Türk’ün Ruhundaki “Fatih”in Ölümü!..
Şükrü Alnıaçık
Siyaset, bizde eskiden dinden, örften ve hanedan üyelerinin geleneği uygulayabilme kabiliyetinden beslenen monarşik bir tasarruftu. Başkomutanlık ve imamlıkla birlikte, yasama, yürütme ve yargının tek elde toplandığı bu dönemde danışmanlığın ve divanın önem kazanmasının nedeni devlet başkanına yüklenen bu ağır sorumluluktu.
Sultanın yeni vergi kaynakları yaratmak ve mevcudu korumak için daimi “askeri ihtiyaçları” vardı. Bunun yanında halkın isyan, kıtlık ve ülke dışına göç etmekten korunması için sivil taleplerin karşılanması gerekiyordu. Askeri ihtiyaçlarla sivil taleplerin sultan tarafından dengelenmesine de “siyaset” deniliyordu.
Dünyada Fransız İhtilali yle başlayan ulus devlet ve sivil demokrasi sürecinde kraliyet döneminden aktarılan askeri talepler, sivillerin kucağında kaldı. Devlet bir ihtilalle değişebilirdi ancak istihbarat sırlarını ve hariciye angajmanlarını devrim kıvamında değiştiremezdiniz. Böylece her sivilin ve sivil vekillerin ulaşamayacağı, “askeri ihtiyaçlara” itibar eden bir “derin devlet” olgusu ortaya çıktı.
Sivil demokrasinin yeni kralları, krallık döneminden kalan menfaatleri korumak ve tehditleri savuşturmak üzere yer altında ulusal askeri tedbirleri almaya devam ettiler.
Türkiye’de de Teşkilat-ı Mahsusa’dan MAH ve Milli Emniyet üzerinden MİT’e geçiş böyle bir süreçtir. Sivil demokrasi kürsüsünden attığınız inkılapçı nutuklarda Osmanlı Sultanının 1920’lerdeki kusurlarını afişe edebilirdiniz ama 1923’te Trablusgarp’ta kalmış Osmanlı ajanlarını deşifre edemezdiniz.
İnkılâplar, devletlerin ihtiyaç duyduğu istihbarat faaliyetlerinin esasını değiştiremez. Sadece hedefler kısıtlanabilir veya yöntemler yumuşayabilir. Çünkü milli menfaatler baki olduğu sürece “askeri ihtiyaçlar” da süreklidir. Bu nedenle modern ulusal devletler, tüm sivilleşme taleplerine rağmen askeri ihtiyaçları dikkate alan bir siyaset izlemekte karar kıldılar. İnkılâbın bu tarafında bir metamorfozun gerçekleşmesi mümkün değildi.
Cumhuriyete ve demokrasiye geçen bütün modern ülkelerde krallar, milli irade altında anonimleşerek, adeta parça tesirli bombalar gibi sayıca da çoğalmış bir halde yeraltına çekildiler. Kuleli Askeri Lisesi ve Harbiye sureta binlerce “Atatürk” yetiştiriyordu; lakin Atatürk’ün vizyonundaki Musul-Kerkük, Batı Trakya, Kıbrıs, Dış Türkler, Boğazlar, Hatay gibi hedefler Osmanlı Sultanının güçsüzken yitirdiklerinden ibaretti. Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti, saltanattan Ulusal Egemenliğe geçiş sürecinde “askeri ihtiyaçlara memur subaylar” yetiştirirken geçmişte avami sivil talepleri ikinci plana alan padişaha benzeyen “binlerce genç sultan” yetiştirmiş oluyordu.
Padişah saraylarının TBMM’ye bağlı “Milli Saraylar” dairesine bağlanması gibi, askeri ihtiyaçlara dönük sultani stratejinin incelikleri, Genelkurmay başkanlığı üzerinden, “Özel Harp” dairesine bağlandı. (Bugünkü adı Özel Kuvvetler Komutanlığı) Bu dairenin tarihi ve stratejik lojistiği de ihmal edilmedi. Stratejik miras bilinci, ATASE gibi kurumlarla desteklendi. Türk İnkılâbı’na Marksist jargonla bir “üst yapı devrimi” diyeceksek en çok da devletin bu noktasına odaklanmalıyız.
Sadede gelelim. Bir milletin tarihte ciddi bir yenilgi alıp almadığını, teslim olup olmadığını, gücünün ve aklının seviyesini test etmek istiyorsanız yönetildiği rejimine bakmanız gerekir. Bir kabile reisini kral yaparak sömürgelikten çıkan Afrika ve Orta Amerika ülkeleri hariç İngiltere, İspanya, Hollanda, Danimarka, İsveç, Norveç gibi krallıkla yönetilen bütün ülkeler, “istikrarlı bir milli gücün” temsilcileridir. Krallarını giyotine kaptırmış olan milletler ise ya büyük bir savaş kaybetmişler ya da Viktor Hügo’nun anlattığı gibi uzun süre “Sefiller“i oynamışlardır.
Krallarını kaybettikten sonra mazi bilinci olan subaylar yetiştirerek ve mazinin siyasi mirasına sahip çıkarak yaşayan milletler için bir subayla bir bürokratı, bir orgeneralle bir milletvekilini toplayıp ikiye böldüğünüz zaman karşınıza çıkan askeri ihtiyaç.-sivil talep dengesinin adı, batıda “kral” doğuda “padişah“tır.
Bağımsız bir devlette Ulusal Egemenliğin felsefi yansıması, işte böylece “hepimizin kral olması“dır.
Ulusal Bağımsızlık veUlusal Egemenlik ilkeleri, “Milliyetçilik” prensibinin Devletler Hukukundaki veKamu Hukukundaki tezahürleridir.
Amerika’nın yemlediği Sivil Toplum Örgütleri işte bu yüzden “Açık Toplum” lakırdısıyla askerlerle ve “milli askeri ihtiyaçlarımızla” savaşmaktadırlar. Ergenekon ve Silivri hadisesi Türk’ün ruhundaki hükümdara yönelik bir saray baskınıdır aslında…
Başbakana Milliyetçiliği çiğnettirenlerin maksadı, “Türkün ruhundaki sultanı” teslim almak ve yerine midesiyle hemhal olmuş “avamı” yerleştirmektir.
20 Temmuz 1974’te, Kıbrıs Barış Harekâtında hepimiz birer II. Selim’dik. Her Mehmetçik birer Fatih’ti, Yavuz’du, Kanuni’ydi..
Dağlıca baskınında; belki III. Selim gibi yüzümüzden yara almıştık ama bu şehadetler, II. Mahmut olmamıza, II. Abdülhamit olmamıza engel değildi.
21 Mart 2013’te, O nazlı hilalden yoksun Diyarbakır Nevruzunda ne yazık ki artık hepimiz “askeri ihtiyaçlara kayıtsız” birer Vahdettin’iz. Şimdi milli namus sayılan sınırdan katilinin sırıtarak geçişini seyreden her Mehmetçik birer ölüdür, “Malta sürgünü“dür.
İşte her şeyi çok bilen Başbakanın Türk milletini getirdiği yer burasıdır. Milliyetçiliğin ayaklar altına alınması, Milli Bağımsızlığın ABD’ye, Milli Egemenliğin PKK’ya teslim edilmesidir. 29 Mayıs’ta “yevmiyeli çeriler” surlara doğru boşuna seyirtmesin!..
Bu turuncu devrim, Türk’ün ruhundaki Fatih’in öldürülmesidir.