BAŞBUĞ’UN SADIK BOZKURTLARI
Halim KAYA
Murat Yalçın’ın yazmış olduğu “Başbuğun Sadık Bozkurtları” adlı kitabın varlığından tanıtımını yapan sosyal medyadan arkadaşım Bünyamin Aksungur’un sayfasındaki paylaşımından dolayı haberdar oldum. Önce Bünyamin Aksungur Bey’e mesaj atım “Kitabı nasıl temin edebiliriz” diye sordum. Cevap alamayınca devamlı kitap aldığım ilimizdeki Endülüs Kitapevine sipariş verdim. Yaklaşık bir hafta sonra kitabın gelip gelmediğini sorduğum Endülüs Kitapevi yetkilisi kitabın dağıtıma verilmediğini söyledi. Bünyamin Aksungura tekrar ancak bu sefer MSN’den mesaj atıp kitabı nasıl temin edebileceğimi sordum. Bünyamin Aksungur kitabın yazarı olan Murat Yalçının cep telefonu numarasını gönderdi. Bu numara üzerinden Murat Yalçın ile temasa geçerek kitaptan ücreti mukabilinde adıma imzalı bir adet gönderip gönderemeyeceğini sordum. Murat Yalçın kargonun çok pahalı olduğunu, kitaptan maliyeti de dâhil bütün elde edilen gelirin Ahde Vefa Derneğine verildiğini, kendisinin hiçbir şey kazanmayı düşünmediğini söyledi. Ben, kitabın ücretli olmasının fark etmeyeceğini, ülkücü hatıratlar okumak gibi bir alışkanlığımın olduğunu ve okuduğum kitaplara da birer değerlendirme yazısı yazdığımı söyledim. O zaman Murat Yalçın kendisinin edebiyatçı olmadığını ancak Ülkücü Hareketin o zamanın yazılması, yeni nesillere aktarılması gerektiğini düşündüğü için yazdığını ifade etti. Bende hatıratların yazılmasının öneminden bahsederek İzmir’de Ülkücü Hareket içinde yaşadıklarıyla ilgili “İstikbal Yürüyüşü” adlı bir hatırat yazan İlhan C. Köymen’i tanıyıp tanımadığını sordum. Tanıdığını “İlhan ağabeyi tanımam mı?” diye ifade ettikten sonra İlhan Köymen’in yazdığı hatıratta Ülkü Ocakları Başkanı olan ve o günden beri kimseyle temas kurmadığını İlhan Köymen’den öğrendiğim kişi sordum. İlhan Köymen ile telefonda geçen mevzuyu anlattım ve Murat Yalçın benim kanaatimi tasdik eder mahiyette onaylayarak o kişinin polis olduğunu ifade etti.
Bu konuşmalardan sonra Murat Yalçın’ın adıma imzalayarak kargo ile gönderdiği “Başbuğun Sadık Bozkurtları” adlı kitabı elime ulaştı ve okuma sırasını bekleyen kitaplar arasından öncelikleyerek okumaya başladım. Kitap bütün hakları Murat yalçın’a ait olarak yazarı tarafından bastırılmış ve yukarıda arz ettiğim gibi sadece yazarından temin edilebilmektedir. Kitap, Haziran 2022 tarihinde dört yüz otuz sekiz sayfa olarak EYS Basım Yayımın İzmir’deki matbaasındasın da basılmıştır.
Hatıratların takvim tarihlerini esas alan gün, ay, yıl ve yer bildirilerek yazılan ve roman gibi takvim tarihleri pek kullanılmayıp ay ve daha çokta mevsim gibi kavramlarla tarihlendirilerek olayların anlatıldığı tarzları mevcuttur. Murat Yalçın hatıratını yazarken he olaya bir başlık kullanmış ancak olayları gün, ay, yıl ve yerlerine fazla dikkat etmeden bir anlatım tercih etmiştir.
Murat Yalçın “Başbuğun Sadık Bozkurtları” adlı kitabını önsöz olarak yazdığı sekiz buçuk satırlık yazıda “Ülkücü şehitlerin, gazilerin, ülkücü mahkûmların, memleketinden sürülenlerin, aileleri dağıtılanların, işlerinden atılanların ama her şeye rağmen ülkücü kalanlarıdır.” (S:5) diyerek davsı uğruna çile çekenlere adıyor. Sahi bir dava uğruna bu kadar farklı sayıda çok grup çile çeker mi demeyin Ülkücüler yukarıdaki cümlede geçen adlandırmalardaki mağduriyetlerin hepsini hem de defalarca çektiler. Hatta 12 Eylülden önce ülkücü olup da bu mağduriyetlerden birini yaşamayan bir ülkücü, bir ülkücü ailesi yoktur.
