KAHRAMAN
ÎMAN VE GÖNÜL ADAMI
AHMET ER
VE MİLLİYETÇİ İKİ İSLÂM ÂLİMİ
Ahmet B.KARABACAK
1963 yılı içinde idi. O günkü milliyetçi gençliğin toplandığı ve sonraki yıllarda milletvekilliği yaparak büyük hizmetler gören Rasim Cinisli’nın başkanı olduğu Millî Türk Talebe Birliği salonunda Ahmet Er isimli bir emekli subayın konferans vereceği duyurulmuştu.
1960’ın 27 Mayıs’ında bir hükümet darbesini gerçekleştiren subaylardan 14 kişilik bir gurup, ikinci bir darbe ile sözde kader birliği yaptıkları arkadaşları tarafından iki yıllığına yurt dışına sürülmüştü. Sürülenlerin başında milliyetçilerin yakından tanıdığı Alparslan Türkeş de vardı. Milliyetçiler, Türkeş bu grubun içinde olunca diğer kişileri de onunla aynı fikirde kabul etmiş, verdikleri konferanslara, seminerlere, toplantılara kalabalıklar halinde katılmağa başlamışlardı…
Ahmet Er bu 14 kişinin içinde, Numan Esin ile beraber en genç subaydı. M.T.T.B.’deki konferansına bizler de kalabalık olarak katıldık. Heyecanlı, inanarak konuşan, dinleyenleri söylediklerine inandırabilen bir kişilikti. O gün Mevlana ve Yunus Emre ağırlıklı, kardeşliği ve sevgiyi ön plâna alan bir konuşma yaptı. Bir yıl sonra Türkeş, bu 14 kişinin 10’u ile beraber, adı olan, fakat siyasi varlığı yok gibi bir durumdaki Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne girdi. O sırada biz de o günün gençliği olarak bu harekete katıldık. Ahmet Er ile tanışmamız ve yakınlaşmamız o yıllarda oldu. Biz onu sevdik, zannediyorum vefatına kadar irtibatımız devam ettiğine göre o da bizi sevdi. İstanbul’a geldiği zaman benim yayınevine veya ofisimize gelir, hayatını ve kendisine çok tesir eden, belki de dünya görüşünü şekillendiren sürgün yeri Libya’yı anlatırdı. “Çölde, ay ışığı altında, kimsesiz, sessiz bir yerde Allah’ın rahmetini düşünmek..” diye başlardı… Öyle yerler insanın imanını kuvvetlendiriyor, derdi. Yunus Emre, Mevlâna dilinden düşmez, onlardan şiirler okurdu. Ahmet Er yazar ve şairdi. Göçmen diye bir piyes yazdı. Ülkücü gençler, zannediyorum onu sahneledi. Sonraları başka kitapları oldu. En son düzenlenmesi ve baskısıyla ilgilenmem için, onun için pek önemli olan, Alevilerle Sünnilerin dinî açıdan bir farklarının olmadığını anlatan; “ne Sünnidir, ne Alevidir halim… Dinim İslâm, Kur’an ve Sünnettir yolum” adlı kitabının basılmasıyla ilgilendim. Küçük ebattaki bu kitap ücretsiz olarak pek çok yere gönderildi ve dağıtıldı…
Ahmet Er, Akhisar’ın Sünnetçiler köyünde bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak doğmuş. Sünnetçiler köyü halkı Oğuz boyunun Türkmen-Alevilerden oluşuyormuş. Türkiye’ye dönünce parti çalışmaları dışında köyü ile de ilgilenmeğe başladı. Köyde galiba yeterli cami yokmuş. Oraya bir cami yaptırdı ve diyanetten bir imam tahsis ettirdi. Kendisi anlatıyor: ”Cami yapıldı, fakat millet gitmiyor. Neden gitmiyorsunuz, diye sordum. Biz aleviyiz, imam Sünni, onun için, dediler. Hadi bakalım, dedim. İmamlığı ben yapacağım, ben sizdenim. Bahane bitince millet yavaş yavaş camiyi doldurdu. Şimdi köyde çoğunluk namaz kılıyor.”
