Tepki hareketi miyiz?
(Yozgat 1970’li yıllar)
Kenan EROĞLU
Son günlerde yeniden alevlenen “Türkçülük” konusunda Cumhurbaşkanının bir sözü üzerine tepkiler çığ gibi büyümüş, herkes Türkçü ve Milliyetçi olduğunu kendi ölçülerinde haykırma ihtiyacı duymuştur.
Bu durum benim açımdan daha önce düşündüğüm “tepki hareketi miydik” konusunu gündeme getirdi.
Bizim bir konuda her hangi bir konuyu açıklamak ve anlatmak için dışarıdan birisinin bir söz söylemesi mi lazım mı dır ki de biz hemen harekete geçtik. Hâlbuki biz fikirlerimizi ve düşüncelerimiz her zaman, her durumda ve her ortamda söylemek ve haykırmamız gerekmez miydi? Ama öyle olmadı bir başkasının bir sözü ile harekete geçtik. Bu tavır bana yanlış gibi geliyor. Ve beni 1975’li yıllara götürüyor. O günlerde de tepki olma tepki gösterme konusunda düşüncelerimi aşağıdaki gibi dile getirmiştim; Demek oluyor ki o günlerde cevabı verilmeyen sorular günümüzde de devam ediyor.
“Bu arada okuyan yazan ve düşünen insanların kafalarında bazı sorular meydana gelmiyor değildi. Bazı içe yoğunlaşan arkadaşlarımız gibi ben de daha iyi mücadele etmek, taktik ve strateji geliştirmek amacıyla dışımızda bulunan hareketleri vs. gözleme imkânı buluyor, inceliyor ve kafa yoruyordum. Bu okuma ve gözlemleme sonucunda kendi kendimize soruyorduk; “Biz bir tepki hareketi miyiz? Yoksa aksiyoner bir hareket miyiz?” diye. Hareketimiz hedefine ulaşmak için temel olarak ne gibi bir fikir üzerine oturuyordu. Bu belliydi, Türk Milliyetçiliği. Ama biz bu konuda kendimiz karar vererek mi bu fikir etrafında bütünleşmiştik, yoksa Türkiye çapında, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ardından meydana gelen hürriyet ortamından istifade ederek ortalığa dökülen bir komünist ideolojinin antitezi olarak mı ortaya çıkmış ve fikrimizi sonradan mı oluşturmuştuk? Yani her şeye muhalif olan bir fikir hareketi miydik? Hedefe ulaşmak için ise seçtiğimiz yol neydi? Metod olarak neyi ve neleri benimsemiştik. Türk Tarihini temel nirengi noktası yapan bir hareket miydik, fikir hareketi mi, eylem hareketi mi, gönül hareketi miydik? Bir dergi etrafında kümeleşen bir hareket miydik? Bir lider etrafında bütünleşen bir hareket miydik? Bir türlü anlayamıyorduk. Başlangıçta bu gibi şeyleri pek düşünemiyorduk ama zaman ilerledikçe olaylar üzerine kafa yordukça, yeni kitaplar okudukça birçok şeyi merak ediyor ve üzerinde durulması gerekir diye düşünüyorduk.
Hareketin bir mensubu olarak biz pek anlamadığımız gibi dışarıdan bakıldığında da, başlı başına bir “tepki hareketi” gibi miydik, yoksa bir “aksiyon hareketi“ gibi miydik pek anlaşılmıyordu-anlamıyorduk. Konuşulanlara, yeni yeni çıkan kitaplarda ve dergilerimizde yazılanlara bakılacak olursa biz başlı başına bir “fikir hareketi” idik. Yüz Milyonluk Güçlü Türkiye’den, Milliyetçi Türkiye’den, kalkınmaktan, sanayileşmekten, cazibe merkezlerinden, tarım kentlerinden, çağlar üzerinden sıçramaktan, medeni ve gelişmiş ülkelerin en önüne geçmekten, ileri zamanlarda ise Nizam-ı Âlem’ davasından, İlay-ı Kelimetullah’ tan söz ediyorduk. Fakat kitap okuyan ve dergilerimiz yakından takip eden insanlar pek fazla olmadığı için davranışlarımıza ve yaptığımız işlere baktığımız takdirde ise bu söylenenlerle pek ilgisi yok gibiydi, sanki bir “tepki hareketi” gibiydik. Yepyeni görüşlerimiz vardı, millete hizmet edecek, Türkiye’yi hatta dünyayı kurtaracaktık. İnsanlığa yeni bir nizam ve yeni bir soluk getirecek adaletle hükmedecektik. Yeni şeyler elbette söyleniyor, teklif ettiğimiz her şey aslında bir bakıma yeni şeyler gibiydi, biz iddialarımızı sıralarken halkımızın ne düşündüğüne pek bakmıyor, bizi anlıyorlar mı anlamıyorlar mı ya da biz kendimizi anlatabiliyor muyduk, anlatamıyor muyduk pek umurumuzda olmuyordu. Biz iddialarımızı sıralıyor ve bu iddialarımızı ısrarla sürdürüyorduk. İleri sürdüğümüz iddialar bize göre Türkiye’yi kurtaracak biricik reçeteydi. Öyle inanıyor öyle sanıyor savunuyorduk. Önemli olduğunu sandığımız bir takım iddialarda bulunuyorduk ama her şeye karşı tepkiliydik. Her şeyi değiştirmekten bahsediyorduk.