Murat Yalçın dünya standartlarında eğitim öğretim yaptığını (S:7) söylediği Edirne Öğretmen Okulu bitirip İzmir’e döndükten sonra gidip geleceği ve verilen seminer ve yapılan konferans gibi çeşitli faaliyetlerle kendini yetiştireceği bir Ülkü Ocağı arar iken Ablası “aşağı sokağa ülkü ocağı açılmış diyerek” İzmir Hatay Ülkü Ocağının 234. Sokakta (S:10) açıldığının müjdesini ona veriyor. Murat Yalçın Ülkü Ocağına gitmek için günün üçte ikisini tıraş olmak, ilk konuşmasının nasıl yapacağının hazırlıklarıyla ve takım elbise giyip hazırlanmakla geçiriyor.
Ülkü Ocakları adına İzmir’in çeşitli yerlerinde gruplara ayrılarak afişleme yapmak için resmi kanallardan gerekli izinleri aldıkları halde bir araçtan silah ile havaya ateş ediliyor, Ülkü Ocakları Başkanının ve grup başkanının her türlü kışkırtmalardan uzak duracağız, cevap vermeyeceğiz ikazına rağmen gruptan birisinin boyayı arabaya dökmesiyle birlikte hemen ortaya çıkan, gruptan daha kalabalık bir polis ekibi tarafından gözaltına alınarak karakola götürülüp olay yerinde daha sonra yapılan aramada da dinamit ve bıçaklar bulunduğu için mahkemeye çıkarılmışlar, ancak suç aletlerinin kendileriyle ilgisi olmadıkları için serbest bırakılmışlardır. (S:12) Arabayla gelip havaya silahla ateş eden, polis oldukları da anlaşılan kişi ve arkadaşının ise tutanaklarda esamisi bile okunmuyor. Hiçbir şekilde kayda alınmamışlar. Bir düşünün resmi makamlardan izin alınmış bir iş için insan hiç suç unsuru olacak işlere tevessül eder mi? Bu ancak grubun kendisini ihbar olur. Sonra devletin polisi neden izin verilmiş bir işi provoke eder, neden tembihli oldukları halde biri kişi bu tembihi tutmaz ve olaya müdahil olur. Bunların hepsi sonucu tahmin edilen ama çözülemeyen muammadır. Ya da bu gibi haller kitlelerin maruz kalacağı önlemez, tahmin dahi edilemez vukuatlar olarak anılacak, var olacaktır. Ülkücülerin ceza aldığı olayların üçte ikisinin müsebbipleri polis provokasyonları ile ülkücü geçinen kanun kural tanımaz işbirlikçi maceraperest ajanların sebep olduklarıdır. Diğer üçte bir de nefsi müdafaa zorunda kalınan olaylardır.
Hatay Ülkü Ocakları faaliyete başlamış herkes elinden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışırken Murat Yalçın’ın önerisiyle kahvehanelerde toplanan liseli ülkücüler Hatay Ülkü Ocağı salonunda toplanmış, ilk toplantıda da Ankaralı bir ülkücü olan Mehmet Miman görev istemiş arkasından da Ülkü Ocaklarının kuruluş günlerinden beri düstur olduğu anlaşılan “Görev istenmez verilir” ilkesini hatırlamış olacak ki “Yaptığımın adaba aykırı olduğunu zannetmiyorum, yine de yanlış anlaşılmak istemem.” (S:23) diyerek hüsnüniyetli olduğunu izhar eder. Mehmet Miman, Murat Yalçın’ın ifadesine göre küçük büyük, iyi ya da kötü demeden Ülkü Ocaklarının işlerini severek yapan birisidir. Ülkücü vazifeye atılmak için kim var dememeli hemen vazifeyi yapmaya başlamalıdır. Türk Tarihinde bunun çok örnekleri vardır. En yakın zamanlarda Mustafa Kemal Atatürk’ün 25 Nisan 2015 tarihinde Çanakkale Savaşında askerine “Ben size taarruzu emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimizi başka kuvvetler ve başka komutanlar alabilir” sözleri en anlamlı örnektir. Ben de Bursa Ülkü Ocaklarında görev yaptığım zamanlarda buna dikkat ettim. Kendimin yapmayacağı hiçbir işi başkasından istemedim. Oturduğumuz apartmanın sorumlusu olduğum zamanlarda önce tuvalet ve merdivenleri kendim yıkadım sonra diğer arkadaşlara sırayla ve belli aralıklarla yıkamalarını söyledim, emniyetten bir izin falan alınacak olduğu zaman kendim gittim. Giderken yanımda da birini götürdüm ki hem yapmayacağım bir işi onlardan istemediğimi, hem de onları tehlikeye atacak bir iş yapmadığımızı görsün, öğrensin ve bilsin istedim.
