Mehmet Akif’in “okur-yazar denilen eski baş belası”, şeklinde tarif ettiği “yarı aydın tipine mükemmelen uyan; yetersiz ve yeteneksiz, bi de bunların üstüne, ihlassız, her devirde yükselen ideolojilerin kuyruğuna takılan, içinde yaşadığı toplumun milli ve manevi değerlerinden uzak, aklı karıştığı ve kafası bir yere değdiği zaman, içinden çıkamadığı meseleleri halletmek için başka diyarların fikir ve düşünce adamlarının ürettiği sosyal ve ekonomik reçetelerinin aynısını uygularsak kurtulacağını ve aydınlığa çıkacak zanneden,
– büyük bir kısmı ile de içinde gizli din ve kimlik taşıyan ‘devşirme-dönme’ler gibi gizli hesapları bulunan bu “alafranga-piyasa aydın” bozuntularının, ya da diğer adıyla kozmopolitan aydınlarının ezeli ve tedavisi de neredeyse mümkün olmayan hastalıklarından olan sıhhatsiz, içi doldurulmamış kavramlara yaşlanma illetinin binbir türlü örneğinden birisi de “Türkiye’nin mozaik bir ülke” olduğunu ileri sürmeleridir.
Olayların arkasından giden düşünceye sahip bu “havaya-modaya” göre yön değiştiren aydınımsı bu varlıkların dillerinden düşürmediği bir kavram “Türkiye mozaik” din demeleridir.
Öncelikle içi boş, sığ bir kavram, bilahare ise ‘kötü fikirlerin iyi fikirleri kovduğu’ bir kötü fikirler piyasası olan Türkiye’de bu kavramı özellikle birtakım kötü niyetlere hizmet için tedavüle sürülün bir ‘araç kavram’.
Bu kozpolit aydınların ileri sürdüğü Mozaik Ülke kavramı ile anlatılmak istenen nedir? Şunu demek istiyorlar bununla; “Türk milleti diye bir millet yoktur. Çeşitli dil ve din kimliğini ve etnik yapıyı oluşturan halklar vardır (eski kominist devrimcilerin söylediği gibi). Bu halkla, aslında, birbirinden kopuk, aralarında tek belirleyici ortak payda aynı coğrafyayı paylaşmaktır. Hıristiyan Batı emperyalizmin “son haçlı seferimizin senedi” olarak kabul ettikleri Sevr Antlaşması’nın 147’inci maddesinde de aynı şeyler yazılıdır.
İşte Türkiye’yi böylece çoklu dilli, çoklu etnikli, çoklu kültürlü bir mozaikten ibarettir; bu, birincisi. İkincisi buun ardından kendiliğinden gelen ve en az birincisi kadar sığ bir kavram olan “zenginlik” altına konan bir sonuç; buna göre, bu vaziyet aslında bir “zenginlik kaynağı”dır. Ve şimdi de daha kısık bir sesle dile getirilen üçüncüsü, ‘araç kavramı’ derken kastettiğim de bu; madem Türkiye’de Türk milleti diye bir millet yok ve mademki Türkiye’de ‘etnin, mezhep ve din’ farklıların oluşturduğu bir yani “Türkiye Hakları Kolleksiyonu” var, o halde siyasi yapının da bu vaziyete göre yeniden tanzim edilmesinin vakti gelmiştir.
Nasıl olsa Türki diye bir şey yok ve nasıl olsa olanlar da aptal, nasıl olsa Türkiye boş bir arazi ve nasıl olsa Türkiye elden çıkıyor ya; öyleyse haritaya bakan kendine bir yer beğenebilir ve eline cetvel alan kendisinin bir sınır çizebilir.
Öyleyse, yetişin ay Türkiye’nin Hakları; Batının geminin malları burada!
Evvelemirde bir kavram olarak “Mozaik Ülke”, bir kere, tamamıyla alakasız bir saha olan mühendislik ve mimarlıktan aktarılan bir terim olması hesabıyla “mozaik”in bir sosyal bilim kavramına dönüştürülmesindeki riskler aşılamamış bulunmaktadır. İmdi, bir başka alandan kavram aktarırken bu kavramın arka planı ile iyice hesaplaşmaya girişilmez, kavramın yeni referans çerçevesi iyice tanımlanamaz olursa kavram oluşmayacağından dolayı, aktarma kavramın arka planı da olduğu gibi yeni sözde kavramın içine boca edilmiş olur.