İşin garip olan tarafı; toplumda bulunan her türlü karakter ve yapıda insan hareketimiz içinde kendisine yer bulabiliyor kendisini bu harekete mensup addedebiliyordu. Bir “tarikat mensubu” ile bir “sokak serserisi”, bir“aktrist şantöz” ile bir “mafya babası” da bu harekete mensubiyet duyabiliyordu. Bu durum biraz garip gelebilir fakat Milliyetçi Hareketin merkezi ve Lideri Ankara’dan ne gibi fikirler ve bir sinyaller veriyorsa Anadolu’nun her tarafında bulunan her türden ve hatta birbirleri ile yan yana gelmesi mümkün olmayan insanları bile çekebiliyor ve etkiliyordu. Bu demek oluyor ki belirli ve oturmuş, tercih edilmiş bir metodumuz yoktu. Liderin davranışları ve konuşmaları herhangi bir yönünden veya bir sloganımız, bir sözümüz insanlara cazip geliyordu.
Pek çok kişi için, bu gibi durumlar veya “tepki hareketi“ mi, yoksa bir “aksiyon hareketi“ mi olduğumuz pek bir mana ifade etmiyordu. O kargaşa ortamında bunu düşünecek insan sayısı pek fazla değildi sanırım. Pek çok kişi bu gibi düşüncelere kafa yormuyor hatta ne manaya geldiğini dahi bilmiyordu. Yukarıda hareketin genel merkezinde de bu konulara kafa yoranlar elbette vardır diye düşünüyor, taşra şehrinde de bu konular dikkatimi çekiyordu. Bu soruların cevabını arıyor bu konulara kafa yoruyordum. Biz bir takım iddialarda bulunuyor yepyeni olduğunu sandığımız görüşler ileri sürüyorduk; Erol Güngör’ün dediği gibi “modernleşmemiş bir toplumda biz bir nevi modernizm’i temsil ediyorduk” Fakat bırakalım milletimizi-halkımızı biz bile, arkadaşlarımızın çoğunluğu bu konuların ne manaya geldiğini anlayacak-düşünecek çapta değildik. Bu konuları zamanla öğrenecektik. Yayınlarımızı çok yakından takip eden insan sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. Dündar Taşer, Erol Güngör, Necmettin Hacıeminoğlu, Mehmet Eröz, Galip Erdem ve Ayhan Tuğcugil okudukça ufkumuz açılacaktı.
Büyüklerimiz veya okuduğumuz dergilerimizde “komünizmle mücadele derneği” olmadığımız başlı başına “fikir hareketi” olduğumuz bu gün görünen en büyük tehlike “komünizm” olduğu için biz şimdi sadece onunla mücadele ediyor gibi görünüyorduk diye söylenir ve yazılırdı. İşin gerçeği ve görünen yüzü de böyleydi. Biz tam manası ile “komünizmle mücadele derneği” gibi hareket ediyorduk, pek çok arkadaşımız da bunu böyle zannediyordu. Ama fikrimizi, fikrimizin ne olduğunu, ne olmadığının çerçevesini pek bilmezdik. Bu konularda pek fazla yayın da yoktu. Hareketin haftalık yayın organı olan “Devlet Gazetesi” ileride bir milletvekili çıkaracak potansiyele sahip olan Yozgat gibi bir yerde en fazla yirmi tane, Töre dergisi ise beş adet geliyordu-satılıyordu.
