivil yaşamını yitirirken, operasyonlarda 215’i asker, 133’ü polis, 7’si korucu 355 güvenlik görevlisi ise şehit oldu. PKK’nın otuz küsur yılda vahşice canına kıydığı vatandaş sayısı neredeyse bir ilçenin nüfusu kadardır. Buna karşılık güvenlik güçleri, 30 bine yakın teröristi etkisiz hale getirmiştir. Bölücü terör örgütlerinin saldırılarından yüzlerce iş yeri ve sivil araç da etkilenmiştir. Okullar kundaklanmış, iş makinaları kullanılamaz hale getirilmiş, hatta ibadet yerleri yakılıp yıkılmıştır.
Bütün bu rakamların bir de ekonomik boyutu vardır. Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığı rakamlara göre terörün Türkiye’ye faturası 350 milyar dolardır. Peki ya bu 350 milyar dolar ile ne yapılabilir? Türk Hava Kurumu (THK) Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ünsal Ban 2013 yılında yaptığı bir çalışmada terörün ekonomik boyutuyla ilgili: “Dolaylı maliyetlerin hesaplamasındaki farklılıklar ve Başbakanlık örtülü ödenek ile Milli İstihbarat Teşkilatı harcamaları verilerinin, maliyet hesaplarına dahil edilememesi nedeniyle, terör maliyet hesapları farklılık gösteriyor. Farklı kaynaklara göre, terörün 1984’ten bu yana doğrudan ekonomik maliyeti, 65 ile 350 milyar dolar arasında değişiyor. Dolaylı ve doğrudan iki tür maliyetin hesaplanması gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında 300-400 milyar dolarlık harcama devlet bütçesinden ayrılan doğrudan maliyetleri kapsıyor.” demektedir. Ünsal hoca sözlerine, “son 30 yılda teröre harcanan yaklaşık 350 milyar dolarla Sinop Nükleer Santrali’nden 16 tane ya da 87 Atatürk Barajı, 100 Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 70 Marmaray yapılırdı” diye devam etmişti. İşte terör belasının acı bilançosu…
(İnsanca, Sayı 93, Mayıs-Haziran 2016, s.25-27.)