OSMANLI HANEDANININ BÜYÜK FEDÂKARLIĞI
Kenan Eroğlu
Son zamanlarda nereden kaynaklandığı pek de bilinmeyen bir takım düşmanlıklar sergileniyor, bu konuda internette ve sosyal medyada boy boy yazılar çıkıyor.
Bunlar;
Türk Tarih düşmanlığı.
Osmanlı (Devlet-i Aliyye) düşmanlığı.
Arap düşmanlığı üzerinden İslâm düşmanlığı.
Türk ve Türkiye düşmanlarının yaptığı bu düşmanlığı belki biraz anlarsınız. Fakat bizi ziyadesiyle üzen ise Türk Milletini, Türk Tarihini, Türk geçmişini sevdiğini sandığımız, sevmesi gerekenlerin de bu düşmanlıklara alet olu aynı koroya katılmış olmaları işin en üzücü tarafı.
Bu düşmanlıklar tarihi bilgilere dayansa gam yemeyeceğiz, fakat bir takım Oryantalist (Batı’lı yazarlar. Bu yazarların çoğu da Türk düşmanıdırlar.) fikirlerle kendi geçmişimize ve dinimize düşmanlıklar yapılıyor.
Bu yazımızda Dündar Taşer’in fikirleri ile bize göre büyük fedakârlık olarak değerlendirilmesi gereken “Osmanlı’da kardeş katli” konusu üzerinde duracağız.
Efendim deniliyor ki; “Onlar da kardeşlerini kesen adamlar, çocukları dahi katlettiler, böyle bir şey olabilir mi?” diyorlar.
Şimdi bu konuda Dündar Taşer’in ne dediğine bakalım.
Taşer ne diyor:
“”Bir defa şunu söylemek isterim ki, devlet, eski Türk an’ânesinde ve İslâm’dan sonraki devrede dahi hânedân-ı saltanatın müşterek malı idi. Selçukoğulları’nda, Cengizoğulları’nda, Timûriler’de ve bütün Anadolu beğliklerinde ve Asya saltanatlarında hep böyleydi. Bunun çok zararlı neticeleri tarihen sabittir. Mesela Tuğrul, Alparslan ve Melikşah devrinde çok geniş ülkeleri elinde tutan Büyük Selçuk Devleti, bu âdet ve akide dolayısıyla ve merkezî otorite sarsılınca beş parçaya ayrılıyor: İran Selçukileri, Kirman Selçukileri, Konya Selçukîleri, Haleb Selçukileri ve Şam Selçukileri gibi. Melikşah’tan sonra, bunlar artık ayrı ayrı, hattâ birbirine düşman devletlerdir. Berkiyaruk İran’ı, Gıyaseddin Ebû Şuccâ Mehmed Suriye ve Azerbaycan’ı, Muizeddin Burhan Sencer Horasan’ı ve Maverâünnehir’i alıyor ve orada hüküm sürüyorlar.»
«Selçuk şehzadelerini büyütmek ve terbiye etmek için tâyin edilen atabeğler de, sonraları hânedân âilesi içine dahil ediliyor ve onlar da, ayrı devletler kuruyorlar. Musul Atabeğleri, Elcezîre Atabeğleri gibi..
«Konya Selçukileri’nde de aynı hali görüyoruz. Bu devlette de şehzâde mücadeleleri olmakla beràber; II. Kılıç Arslan gayet kötü bir iş yaparak, sağlığında devleti onbir oğlu arasında taksim ediyor. Tokat Meliki olan Süleyman Şah, bunu, binbir zorlukla yeniden topluyor. III. Alâeddin Keykubâd ile en haşmetli devrini yaşayan devlet, biraz sonra Moğolların ahtaclığına, yâni tâbiiyetine düşüyor. İlhanlı Moğol Hükümdarı, Gazân Mahmud Han, Selçuk Hânedânını öldürünce de, Anadolu, tevâif-i mülûk devrine giriyor. Konya’da Karamanoğulları, Kütahya’da Germiyanoğulları, Tire’de Aydınoğulları, Balıkesir’de Karesioğulları, İsparta’da Hamidoğulları, Kastamonu’da Candaroğulları, Muğla’da Menteşoğulları, Denizli’de Lâdikoğulları, Sinop’da Pervâneoğulları, Malatya ve Maraş’ta Dülkadiroğulları. Bunlardan biri de, sonraki asırlarda bir cihân devleti kuran Osmanoğulları, Bunlar küçük, ufak kasaba ve vilâyet devletleri halindedir.