Bilindiği gibi Türkiye’nin iki büyük meselesi var: Birisi Kürtçülük, diğeri Alevi-Sünni ayırımcılığı. Ahmet Er hemen bütün vaktini, Türkiye’yi, bilhassa Sünni bir İslâm âlimi olan Abdülkadir Sezgin’le gezmiş ve araştırmalar yapmıştır…
***
Abdülkadir Sezgin’i okuduğu, sonraları adı İlâhiyat Fakültesi olarak değiştirilen İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde öğrenci olduğu yıllardan tanıyorum. Çok cepheli, Türk milletine âşık biridir. Araştırmacı, Türk halk edebiyatını iyi bilir, şiirler yazar. Gençlik yıllarında gençlerin kurduğu bir tiyatroda Abdülhamit rolünü, daha sonra benim tavsiye ettiğim bir başka piyeste başrol oyuncusu olarak oynamıştı. Okulu bitirince Diyanet İşleri Başkanlığında göreve başladı ve yıllarca başmüfettiş olarak çalıştı ve oradan emekli oldu.
Sezgin’i ben iş hayatı dışında, gene mesleğiyle ilgili, fakat bağımsız ve serbest düşünce ile yaptığı çalışmayla değerlendiriyorum. Yukarıda belirttim; Türkiye’de kardeş kavgası çıkarmak isteyenlerin kaşıdıkları konulardan biri Alevi-Sünni sürtüşmesidir. Bunu yok kabul etmek, yok olması demek değildir. Bu bir gerçektir. Arapların asırlar önceki siyasi kavgası, bütün İslâm coğrafyasında olduğu gibi, bize de taşınmıştır. Abdülkadir Sezgin, gençliğinden beri bu konuda araştırmalar yaptı. Yazdığı “Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik” adlı kitapla, bizdeki Aleviliğin, diğer İslâm ülkelerindekilerle aynı olmadığını, zaten Alevi kelimesinin yanlış, sonradan uydurma bir şey olduğunu, bizdeki Aleviliğin büyük İslâm âlimi Ahmet Yesevî çizgisindeki iki akımdan biri olduğunu (Diğeri Nakşibendilik) araştırmalarla ve örneklerle göstermeğe çalıştı. Bunda ne kadar başarı kazandı, bunu benim değerlendirmem mümkün değil. Onun, uzun bir makalesindeki şu hükme katılıyorum: Diyor ki; “Ülkemizde mezhep kavgası hiç olmadı, bundan sonra da olmaz.” Bu doğru bir hükümdür. Tarihteki olaylara bakınca sürtüşmelerin, kavgaların siyasî ya da dışarıdan milletimizi zayıflatmak isteyenlerin tahrikleri olduğu açık olarak görülür. Sezgin, söz konusu makalesinde şöyle diyor: “İslâm mezhepleri arasında Kur’an’ın metni ve Kur’an’da var olan temel konularda HER HANGİ BİR İHTİLÂFTAN BAHSEDİLEMEZ.” Farklılıkların içtihatlardan meydana geldiğini, bu içtihatların dinin ana konuları dışında kalan konularla ilgili olduklarını, belirtiyor. Türkiye’de yanlış olarak Alevi denen kişilerin, Ahmet Yesevî çizgisindeki bir Türk müçtehidi olan Hacı Bektaş Veli’nin kurduğu, Türk kültürünün ve hatta şamanlıktan günümüze kadar gelen yansımaları bünyesinde bulunduran, İslâm’a aykırılık barındırmayan Bektaşiliğe bağlı olduklarını Sezgin’in kitabından, çok önemli ve uzun makalesinden anlıyoruz…