Bu itibariyle başka bir alandan kavram aktarmak son derece risklidir, hatta tehlikeli iyice temellendirilmeyecek olursa, hep alındığı alanın anlam çerçevesine atıf yapar. Bu keşmekeşliği, birçok konuda görebiliriz. Kavramların doğuş yeri ve geçirdiği safhaları tam bilmezsek, gelişi güzel onu kullanmaya çalışırsak, bu sefer kavramlar bizimle oynar ve de bazen bizi kaldırdığı gibi yere vurur. Sen benimle nasıl dalga geçiyorsun diye.
Kavramların murad ettiği anlamını bilmezsek, tam aksi anlamında kullanırsak, kavramın boşlukta kalmasına sebep olunur ki işte ‘mozaik ülke’ kavramında da aynı dağınıklığı görmekteyiz.
Şimdi inşaat terminolojisinde mozaik nedir?
Mozaik, birbirleri ile aralarında bağlayıcık özelliği bulunmayan ve bu sebeple kendiliğinden bir arada bir bütün oluşturacak şekilde bulunmaları mümkün olmayan, herbiri diğerinden tamamıyla bağımsız, hatta aykırı elemanların, kendi dışlarındaki başka bir bağlayıcı güç ile bir arada tutulması ile elde edilen bir konstürkisyon olup; bu yüzden, onları bağlayan bu bağlayıcı, hakim, otoriter harici bağ bağ olmadan, bütün bu alakasız, her birisi diğerinden radikal olarak kopuk olan elemanlardan müteşekkil bu “yapının” vücut bulamayacağı gibi, bu bağlayıcı güç ortadan kalktığı takdirde ise darmadağın olur. Mozaik’i asıl olarak ayakta tutan, O’nu bir varlık olarak ortaya çıkaran ve bir bütünlük sağlayan şey, O’nu bir varlık olarak ortaya çıkaran ve bir bütünlük sağlayan şey, O’nu oluşturan ‘parçalar’ değil, onları birbirine bağlayan ‘bağdır’ ki bu da “çimento” ve varsa “deri”dir.
Sözde bir sosyal bilim kavramı olarak ortaya atılan ve senelerdir piyasada tedavülde tutulan bu sahte ve bulanık terim iyice tanımlanmadığı için, her sağlıksız kavram gibi bu da arka planına bağlı kalmak zorundadır. Ve bu takdirde düşünülen mana da açıkça şu olmak durumundadır:
Türkiye şayet bir “halklar kolleksiyonu”dan oluşmuş bir mozaik ise, O’nu bir bütün olarak ayakta tutan, birliğini ve bütünlüğünü sağlayan asıl güç kaynağı, bu sözde halkların kendileri değil, “onların dışında” bir başka güç kaynağı olan “Türklerdir”.
Yani, aslında “mozaikçi sahte aydınlar”ın varmak istediği amaç, kendi beyinlerinde patlaşacak olan tam bir ‘bumeranga’ dönüşür: Türkiye’nin bir ‘mozaik ülke’ olduğunu ileri sürenler, bu “mozaik”in, işbu “sözde halkların” iradelerinin değil. Bu ülkenin “Türklerin Ülkesi” olmasının ve de Müslüman Türk milletinin güçlü iradesinin bir sonucu olduğunu kafalarına sokmak zorundadır.