Çin’i, Rusya’yı, Romanya, Polonya, Bulgaristan, Macaristan’ı fethetmiş: İran, Irak, Afganistan ve Anadolu’nun bir kısmını zaptetmiş olan Cengizoğulları Devleti’nde de aynı şey görülmekte. Cengiz ölünce, devleti beş oğlu arasında taksim ediliyor. Cengiz ailesi, toplanan hânedân sûrâsında, yâni kurultay’da, Yasa’yı iyi bildiği için, Tülü’yü Büyük Kaan, yâni Kaan-ül Â’zâm ilân ediyorlar. Fakat bu da yürümüyor. Ve o büyük devlet, önce beșe, sonra da küçük şehir hanlıklarına ayrılıyor.»
«Timuriler için de mes’ele aynı. Aksak namıyla anılan ve pek azâmetli bir fütûhât yapan bu adam da ölünce, devleti parçalanıyor.
«Bütün bunlar gösteriyor ki, koskoca bir dünya ile onda yaşayan milyonlarca insan, bu an’âne ve hukukî kaideye riâyet yüzünden, çok büyük ızdıraplar çekmişlerdir. Bu ızdıraplar asırlarca uzamıştır denilebilir.»
«Osmanlı Devleti de bu vartalardan geçmiştir. Yıldırım’ın Çubukovası mağlubiyetinden sonra, devlet, şehzâde mücadelelerine girmiş; bir fetret devrine düşmüş, Çelebi Sultan Mehmed’in büyük gayretiyle on senede bundan kurtulunmuştur. Onun için bu zâta bâzı tarihlerimiz «bâni-i sânii devlet» (devletin ikinci kurucusu) demişlerdir.»
«Fâtih, bu husustaki meşhur kanununda «devletin ekber evlâda intikal edeceğini», şehzadelerin nizâm-ı âlem ve selâmet-i din-ü devlet için» katledilebileceklerini müş’ir kanunu, o zamanki hukukşinasların reyi ve içtihatları ile ortaya koymuş ve “bu atam ve ecdadım kanunudur, benim dahi kanunumdur, benden neslen ba’de neslin gelenler, mucibince amel ideler.” diye, istikbaldeki Osmanoğullarına dahi emir vermiştir. Bu, aslında çok takdir edilmesi lazım gelen azâmetli bir karardır. Osmanoğlu, bununla milletin rahatı ve huzuru, âlemin nizamı, devletin ve dinin selâmeti için, kendi ailesinden kan fedakârlığı yapıyordu..
«Burda şunu da söyleyeyim ki, bu kanun bulunmakla beraber, her yeni vak’ada müfti-ül enâm’dan bu hususu, tecviz eden yeni fetvalar alınmıştır. Bu kanun, öyle, körükörüne tatbik edilmemiştir. Bu fedakârlığı göze alabilecek bir aile tasavvur dahi edilemez.»
Sonra, kanunu koyan adam, iki çocuk ve sekiz torun sahibi bir babadır. Adamların ne kadar yüksek bir babalık ve insanlık telâkkisi ile meşbû oldukları ise eserleriyle sabittir. Hemen hemen hepsi, çok ince tahassüslü birer şair, teb’alarına rifk-u mülâyemetle hizmet eden birer hükümdardır.»
«Meselâ Osman Gazi, Orhan Gazi, Murad-ı Sânî yaptırdıkları imarette fukaraya kendi elleriyle yemek dağıtırlar; buraların çırağlarını bizzat uyandırırlarmış. Bunlar, halka karşı, nasıl bir hizmet duygusu içinde bulunduklarını gösterir. Ölüm yatağında, Çelebi Sultan Mehmed’e, «Tiz oğlum Murad’a haber verin, bu yataktan ben kalkmazam, millet birbiriyle tokuşur., dedirten şey, bu yüksek devlet şuuru ve millet sevgisi değil midir?