Murat Yalçın Ülkü Ocağında vermiş olduğu ilk seminer de teşkilat ve teşkilatçılığı anlatır. Adaletsiz ve demokratikleşmemiş teşkilatın diktatörlüğü getireceğini, ancak demokratikleşmiş teşkilatçılığında her kafadan bir ses çıkması anlamına gelmediğini, aksi halde Marksist sol gibi fraksiyonlara bölüneceğimizi, lider-teşkilat-doktrin prensiplerine uygun davranmamız gerekliliğini, Dündar Taşer’in “Liderimin yanlışı, benim doğrumdan daha doğrudur” (S:25) diyerek teşkilatçılıkta birliğin berberliğin önemine vurgu yapmıştır. Murat Yalçın sanki günümüzü o günlerden görmüş ya da o günlerde anlatınlar bu günlere pek de etki etmemiş, ülkücü olduklarını söyleyenlerin bir kulağından girmiş öteki kulağından çıkmıştır. Hadisi şerifi şöyle anladığını “Bir elime güneşi, bir elime ay’ı verseniz, liderimden, doktrinimden, teşkilatımdan vazgeçmem.” Ve akabinde de açıklamasını da “Lider Alparslan Türkeş, doktrin Dokuz Işık ve teşkilat da Ülkü Ocaklarıdır” (S:26) şeklinde yapar. Semineri n sonuna doğru Ülkücülerin kendi istekleri ve ihtiyarlarıyla bile isteye ülkücü olduklarını, kimsenin onlara ülkücü olmayı dayatmadığını, dolayısıyla da Ülkü Ocaklarının, teşkilatın kurallarına uymak zorunda olduklarını da ifade etmiştir.
“Derneğimizin faaliyetlerini sürdürebilmek için kira bedelini ödememiz gerekiyordu. (…) Hastanelere gidip kanlarımızın karşılığı aldığımız paralarla kira borcumuzu ödedik” (S:31) Ülkücü gençlerin kendi kanlarını bağışlayıp karşılığında aldıkları para ile derneklerinin kirasını ödemeleri de gösteriyor ki bu gençler tam milli ve dışarıdan hiçbir güç bunlara yardım yapmıyor. Tamamen kendi imkânlarıyla varlıklarını idame ettiriyorlar.
İlhan C. Köymen’in yazdığı “İstikbal Yürüyüşü” adlı hatıratında yazdığı Fen Fakültesi baskını ve İzmir’den Ankara’ya gerçekleştirilen ‘İstikbal Yürüyüşü” adı verilen yürüyüş olayını Murat Yalçın’da yazmış ancak bu eylem kararını alanları “Yaralarımız çok ağırdı. Hiçbir karşı güç bize yapılan bu ihanet kadar zarar vermedi, veremezdi” (S:77) diyerek suçluyor. İlhan C. Köymen ve Murat Yalçın’ın yazdıklarındaki ortak nokta o zamanın yöneticisi bir daha Ülkücülerin bulunduğu hiçbir ortamda görülmemiş ve bu kararı almakta kendisine destek olan kişi de komünistlerin tarafına geçerek onların forumlarını yönetir (S:77) olmuştur. Yöneticinin polis olduğu yönünde her iki yazar ile de telefon konuşmalarımız olmuştur. Maalesef kitle halinde büyümeler de insanları kontrol etmek pek mümkün olmuyor. Her katılanın yetişip yetişmediğini, samimi bir inancı besleyip beslemediği anlaşılamıyor. 250 kişi devletin görevlilerinin organizasyonuyla, kurduğu pusu ile sabıkalı durumuna düşmüş, kimileri işlerinden ve okullarından atılmıştır.
Fen Fakültesi baskın ve İstikbal Yürüşü adlı eylemleri haklı bulmayan Murat Yalçın içinden “Aradan bir buçuk ay geçmiş, böylece Ankara’ya kadar yaya yürüyüş yapmıştık. Bu yürüyüş iç bünyemize çok faydalı olmuş ama Ege üniversitesinde tek bir tane bile sempatizanımız kalmamıştı hepsi de haklıydılar, kırk beş gün okuldan ayrı kalan arkadaşlarımız, bu uzun zaman zarfında bir dayanak bulamayan yeni arkadaşlarımız çareyi okumak için karşı tarafa yanaşmada ya da okulu terk etmede buldu. En nihayet iki büyük eyleme [Fen Fakültesi baskın ve İstikbal Yürüşü] sürüklenmemiz sonunda İzmir tarihi için çok bedel ödemek mecburiyetinde kalacağımız yer haline gelmişti.” (S:86) muhasebesini yapıyordu. İlhan C. Köymen’in hiç bahsetmediği ancak bizim o kitabı okurken aklımıza gelen bu sözün Demirel tarafından ‘İstikbal Yürüşü’ yapan ülkücüler için söylendiğine dair yaptığımız tahminin, Başbakan Süleyman Demirel’e ait bu söze “Yollar Yürümekle aşınmaz” sözünün İzmir – Ankara yürüyüşü için yapıldığını Kula köyünde misafir edilmelerinin ardından yarılırken bir konuşma yapan Aras’ın konuşması içinde geçen “(Yollar Yürümekle aşınmaz.) diyerek bizlerle alay eden zihniyeti de buradan protesto ediyorum.” (S:88) şeklinde tepkisini koymasından bizim tahminiz doğrultusunda söylenmiş bir söz olduğunu anlıyoruz.