Tarih bununla ilgili pek çok örnekle doludur. Türk milletinin yönettiği çeşitli coğrafyadaki çeşitli din, ırk ve dinlere mensup insanları bir arada, tutarak adaletli bir idareyle nasıl yönettiğini ve nasıl bu farklı toplulukları bir arada tutan “harç” görevini yaptığım bir örnekle de göstermek istiyorum ki maksad hasıl olsun;
Üniversitede iken – 1960’larda zaman zaman kendisiyle sohbet etme imkanı bulduğum rahmetli tarihçi Cemal Kutay’ın “Hürriyet ve İstiklal Mücadeleleri Tarihi”nin 7’inci cildinde naklettiği bir olay var; 1835’de Osmanlı’nın çekildiği Rumeli – Balkan toprakların gören Alman generali Moltke ki, o tarihlerde askeri müşavir olarak yzb. iken hatıran’da şunları anlatıyordu:
“Bu verimli topraklarda ne şehirler, ne kasabalar, ne şatolar, ne değirmenler, hatta ne de sabit köyler kalmıştı. Göz alabildiğine uzanan ovalar bomboştu.(…) Ahali perişan ve dağlardaydı. Bütün halk, kıyafeti düzgün bir kimseye rastladıkları zaman hürmetle eğiliyorlardı. Kulübelerde eşya ve erzak görmedim.(…) Kadınlar, eğer iki kat çamaşırları varsa, mevsimine bakmadan üst üste giyiyorlardı. Hepsinde derin bir korku, ruhlarına kadar işlemiş bir güvensizlik duygusu vardı. Az konuşuyorlar, sadece soruldukça cevap veriyorlardı.”
Beni cidden meraklandıran gördüklerimin iç yüzünü, nihayet, yaşı yüze yaklaşmış, fakat hafızası yerinde bir ihtiyardan dinledim.(…) Eliyle, bomboş ve hayli verimli ovayı işaret ederek dedi ki:
“-İşte buralarda kum gibi insan kaynardı. Tarlalar bol mahsul verirdi. İnsanlar neşeli ve emniyette idiler. Kimse kimseden korkmazdı. Herkes dilediği gibi yaşardı. Hakka saygı, emeğe hürmet vardı. Ne zalim, ne mazlum yoktu. Ne vakit ki, Türkler buralardan gittiler yerlerine Ruslar geldi, sana anlattıklarım Türk’ün ardından yola çıktı, onunla beraber bilmediğim diyorlara göç etti.”
Moltke bu tabloyu şu cümlelerle tamamlar:
“-Bütün Balkanlarda aynı gerçeği gördüm; Türk’le beraber, huzur ve güven, hürriyette gitmiş. Mağrur ve fatih bir milletin, kendisine ram olmuş insan topluluklarına hayvan değil, insan muamelesi yapma sanatın, külfetleri kendi milletine yükleyip, nimetlerini gayri-Türk unsurlara bıraktığı hakikatini hayretle görmek isteyenler, Balkanların dışarıdan tahrikler olmadığı asırlardaki Türk idaresini hatırlayabilirler.”
“Ah şu Türk’ten bir kurtulsak” diyen kendini bilmez zavallılar demek ki Türk, kıymeti ancak kaybedilince fark edilen, “külfeti kendi milletine yükleyip, nimeti gayri Türk unsurlara bırakan” şerefli bir milletmiş…
Evet, tarihleri boyunca binbir türden kavmi, halkı, ırkı, dili, dini adalet üzere idare etmiş. Arz üzerinde büyük devletler kurabilmiş pek nadir birkaç milletten biri olan Biz Türkler için, ülkemizde kendisini Türk kabul etmeyen vatandaşlarımız ne bir korku kaynağıdır ve ne de telaş; Ve kezaluk, Türkler’in adını verdiği ve Haçlı Seferleri’nden beri “Türkiye” olarak tanınmış bu ülkenin bütün vatandaşları, hukuken yekdiğerine tamamen eşittir ve hiçbir kimsenin bir diğerine herhangi bir üstünlüğü de söz konusu değildir.
Ancak; Türkiye bir mozaik ülke değil; Türkiye, Türkler’in kanlarıyla canlarıyla tarih boyunca suladıkları; mukaddeşleştirdikleri bu vatan Türkler’in ülkesidir: Ve dahi, eğer ki “mozaik” sözünü illa da kullanılmak isteniyorsa, bizde o zaman şöyle deriz; Türkiye ancak, demiri, çimentosu, kumu, yani ‘omurgası’ Türkler olan bir “demirli beton mozaikülke”dir.
Türkiye’de herkes yekdiğerine eşittir ve hemde öyle olması gerekir – ama şimdi yine Müslüman Türkler ikinci sınıf vatandaş gibi görülmeye başlanmıştır – Ancak, vatan toprakları – devlet, “bilmem kaç hisseli ihtilaflı bir mülk” haline getirilirse o zaman; seyr eyle gümbürtüyü!