«Kanuni ile oğlu Bayezid Sultan arasındaki manzum mektup ne kadar acıklıdır. Şehzadeler arası bir mücadeleye ve isyana karışan ve İran’a kaçan Bayezid Sultan, babasına:
«Ey serâser âleme Sultan Süleymanım baba;
Tende cânım, cânımın içinde cânânım baba;
Bâyezidına kıyâr mısın benim cânım baba;
Bi-günâhım Hak bilir devletlü sultanım baba.》
«Bunlar babalık duygularının ne derece engin olduğunu da ortaya koyuyor.»
«Aynı Kanunî, etrafına uyan oğlu Mustafa Sultan’ı feda ederken, zâlim mi addedilecektir? Onun cenaze namazını kendisi kıldırıyor; sekiz-on defa, çok fazla ağladığı için namazı bozup, abdest tazeliyor. Yine bilâhare, devlet için fedaya mecbur kaldığı Bayezid Sultan’a, ilk defaki serkeşliği için verdiği nasihat, devlet Şuûrundaki yüksekliği gösteriyor. “Allah, benden sonra senin hükümdar olmanı takdir etmişse, bunu hiç kimse tebdil ve tağyir edemez. Etmemişse, bunu da sen tağyir edemezsin.” Bugün dîn-i İslâm’ın yegâne istinâdgâhı Osmanlılardır. Devletin dâhilindeki bir mücadele Şark ve Garbtaki düşmanlara fırsat verir. Bu ise bir cinâyettir. Ve İslâmiyeti temelinden yıkmakla birdir.» sözleri, çok yüksek olan devlet şuurunu gösteriyor.»
« Kanunî, meşrûîyete son derece ehemmiyet veren, devlet ve millet endişesini her türlü beşerî zaafların üstünde tutan, halkı, dâhilî karışıklığa düşmesin diye, kendini dertlendiren bir hükümdar olarak görünüyor. Hattâ babasının tahtı ele geçirişini dahi devlet nizâmını haleldâr ettiği için doğru görmemiş, bu hususu Yavuz’un musahibi olan Hasan Can’dan sormuştur. Onun için, devlet nizâmına ve kanunlara bağlılık endişesi, her türlü duygunun, hissî temâyülün, hattâ baba șefkâtinin üzerinde bir yer işgal etmiş görünüyor. Hürrem Haseki’nin tesiri filân, fasa fiso sebeplerdendir.»
«Osmanlı hükümdarlarının diğerleri için de, ayni şeyler vâriddir. Meselâ, Yavuz’un ölüm emrini verdiği kardeşi Korkud Sultan’ın son manzum vedânâmesinden ne derece müteessir olduğu, hüngür hüngür ağladığı mâlûmdur. Velhasıl bu davranış ile, Osmanlılar, Türk an’ânesindeki «devletin, hânedânın müşterek malı olduğu» yolundaki“ kaideyi düzeltmiş ve bunu millet ve devlet için en zararsız hale getirmiş addolunmalıdırlar. Osmanlıların devlet telâkkisinde vücuda getirdikleri terkib, bununla da kalmamış; çok daha cihânşumûl bir senteze ulaşmıştır.