Gültepe semtine açılacak Ülkü Ocağı için İzmir’de bulunan bütün Ülkü Ocaklarından iki yüz kişi toplanmış, açılış yerine beş yüz metre kalmış konvoyun önü Gültepe Belediyesi çalışanları tarafından kesilmiş, konvoyda bulunan ülkücüler Belediye çalışanları tarafından taşlanmış, polis yine işin kolayına kaçarak azınlıkta gördüğü Ülkücü gençleri dağıtmış, İzmir Ülkü Ocakları İl Başkanı olan Hüseyin Aras bir konuşma yaparak dağılmalarını istemiştir. (S:100) Belediye işçileri neden önlerini kesmiş, polis neden haklıyı, kanuni haklarını kullanmak isteyen Ülkücüleri korumamış, onlara engel olmak isteyen Belediye işçilerini dağıtmamış da ülkücüleri dağıtmıştır? Devletin iki kurumunu tutumu da anlaşılacak gibi değildir. Hep ülkücüler olaylardan kaçınan taraf olmuş, saldıran, tahrik eden sol gruplar olurken polisin koruduğu da yine onlar olmuştur. “Bizler kanunla birlikte yürüdükçe karşı taraf bunu hazmedemiyor ‘Kanunu korumak size mi düştü’ diyerek hırslarını dışa belli ediyorlar ve halkın önünde gerçek yüzlerini gösteriyorlar.” (S:101)
Murat Yalçın İmam hatip Lisesinde okuyan beş gencin evinde kaldığından onların bütün hallerine şahit olduğu için okuldaki her durumlarından haberdar oluyordu. “Siyasal İslam’a hizmet etmedikleri için tuzak üstüne tuzak kurulmuş, meslek dersleri öğretmenleri tarafından harcanmışlardı.” (S:102) Bu beş genç Ülkücü oldukları için okuldan atılmışlar, ailelerine verdikleri sözler dolayısıyla evlerine dönemiyorlardı. Sanki İzmir İmam Hatip Lisesinde yaşanılanlar diğer yerlerdeki İmam Hatip Liselerinde yaşanmıyor muydu? Her yer aynıydı. İmam Hatipleri arka bahçesi yapan siyasi parti taraftarı öğretmenler okullarda karşı görülü olarak sadece ülkücüler bulunduğundan onlarla her türlü mücadeleyi ediyor, onları bezdirip okuldan kaçırıyor ya da derslerden sınıfta bırakarak okuldan tamamen uzaklaştırıyorlardı. Bunların birisini de ben yaşamıştım. 1976 yılında başladığım İHL okulunda bir yıl Kur’an Kursunda okumuş öğrenciler olmasına rağmen daha ortaokul birinci sınıfta birkaç ay içersinde yüzünden Kur’an okumaya başlamam dolayısıyla Okul müdürü Yakup Tuncer bana bir arkadaşımı talebe olarak vermiş ve teneffüslerde ve boş kaldığınız her an buna Kur’an okumayı öğreteceksin, eğer sana karşı gelirse bana söyle diye de tembihlemişti. Lise birinci sınıfa kadar Arapça dersim hep on üzerinden on gelmişti. O güne kadar hiç derslerimize siyasal İslamcı biri girmemişti. Ancak lise birden sonra iki hoca geldi. On olan Arapçam o yıl her imtihan sonunda dört geldi. Sözlülerde sınıfın huzurunda on-on beş soruyu doğru cevaplandırdığım halde “otur çalışmışsın dört diyerek” sözlüden de zayıf verdi. Buna daha sonra okul birincisi olarak okulu bitiren arkadaşımız Mahmut Celal Musaoğlu şahittir. Sözlüden sonra sırama Mahmut Celal Musaoğlu’nun yanına oturduğum da arkadaşım bana “hakkın on” demiş ancak söz konusu hoca dört vermişti. Kendi zihniyetinden öğrenciye iki soru sorup doğru dürüst cevap alamadığı halde altı-yedi gibi notlar verirken bana on-on beş soru sorup hepsine de eksiksiz cevap aldığı halde dört veriyordu. Bütünleme imtihanında da yedi kişilik imtihan komisyonuna başkanlık yapan ancak okula yeni atanan Siyasal İslamcı okul müdür yarım saatten fazla imtihan ettiği halde her sorduğuna doğru cevap alması karşısında “Sen bu kadar biliyorsun da neden sınıfta kaldın yoksa çok yaramaz bir öğrenci misin?” diyerek sormuş, ama tatmin olmamış olacak ki “öğle yemeği paydosundan sonra imtihana devam edeceği, bir yere kaybolma bekle” demişti. O gün imtihan komisyonunda bulunan Rıfat Yılmaz Hoca yanıma yaklaşarak “Sen git ben hallederim” demiş ve beni bu siyasal İslamcıların şerrinde o yıl için kurtarmıştı. Rıfat Yılmaz Hoca emekli olduktan sonra Islahatçı Demokrasi Partisi il başkanlığı yapmaya başlamış, hala aynı görevi ifa ediyordu.