Daha çok okullarda, sınıflarda arkadaşlarımız solcularla yapılan konuşma ve tartışmalarda ciddi bir fikir ortaya koyamaz onların her dediğine karşı çıkar, kılık kıyafet saç-baş (o günlerde sol görüşlü insanlar uzun saç, üst dudağı kapatan Rus lideri Stalin tarzı bıyıklar ve uzun favoriler bırakırlardı) konularına girer, din iman meselesine getirirdik. Kitap okuma alışkanlığı olanlarımız pek azdı. Okuyan arkadaşlar da (ki bunlar dava ile ülkücülük ile ilgili kitaplar değildi çeşitli dini ve tarihi kitaplardı) okudukları kitaplardan edindikleri bilgilerle sol görüşlülere karşı çıkarlar, onları fikren mağlup etmeye, üste gelmeye çalışırlardı.
O günlerde konuşulan konuların milliyetçilikle alakasını kurmak ve tamamen de alakasız demek de elbette zordu ama olsun mücadele devam ediyordu. Zamanla kitap okuyanlar, büyüklerin sohbetlerine katılanlar, dergi takip edenler artacaktı ama bu bile bize yeterli gelmiyordu. Sokakta veya herhangi bir yerde solcular takip edilir, onların her yaptıkları şeyle ilgilenilirdi. Çok telaşlı ve bilgisiz arkadaşlarımız vardı. Koşa koşa gelirler “solcular şöyle yaptı, böyle geçti”, “ bildiri dağıtıyorlar, biz de dağıtalım veya engel olalım”, “geziyorlar, hava atıyorlar hemen gidip biz de gezelim”, “Şefaatli’ye haber salalım pusatları kuşanıp hemen gelsinler” vs. derler hemen peşlerine düşmemizi, o yerde üstünlük sağlamamızı isterlerdi. Bu arkadaşlar bizim bir tepki hareketi olduğumuzu sanırlardı. Bazı arkadaşlarda, derneğin haberi olmadan kendi kendilerini vazifelendirerek birkaç arkadaşı ile oralarda buralarda gezerler, kendilerince önlemler alırlardı.
Sol görüşlüler de bizim bu arkadaşlarımızın hareketlerini organize bir hareket sanırlardı, bu gibi davranışları alışkanlık haline getirenler de vardı. Bu davranışlar, yeteri kadar kitap okumayan, yayınlarımızı ve seminerlerimizi yakından takip etmeyen ve teşkilat terbiyesi almamış kişilerce kontrol dışında oluyor ve bilgisizlikten kaynaklanıyor, bu gibi arkadaşların tavırları kendilerini tatmin etmekten öteye geçmiyordu. Veya bazı arkadaşlar orada burada grup halinde gezip hava atmayı, solculara yan gözle bakmayı, kafalarına estiğinde de kavga çıkartmayı ve eski alışkanlıklarını Ülkücülük kılıfı içinde sunmayı Ülkücülük sanıyorlardı.
Biz Ocak’ta aklıselimle hareket etmeyi öğütler, “solun her hareketine bizim bir hareket geliştirmemizin hem mümkün olmadığını” hem de “fikirlerimize uymadığını” bizim kendi fikirlerimize ve kendi görüşlerimize göre hareket etmek gerektiğimizi ifade ederdik. Solcuların davranışlarını bizim de sergilememizin mümkün olmadığı açıktı ama bunu pek anlatamazdık. Yeterince bilgisi olmayan arkadaşlar bu durumları anlamazlardı. Belki de bizi korkaklıkla suçlarlardı. Arkadaşlar maalesef çok heyecanlıydılar ve bazen bu heyecanlarını yenemiyorlardı. Sokak ve sokakta olanlar-yaşananlar daha da etkili oluyordu. Eğitim ve seminer bazıları için katlanılması çok zor şeylerdi”. Anlaşılacağı üzere bir hareket kendi bağlılarını çeşitli konularda yeteri kadar eğitememiş ve yetiştirememişse kendi özgün fikirlerinden çok rakibin fikirleri üzerinden tenkid geliştiriyorlar. Dolayısıyla rakibi yaptığı bir hareket ve söyleyeceği bir söz üzerine harekete geçiliyor. Bu bir tepki hareketidir. Biz hareket olarak bu konuları 1980’ lerde aşmış olmamız gerekirdi.
Demek oluyor ki daha yapılacak çok işimiz var.