Bölücülüğün Yeni Felsefi Vasıtaları
Şükrü Alnıaçık
Biz Ülkücüler, 12 Eylül darbesine kadar Devrimci veya Kürtçü solun sadece silahlı eylemlerine karşı bir sokak mücadelesi vemedik. Yayınladığımız yüzlerce kitap ve dergiyle hem kendi ideolojik aksiyonumuzu ortaya koyduk; hem de Marksist tezlere karşı felsefi bir mücadele verdik.
Bu yayınların bir kısmı,”Ziya Gökalp, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş” külliyatı gibi teoriye yönelik Türkçü eserlerdi. “Seyit Ahmet Arvasi, Ayhan Tuğcugil” gibi güncel teorisyenlerimiz de bizi Marksist tezler karşısında daha donanımlı kılıyordu. Komünist pratikle savaşan yayınların bir kısmı, “Sovyet Müslümanları, Gulag Takım Adaları” gibi Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaları eleştiren Ant-komünist tercümelerdi. Bir kısmı ise “Korkunç Yıllar, Esir Türk İllerinde Doksan Gün” gibi Turan heyecanını kamçılayan edebi eserlerdi.
Sonra ulusal ve uluslararası çapta iki tarihi olay, Türk Milliyetçilerinin ideolojik çalışmalarını bıçakla keser gibi durdurdu:
-Bunlardan birincisi 12 Eylül Askeri Darbesidir. Darbeden sonra hazırlanan yasak kitap listeleri, toplantı, gösteri, ideolojik yayın yasakları yakılan kitaplar, Lütfü Şehsuvaroğlu’nun “Kafes“i müstesna olmak üzere Ülkücülerin ideolojik ve felsefi kitap telifatını kökünden kesen, işkence destekli idari tasarruflardır.
– İkincisi ise Marksizmin, Kapitalizm karşısındaki mağlubiyeti olarak yorumlanan Sovyetler Birliğinin çökmesi hadisesidir. Batı medyası, utanç duvarının yıkılmasıyla “kader anı” haline gelen bu çözülmeyi, bir NATO-ABD zaferi gibi aktarmakta gayet başarılı olmuştur.
Türki cumuriyetlerin birer birer bağımsızlık kazanması ve “Halk Cephesi” türünden Ülkücü hareketlerin kendiliğinden ortaya çıkması da Türkiye’deki düşünen Ülkücüleri rehavete sürükleyen bir başka etkendir.
Ancak, doğru veya yanlış bir amaç uğrunda, can vermeye ve kan dökmeyedaima hazır olan hastalık derecesinde”inatçı Marksistler“yeni döneme uygun devrimci tezlerle uğraşmaya devam ettiler. Bunlardan biri de 1978’de indiği yer altında Sosyalizmin çözülmesinden sonra kendisine yeni bir yol arayan Abdullah Öcalan’dı. Öcalan, aradığı yeni felsefi kaynağı bulmakta fazla gecikmedi. Ancak bu kaynağın çıkış noktası bu kez Pekin veya Moskova değil, Washington’du.
Rus Yahudisi bir aileden gelen Amerikalı eski anarşist, yeni çevreci Marksist teorisyen Murray Bookchin, tam da Mac Carthy dönemi Amerikasında 1930’lardaki Stalin pratiğini reddeden ilginç bir Komünistti.Daha soğuk savaş devam ederken 1971’de “Toplumsal Ekoloji Enstitüsü“nün kurucuları arasında yer almış, 1982’de “Özgürlüğün Ekolojisi‘ni yazmıştı. Bookchin,artık bir sınıfa karşı Milovan Djilas’ın telif ettiği gibi “Yeni Sınıf” veya despotlara (Çara) karşı tiran (Stalin) yaratan sosyalizm yerine hoyrat kentleşmeyi ve klasik devlet yapısını reddeden yeni bir toplumsal ideolojinin peşine düşmüştü.
Bu gidiş, anarşizmle çevreciliğin, yani kızıl bayrakla yeşil flamanın buluştuğu noktadır. Benim tahminim, Murray’ın “komünizmi, içine yeşillik katarak karıştırıp, cacıklaştırmak” üzere görevlendirilmiş bir CIA ajanı olduğu yönündedir.
1999’dan bu yana elinin altına 960 tane seçme kitap verildiğini öğrendiğimiz Abdullah Öcalan, AKP gibi mızraklı ilmihalden başka kitaplara fazla itibar etmeyen kadrolar tarafından bir kurtarıcı gibi vizyona sokulmuş olmasaydı bu konuları belki yine ciddiye almayacaktık. Ancak PKK’nın sürekli güncelleniyormuş gibi görünen Demokratik Konfederalizm, Dicle Fırat Su Havzaları ekosistemi gibi hedeflerinin aslında bu anarşist kitaplardan mülhem olması bizi de bu konuda daha duyarlı olmaya davet ediyor.
Abdullah Öcalan, Murray Bookcin’den öğrendiği ve Denizlere – Mahirlere adadığı Demokratik Konfederalizm’i 2004 Mayıs ayında Avukatları aracılığıyla örgütün yeni paradigması olarak dikte etmiştir.
Okuyup incelediğimiz kadarıyla orijinal teori, Sosyalizm’in pratikteki başarısızlıklarını unutturmak için uydurulmuş bir kılıftır. Anarşizmin yeşile boyanması olarak kabul edebileceğimiz bu evrim tabanlı devrimciiddiaya göre insan, eko-sistemin organik bir parçasıdır vekentleşmeyle birlikte çevreyi tahrip eden devletin tahakkümünden kurtarılmalıdır. Halk başkente değil, belediyesine yakın olduğu için de demokratik katılım, yerel yönetimlerin yetkileri artırılarak çevre üzerinden sağlanmalıdır.
Öcalan, bu teoriyi, iki yönden PKK hareketi için bir çıkış yolu olarak görmüş ve kurnazca sahiplenmiştir. 2004’teki 40 sayfalık “Demokratik Konfederalizm” broşüründe Öcalan, “Sovyet hegemonyacılığı tutmadı. Çin de öyle…. Burada demokratik konfederalizm ilaç gibidir.“sözleriyle ortaya yeni bir model koymaya çalışıyordu.
Bölücülüğe giydirilmiş bir kılıf olmasının ötesinde ütopik bir hezeyandan öteye gidemeyen bu yeni Kürtçü yaklaşım, Türkiye pratiğinde kolayca makaslanıp çöp sepetine atılabilir. Ancak daha yararlı bir iş yapabiliriz. Bu cadı kazanında “perşembe günü” ne ile karşılaşacağımızı bilmek istiyorsak, önce teorisi ve pratiğiyle”çarşamba“ya odaklanabiliriz.
“Sürece“biraz daha dikkatli bakarsak,1982’de Bookcin’in ortaya attığı, 2004’te çalınmış bu konfederal hezeyanın, “Dicle ve Fırat Akarsu havzalarının Ankara’dan koparılması yolunda” nasıl süslü bir felsefi vasıta olarak kullanıldığını rahatça görebiliriz.