Murat Yalçın’ın kitapta kullandığı karşılıklı konuşma diyaloglarında kişilerin söylediği sözler olarak yazmış olduğu uzun cümleleri nasıl tespit etti, kimin söylediğinden nasıl emin oldu da yazdığı konusunda da bir açıklama yapmasına ihtiyaç ortaya çıkmaktadır. Çünkü bunca zaman sonra 1975-1980 arsı olaylarda kişilerin aralarında neler konuştuğunu tespit etmek oldukça güç olsa gerektir. Her olay için adı geçen kişilerle yüz yüze görüşmeler yaparak mı, yoksa çok daha fazla söz söylenmişte ancak hafızasında tutabildiği kadar sözleri mi yazmıştır, bunlara açıklık getirmesi gerekir. Biz bu konular olmamıştır, hayal ürünüdür demek istemiyoruz. Hepsi yaşanmıştır, söylenmiştir ancak bu kadar detayı akılda tutabilmek de bir mucizedir.
Hepimiz Birimiz, Birimiz Heniz için
“Bu sohbetlere karışan arkadaşların tamamı biliyorduk ki, bir gün mutlaka aramızdan birkaç kişi belki de çok daha fazla arkadaşımız şehit olacaktı. Bu şanslı arkadaşlarımızın kimler olduğu meçhuldü. Moraller o kadar yüksekti ki, hiç kimsede yavaşlama ya da korku belirtisi mevcut değildi. Bir gönüllüye ihtiyacımız olduğu söylense istisnasız bütün arkadaşlarımızın komple geleceklerinden hepimiz emindik. Açıklıkla şunu da söylemek mecburiyetindeyim, birbiri için canını seve seve verebilecek çok sayıda arkadaşımız vardı. Hiçbir topluma nasip olmayacak fazilete sahip olduğumuz hissini birçok ülküdaşım tarafından defalarca duymuş, dinlemiştim. Amacımızın heyecanlarımızı tatmin etmek hedefine yönelik olmadığını, nihai hedefimizin, Allah’ın yaratmış olduğu insanlara adalet dağıtarak onları mutlu kılmak olduğu üzerinde hemfikirdik.” (S:123-124) Ülkücü gençliğin hemen hemen hiç bir kişi hariç olmamak üzere hepsini ortak duygusu buydu. Allah rızasını kazanmak, Allah rızasını kazınırken milletine hizmet etmektir. Bu uğurda seve seve ölüme gitmek, ölürse şehit, kalırsa gazi olarak Allah ile kurbiyet kesbetmektir. Murat Yalçın’ın sohbet grubundakiler de öyle bir yekvücut olmuşlar ki birbirleri için ölüme bile düşünmeden gidecek kadar kendi nefsine arkadaşını tercih eder duruma gelmişlerdir. Maddi imkânlarını paylaşmak artık onlar için bir fedakârlık değil sıradan bir davranıştır.
Ülkücüler folklor ekipleri kurarak farklı bölgelerin halk danslarını öğreniyor, koşu, boks, karate, güreş sporu yaparak vücut sağlığını, dayanıklılığını artırmak ve devam ettirmek için çabalıyor, gecelerde folklor gösterisi, şiir okuma vs. ile kanlarını Kızılay’a satarak ocak kirasını temin etmenin dışında aidat toplamak ve gösterilerden alınan ücretleri ocağa aktarmak gibi farklı yolları da deniyorlardı.
Filistin kamplarında, Beka vadisinde silahlı eylem ve ideolojik eğitim alan komünistler her seferinde nereden temin ettikleri belli olmaya silahlarla Ülkücülere saldırıyorlar, ülkücülerden de azımsanmayacak sayı da yaralanmalara sebep oluyorlar. Her geçen gün giderek artan sayıda şehitlerimiz bile oluyordu. Bu durum ülkücülerin içinden de arkadaşlarını korumak düşüncesiyle silah kullanmayı öğrenmek isteyenlerin çıkmasına da sebep oluyor, bazı iki üç kişilik arkadaş grupları ıssız yerlerde silahın nasıl kullanılacağı yönünde (S:126) kendi aralarında amatörce deneme yanılma yollu eğitim yapıyorlar. Acemilik o kadar hâkim ki arabayla giderken Ahmet Nuh-u Nebiden kalma bir silahı Murat Yalçın’a uzatarak camdan ateş etmesini söyler, ancak ilk etapta Aydın “içimizden birini vurma” diye korkusunu ifade eder. Nitekim silah ateş almış herkes kendini kontrol ettikten sonra kendilerinden kimsenin yaralanmadığını ifade edecekken Murat Yalçın “Beyler galiba ben kendimi vurdum, dedim Kaval kemiğimin ardından giren mermi sol ayağımdan dışarı çıkmış. Bilgisizlik ve beceriksizliğimizin cezasına hastaneye gitmemeyi de eklemek mecburiyetindeyiz.” (S:126) O günlerde ne Ülkücüler ne de sol görüşlüler böyle durumlarda doktora gitmiyorlar daha çok kendi gruplarından Tıp öğrencileri, olmadı eczacılar, varsa arkadaşları doktorlar evde tedavi sağlıyorlardı ki kazaya neden olan arkadaşları ceza almasın ve silah elden gitmesin. Hatta 1980 yılından sonra dağ başlarında bölücü terör eylemlerine katılan teröristleri veterinerlerin tedavi ettiği de artık halk arasında “insan değiller ki zaten, hayvanları tabi ki veteriner tedavi edecek” şeklinde anlatılarak gülünen bir mizah konusu olmuştu.