Meselâ, “Sultân-ı İklim-i Rûm” Roma İmparatoru demektir. Kahire’deki Abbasî Hilâfet makamı, Yıldırım’ın Niğbolu Zaferi’nden sonra, Osmanlı Sultanlarna, bu ünvânı tevcih etmiştir. Bu ünvân, Fâtih’in İstanbul’u almasından sonra, Ortodoks dünyâsının en büyük ve rûhânî lideri olan «Cihân Patriki» tarafından da tasdik edilmiştir. Böylece, Hıristiyan dünyasının Şark bölümü, onu, «Roma İmparatoru» olarak görmüştür. Vasiliev, Jüstinien’in siyâsî telâkkisinin “cesaropapizm”, yâni “kayserlik ve papalığı tek elde birleştirmek” olduğunu söylüyor. Fâtih’in Roma hamlesi, bu maksada mâtuftur ve Garb hıristiyanlığının mânevî merkezini de siyâsî nüfuzu içine alıp, Avrupa’da bir hegemonya kurmayı hedef tutmaktadır, denilebilir. Hıristiyanlığın «ikili» görüşüne karșı «tevhid»i gaye edinen İslâmî hamle, Yavuz’la istikrar kesbetmiş görünmektedir. Böylece, Müslüman dünyasının maddî ve mânevî liderliği, islâmî akidedeki yerine oturmuş ve Osmanoğulları’nın eline geçmiştir. Artık, Osmanlı Sultanları, hem İslâm âleminin maddî ve mânevî liderliğini, hem Türk Hakanlığını, hem de Roma İmparatorluk tacını ve Ortodoks hâmiliğini deruhte etmiş bulunuyorlardı. Bu, onların vücut vermek istediği çok yüksek terkib hamlesini ve cihânşumul ideallerinin azâmetini göstermektedir. Bunu, o zamana kadar, hattâ bugün bile imkân dâhiline girmemiş büyük bir terkib olarak görmek lâzımdır.(1)””
Bu günkü mantıkla bakıldığı takdirde toplumumuzda kendi tarihimize karşı fazlaca insancıl yaklaşımla durumu değerlendirmek elbette yanlış olur. Düşünelim ki Sultan ölmüş geride devleti idare etmeye talip 4-5 şehzade bırakmış. Bu şehzadelerin her birinin etrafına toplanan Türkmenlerin bir birini kırması belki de on binlerce Türkmen’in ölmesine sebep olmak mı evladır. Hanedan soyundan bir şehzadenin feda edilmesi mi daha evladır.
Devletin parçalanması bir fetret dönemine girilmesi, insanların yarınlarından endişe ile bakması daha mı evladır. Ayrıca çeşitli tarihi konular mevzu edildiğinde her zaman “tarihten ders almak, ders çıkartmak gerekir” denilir. İşte güzel bir örnek. Atalarımız tarihten ders alarak neticede bu yolu bulabilmişlerdir.
Öyle kolay mıdır, devlet için evlatları feda etmek. Biz bu gün devletimiz için bir uyuz kedimizi dahi feda etmeye imtina ederken atalarımızın kendi ailelerinden fedakârlık yapmaları takdir edilecek bir durumdur. Tarihe şöyle bir baktığımızda kurduğumuz büyük devletlerin ömürleri hakkında bilgi edinebiliriz. Bunların için iftiharla anacağımız son devletimiz “Devlet-i Aliyye” yani Osmanlı İmparatorluğudur. Diğer devletlerimiz Osmanlı kadar yaşayamamışlardır.
Tarihte bir tek mucize vardır o da Osmanlı İmparatorluğudur. Oryantalistlerin bakış açıları ile kendi milletimizi ve tarihimizi yargılamak ancak aşağılık kompleksine kapılmış sömürge aydınlarının işidir.
Şimdi bakalım Osmanlı’dan önce kurulan büyük devletlerimizin kaç yıl hüküm sürdüklerine:
“”Büyük Hun İmparatorluğu (M. Ö. 209 – M.Ö 40) ömrü 169 yıl sürmüştür.
Birinci Göktürk devleti (552-744) 192 yıl ömür sürerken
İkinci Göktürk devleti ise (682-745) ancak 63 yıl yaşamıştır.
Selçuklular(1037-1157) 120 yıl,
Harzemşahlar (1077-1231) 154 yıl.
Karahanlılar (840-1212) 372 yıl,
Babür imparatorluğu ise (1526-1858) 332 yıl hüküm süren devletlerdir.
Yani hiçbir Türk devleti Osmanlı kadar uzun ömürlü olmamıştır. Milletimiz sadece bu fedakârlığından dolayı Osmanlı hanedanına şükran borçludur. Biraz tarih bilgisi olanların bile bu fedakârlık karşısında sadece saygı duyması gerekir.””
…
(1) Dündar Taşer, “Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si” Ziya Nur, Kutluğ Yayınları, İstanbul 1974, s:75-76-77-78-79-80-81.