Son dönemde okuduğum bir başka Türk Milliyetçisi âliminin, Dr. A.Yılmaz Soyyer’in, bu yazının konusunu içine alan dört kitabından kısaca bahsetmek ihtiyacını duydum. “Şu Bizim Bektaşiler, Mevlevi, Semah Aşka Doğrudur, Çerağlar Uyanırken” başlıklı bu kitaplar okuyanların ufuklarını açan, yanlışlarını düzelten, derin Türk kültürünü öğreten eserlerdir. “Şu Bizim Bektaşiler” uzun ve zahmetli bir çalışmanın ilmi ürünü. İhmal edilmeden önemli pek çok kaynağa girilmiş. Mezar taşları okunmuş, Türkmen köylerine gidilerek incelemeler yapılmış ve çok önemli bir kitap ortaya çıkmış. “Mevlevi, Semah Aşka Doğrudur, Çerağlar Uyanırken” kitapları birer roman. Bu romanlar, Türk kültürünün bir parçası olan Bektaşilik ve Mevleviliği roman tarzında anlatan, öğreten ilmî eserler. Bu iki Milliyetçi İslâm âlimi, Molla Kasım’ların yaygarasına kulak vermeden, çalışmalarıyla hizmet etmişler ve ediyorlar…
***
Ahmet Er, Türkeş’le beraber partiye girdi ama, pek başarılı bir siyasetçi olamadı. Onun ayrı bir dünyası vardı. Yazılar yazar, konferanslar verirdi. Elbette partinin her büyük kongresinde Genel İdare kuruluna alınır, ismi orada durur, kendisi ise Türkiye’yi ve Türk Dünyasını harmanlardı. En büyük sıkıntılarının başında, Oğuz boyunun en temizlerinden olan Anadolu Bektaşilerinin kendilerini, gene aynı soydan gelen Sünnilerden uzak hissetmeleri idi. Bunun yanlışlığının mücadelesini bir ömür boyu yaptı.
1980 hükümet darbesi olunca pek çok partili-partisiz milliyetçi ile cezaevine atıldı. Parti kapatılmış, Türkeş serbest kalınca, cezaevinde iken kurdurduğu Milliyetçi Çalışma Partisi’nin başına geçmişti. Seçim oldu, bu parti Erbakan’ın partisi ile beraber katıldığı seçimde 19 milletvekili kazandı. Ahmet Er partiye girmemiş, elbette aday da olmamıştı. Duyuyordum; partide eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı olan merhum Muhsin Yazıcıoğlu ve bazı arkadaşları, Türkeş’in tercihi ile milletvekili olmalarına rağmen ayrı bir oluşum için çalışıyorlarmış… O karanlık günlerden sonra açtığım işyerine bir gün 3-4 kişi geldi. Bunlar Tuğrul Türkeş ile tekstil işine girmişler, başaramamışlar, Tuğrul bunlara senet vermiş, ödeyememiş… Benim aracı olup, olamayacağımı soruyorlardı. Onlara Tuğrul’u yakından tanımadığımı, aracı olmamın mümkün olmadığını anlattın. Gelen bu genç insanlar, eski ülkücü çocuklardı. Sık sık yanıma geliyor sohbet ediyorduk. Bir süre sonra bunlar açıldılar; kendileri Muhsin Yazıcıoğlu ile bir başka parti kurma teşebbüsü içinde imişler. Onlara bunun yanlış olacağını, böyle bir hareketin bizim muarızlarımızı sevindireceğini, gençlerimizi böleceğini, böyle bir partinin güdük kalacağını anlatmağa çalıştım. Konuşmalarından benim de o hareketin içinde olmamı istedikleri anlaşılıyordu. “Başaramazsınız” dedim. Onlar, Türkeş’in başında olduğu Milliyetçi Çalışma Partisi’nin il ve ilçe başkanlarıyla konuştuklarını, büyük çoğunluğunun kendilerini desteklediklerini, söylediler. O konuşmalara daha da çok üzüldüm. Alparslan Türkeş’in sıfırdan alıp, tırnaklarıyla kazıyarak geliştirdiği, milliyetçileri bir araya getirdiği Türkiye’nin en etkili hareketini yıkmağa çalışmalarını