Ülkücüler Anarşinin tarafı değildir, Ancak Anarşinin mağdurudurlar
“Ege Üniversitesi’nden tamamen çekildiğimiz halde anarşi bitmemiş, böylece biz ülkücülerin anarşi yanlısı olmadığı ortaya çıkmıştı. Solun farklı fraksiyonları kendi aralarında kıyasıya savaşıyorlardı. Bizim olmadığımız yerlerdeki kaosun daha büyük olduğunun ispat edilmiş olması, insanı çok değişik düşüncelere sevk ediyordu.” (S:129) Ülkücüler Anadolu’nun çeşitli kentlerinden gelmiş kendi halinde ailelerin saf temiz okumayı iş güç sahibi olarak ailesin destek olmayı amaç edinmiş geçlerdi. Onlar okullarına giderek okumak istedikçe devleti ele geçirip komünist Rusya’ya bağlamak isteyen Marksistler önce ülkücüleri hedef aldılar. Her ne kadar iyi niyetli de olsalar her ülkücü yüreğinde taşımış olduğu iman ve cesaretle kendilerine yapılan müdahalelere teker teker nefsi müdafaa babından karşı çıkmışlar, korkak ve satılmış sol militanlar bilek bileğe bir mücadeleye cesaret edemedikleri için kitle halinde silahlı eylemler yaparak yakaladıkları tek ya da kendilerinden daha az sayıdaki ülkücülere saldırmaya başladılar. Hiçbir ülkücü bir üç oranında karşılaşmada onlar üç kişi ben tekim diye korkarak geri çark etmedi. Çünkü inanıyorlardı ki Allah iman edenleri desteklerdi. Nitekim Kur’an-ı Kerimde Enfal Suresi Ayet 65’de Allah “Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir. (Enfal, 8/65)” buyuruyor. Devleti olmasa bile iktidarların ve bürokratların taraflı ve haince tutumları, ülkede asayişi sağlamsı gereken güvenlik güçlerinin suçluyu değil de mağdur tutuklaması, anarşistleri koruyup kollamaları ülkeyi içinden çıkılmaz bir kaosa sürükleyen en büyü zaaflarıdır. Devletin dini adalettir. Devlet bu adaleti de kamu görevlileri sayesinde uygular. Kamu görevi olan insanlar her vatandaşa fikri ne oluşsa olsun eşit davranmalı müesses nizama saygılı olanları koruyup kollamalı, suça bulaşanları da anında olgunlaşsın diye beklemeden suç oluşmadan önlemelidir. Suçsuz vatandaşı ihkak-ı hak durumunda bırakmamalıdır. Hatta bir gün Azmi tertemiz samimi duygularıyla “Murat ağabey, seni bu konularda çok iyi niyetli buluyorum. Bizdeki iyi niyet, karşıt görüşlü insanları adeta anarşiye teşvik ediyor. Bana kalırsa savunmadan ziyade, en güzel savunma hücumdur düsturuyla hareket etmemizde fayda var.” (S:133) deyi vermişti.
Murat Yalçın’ın yazmış olduğu “Başbuğun Sadık Bozkurtları” her ne kadar olayların takvimi gün ay yıl olarak vermeden anlatılan bir hatırat olsa da İlhan Köymen’in yazdığı “İstikbal Yürüyüşü” adlı kitapta anlattıklarıyla ortak olan ikinci konu Suat Kürşat’ın şehit edilmesidir. Suat Kürşat’ın şehit edilmesi olayı her iki kitabın muhtevalarının kesiştiği ikinci aynı oluyor. Sanki günümüzde ülkücüler hakkında ileri geri konuşan siyasi dansözlerin ülkücülere bakışlarına bir cevap gibi her iki yazarda Suat Kürşat’ın sabah namazı için Ülkü Ocakları bahçesinde abdest alırken komünist militanlar tarafından şehit edildiğin, şehidin cenazesinin memleketi olan Van’a gönderilerek defnedildiğinden bahsediyorlardı. Ülkücülerin canları pahasına dün olduğu gibi bu günde Sivas’ın ötesine geçmiş olduklarını, Rablerine niyaz için hazırlanırken şehit olup gösterişten uzak yalnızca Allah için ibadet etmenin, inancın ticari bir emtia olmadığının misleri olmuşlardır.