elbette onaylamam imkânsızdı. Kendilerine bunu söyleyip, bu teşebbüsten vazgeçmelerini tavsiye ettim. Bunlar yanımdan ayrıldıktan bir hafta kadar sonra Ankara’dan telefon ettiler. Sözde Türkeş’e bağlı gençler, Muhsin’in kontrolünde olan bir derginin idare yerini basarak, tahrip etmişler… Hadiseler hızla gelişti, Muhsin Yazıcıoğlu beş arkadaşı ile ayrılıp bilinen partiyi kurdu… Aradan bir zaman geçti, Niksar’lı, Muhsin ile cezaevinde yatmış, beni sık sık arayan, evime gelen Atalay Karahan adlı genç, doğulu eski bir ilçe başkanı ile geldi. Bana, Muhsin’in bizim eve gelmek, görüşmek istediğini söyledi. Kendisine, hareketlerini onaylamadığımı, gelirse kırabileceğimi söyledim… Gene bir gün, çok sevdiğim, ilmine ve şahsına saygı duyduğum Prof. Yümni Sezen telefon etti. İstanbul’da Muhsin’in konuşması varmış. Yanımda Ahmet Er de var, gel dinleyelim, dedi. Özür dileyerek reddettim. Ahmet Er’in o toplantıda olmasına da canım sıkıldı. Bir süre sonra da Ahmet Er o partiye kaydını yaptırdı.
Benim, gerçekleşmesi zor olacağına inandığım, ama teşebbüs edilmesi zarar vermeyecek bir düşüncem vardı. Türkeş, Ahmet Er ve beni sever ve inanırdı. Önce onunla, sonra da Muhsin Yazıcıoğlu ile konuşup bu yapay ayrılığı sonlandırmak, ayrılanları birleştirmek istiyordum. Ahmet Er’in partiye girmesi benim düşüncemin olamayacağını gösterdi. O olaydan epey sonra evime bazı partili misafirler geldi. Sohbet ederken bunlardan birinin telefonu çaldı. Arayan Muhsin’miş ve benimle görüşmek istiyormuş. Önceden ayarlanmış bir hareket olduğunu anladım. Telefonda bana, buluşmamızı ve konuşmamızı teklif etti. Ona “Ahmet Er’i neden partiye kaydettin” dedim. Çünkü o hareket benim düşündüğüm birleştirme fikrini kökten yok etmişti. Verdiği cevap yapılan hareketten çok daha vahim idi: Bana, “O zaman bize lâzımdı” dedi. Beni davet etmelerinin sebebini de farkında olmadan söylemiş oldu. Zaten konuşmamız da o anda sonlandı.
Bir gün Ahmet Er, hanımı ile bizim ofise geldi. Hanımı abdestli imiş, namaz kılmak için arka odaya geçti. Partiye kaydolma konusunu açmak istedim. Pek konuşmak istemedi, ama ben olayı biliyordum. Kendisi 1980 hükümet darbesi ile kapatılan Milliyetçi Hareket Partisinin Genel İdare kurulunda gençlikle ilgili Genel Başkan Yardımcısı idi. Tevkif edilip mahkemeye verilince, avukatlar, onunla ilgili olmayan pek çok iddiayı yüklenmesini istemişler. O, haberi olmayan hadiseleri reddetmiş. Ben, bundan Türkeş’in haberinin olduğunu zannetmiyorum. Çünkü avukatlar bana da aynı teklifi yapmışlar, ben de reddetmiştim. Ama Ahmet Er aynı kanaatte değildi ve kırgındı.
Bana, bu konuları konuşmak istemiyorum, dedi. Onun asıl dünyası başka idi ve biz onun asıl meselesini, Alevi-Sünni meselesini uzun uzun konuştuk…
Ahmet Er geçek bir îman adamı, gerçek bir mücadeleci, gerçek bir kahraman idi. Milliyetçiler içinde inanarak ağabey denilecek seçkin bir büyüğümüzdü.
Nur içinde yat sevgili ağabeyim…