Bir francala ekmek ile yirmi dört saat gönüllü nöbet tutan, vatan ve millet uğrunda İzmir’de Cengiz Şen, Suat Kürşat, Mustafa Gönül, Harun Çivici, Kamil Sancak, Hasan Saka, Mesut Yergin gibi ülkücüleri şehit veren Ülkücü Hareket “… bugün bazı insanlar canını, parasını, malını mülkünü, yağmacılara kaptırmadıysa Türkiye kaosa sürüklenip ihtilal olmuyorsa, Sovyetlere bir peyk haline hala gelmediyse sebebi ülkücüler ve onun yiğit lideri Başbuğ Alparslan Türkeş’tir.” (S:173) Hatta SSCB’ye sıcak denizlere inmeye engel olduğu için bozulan ekonomisini toparlayamayan SSCB’nin yıkılmasına neden olan bu yıkılışın gerçekleşeceğini de on yıllar önce öngörerek Türkiye’yi Türk Dünyasını ve dünya devletlerini uyaran Atatürk’ten sonra Ülkücü Hareketin Lideri Başbuğ Alparslan Türkeş’tir.
Murat Yalçın yazmış olduğu hatıratın hemen hemen anlatmadığı yaşanmış herhangi bir tarihi vaka bırakmadığının yanında diğer bir özelliği de olayları salt oluş şekilleriyle çıplak bir şekilde anlatmasıdır. Bu güne kadar yazılan hatıratlardan okuduklarımda bir sansürleme, üstü örtük anlatım yolu tercih edilmişti. Murat Yalçın Ülkücülerin başına gelenlerin yanında ülkücülerin nefsi müdafaa sırasında yapmak zorunda kaldıkları vurma, bıçakla yaralama, taşlama, yumruklarla dövmek gibi olayları da anlatılabilecek en açık haliyle anlatarak Ülkücülerin aslında silahlanamadığını, iman gücü ve cesaretle daha çok bedenen ortaya konulan güç ile mücadele ettiklerini de ortaya sermiş oluyor.
Daha sonra Emniyet İl Müdürü olarak çalıştığı Diyarbakır’da vurularak öldürülen ve pkk militanları tarafından öldürülünce kahraman olan Gaffar Okkan İzmir’de çalıştığı yıllarda Ülkücülere karşı hasmane bir tavır takınmış ve insanca davranmamış, 12 Eylül ihtilalinden sonra da bu hasmane tavırlarını işkenceci olarak sürdürmüş, tutuklana ülkücüler işkence yaptırdığı gibi bizzat kendisi işkence de yapmıştır. Bunun şahitleri tabi ki Murat Yalçın ve İzmir davasından yargılanan ülkücülerdir. Ancak her ülkücü her düşündüğünü ifade etmiyor. Ayrıca Gaffar Okkan’ın PKK tarafından öldürülmüş bir devlet görevlisi olması dolayısıyla da Ülkücüler işkenceci tarfını fazla dillendirmek istememektedir. Bunu ifade eden Murat Yalçın’dan sonra 12 Eylül sonrasında Gaffar Okkan’ın işkencelerine maruz kalmış Yusufiyeli kendisine Başbuğun Ülkücüsü diyen Bülent Kara’dır. Onunla yaptığımız bir mesajlaşma sırasında bu işkence konusunu bizzat sordum ve Gaffar Okkan’ın Ülkücülere işkence yaptığını, altında Gaffar Okkan’ın işkence yaptığını ispat ettiği adli tabip raporunun resmini göndererek ve sosyal medyada yayınlayarak açıklıkla ifade etti. Kişinin sonrada aldığı durum her ne kadar önemli de olsa geçmişteki gerçekleri de örtmemesi gerekir. Murat Yalçın, Gaffar Okkan’ın kendisini emniyet müdürlüğüne götürünce “Sana işkence dahi yapmamıza gerek yok, vurulan seni teşhis etti. Ağzınla söylemezsen k.çınla söyleyeceksin.” (S:180) diyerek gaffar Okkan’ın işkenceci bir polis olduğunu ortaya koymuştur. Kendisini savunmasını olaylarla alakasının olmadığını söylemesini beğenmeyen Gaffar Okkan ve ekibi Murat Yalçın’ı “… o andan sonra normalden saparak ve kendilerini kaybederek şuursuzca dövmeye başlamışlardır.” (S:180)
Murat Yalçın ikinci kez girip suçsuz olduğu için tahliye edildiği cezaevinden çıktıktan sonra ikamet ettiği mahalleden birkaç ihtiyar hanım teyze ona nasihat babından sözler söylerken onlara verdiği cevap içinden bir cümle o kadar önemlidir ki asıl düşmanın ülkücüleri şehit eden komünist militanlar değil de kalabalıkların olduğunu gösteriyor. “Beni üzen halkımızın sindirilerek, doğru diye bildikleri şeyleri söyleyemez hale getirilmeleridir.” (S:209) Doğruyu konuşma özgürlüğü korkutularak elinden alınmış sessiz kalabalık her zaman tehlikeli olmuş, tarih boyunca diktatörler, istilacılar eylemlerini gerçekleştirirken bu sessiz kalan çoğunluğa dayandıklarını söyleyerek bu fiilleri işlemişlerdir.
CHP’nin Ecevit hükümeti iktidardan düşünce ortalık normalleşmeye başlamış, ülkü ocaklarının kültürel faaliyetlerindeki istikrar ve kararlılıkla İzmir Hatay’daki komünistlerden özür dileyerek dönenler olmaya başlamış, bu normalleşmenin getirmiş olduğu sükûnet zamanında artık haftanın Pazartesi ve Perşembe günlerinde nafile oruç tutmaya başlamış ülkücü arkadaşlarının manevi yönden eksiklerinin tamamlanması gerektiğini düşünen Murat Yalçın da Anne dediği, kadınlara hitap ettiği bir cemaati de olan tasavvufla ilgilenen bir kişi olan Müzeyyen hanımın yanına gitmiş ve durumu izah ederek yardım istemişti. Müzeyyen Anne, cevaben Murat Yalçın’a “Oğlum eğer Ülkücüler ve onların Başbuğ’ları olmasaydı Türkiye müstemleke olup gitmişti. Sizin en kötünüz başkasının en iyisinden daha iyidir. Onun için nerede bir ülkücü görsek maddi manevi destek olmak mecburiyetindeyiz. (…) İnanan halkın gözünde ne olduğunu, senin ve arkadaşlarının konumunu ben iyi biliyorum. Sizler fark etmiyorsunuz aman ben halkın içinden biri olarak sizin kıymetinizi iyi biliyorum. Sizler benim Yusuf yüzlü mücahitlerimsiniz.” (S:226) diyerek Ülkücülerin manevi yönünde eksiklik olmadığını ortaya koymuştur. İnsan günah yanılarak ya da bilmeyerek işleyebilir, önemli olan günah işledikten sonra samimiyetle tövbe ederek dönmesi, işlemiş olduğu günah filin dinen yasaklandığını inkâr etmemesi onun affını sağlayacaktır. İbadetin az ve devamlı ancak samimiyetle yapılanı makbuldür. Eğer Allah hiç günah işlemeyen bir insan isteseydi zaten melekler günah işlemeyerek ona kulluk ettiğinden insanı yaratmazdı. Allah günah işler işlemez pişman olacak tıynette bir insan yaratmıştı ki tövbe kapısını açık bırakmıştır. Kulun tövbesi, Allah’ına yalvarması, Allahın her an yüceltilmesi Allahın hoşuna giden bir davranıştır. Daima şükreden bir kul olamaya çalışmamız gerekir. Ülkücülerin eksikliklerini tamamlamak için değil mütekâmil bir insan, bir ülkücü olmak için dinini her dem yeniden öğrenmeye ve öğrendiğini yaşamaya ihtiyacı vardır, başka grup ve cemaatlere değil bilgiye ihtiyaç duyar. Bilgi öğrenmeye de beşikten mezara kadar herkesin ihtiyacı vardır. Müzeyyen Anne, sohbetinde bulunup da kadın olduğu için yüzüne bakmak istemeyen erkeklerin de sohbetinden istifade edemeyeceğini, konuşan kişinin dinleyiciyle göz göze gelmesi gerektiğini söyledikten sonra “Bak evlat, Türk’ün kanındaki, Türk’e özel kaynamayı, aktiviteyi hangi tarikat adı altında olursa olsun, yok ediyor ya da azaltıyorsa bilesin ki o tarikat bize göre değildir.” (S:228) diyerek Türk’ün yaratılıştan gelen Türklük vasıf ve karakterini korumayan, bozan ve onları miskinliğe iten tarikatları bir cümle ile silip atmıştır.
Liderinin kendi gözünde taşıdığı üstün kişiliğin oluştuğu kaynaklardan toparlanmış değerlerini “Osman Gazi’yi andıran, Alper Tunga’yı temsil eden, Çağrı Bey ile Tuğrul Bey arasındaki uzlaşmayı üzerinde taşıyan, Şeyh Şamil gerillacılığı, fatih Karakterliliği, Hz. Ebubekir Sadakati, Ömer Adaleti, Osman Hilmli, Ali İlimli Oruç Reisin teşkilatçılığına sahip olan Alparslan Türkeş’in” (S:249) şeklinde sıralayarak liderinin vasıflarını sayan Murat Yalçın’dan Başbuğuna sadakatten başka ne beklenirdi ki. Biz de; o bunları yazarken ilk kez liderine karşı alternatif sevgilerden bahsetmeyen ülkücü yazar ile karşılaşmış oluyoruz. “Pirim, mürşidim, Başbuğ’um Allah senden razı olsun.” (S:251) Tam teslimiyet, liderde eriyip yok olma, fenâfil lider.
Murat Yalçın bizim ülkü şehitlik hususundaki biliyormuş gibi tek tek bahsettiği İzmir ülkücü şehitlerinden ikinci defa daha topluca isimlerinden “Cengiz Şen’ler, Turan İbrem’ler, Kemal Fedai Coşkuner’ler, Kamil Suncak’lar, Suat Kürşat’lar, Reşat Atalay’lar, Mustafa Gönül’ler, Mesut Yengin’ler, Harun Çivici’ler, Hakan Saka’lar, Saffet Çelik’ler, Nurattin Temiz’ler”den (S:251) bahsederek, ülkücü şehitlik makamının istismarının önüne geçmek ister gibi hassasiyet göstererek arkadaşlarının şehitliğine şahitliğini tekrarlayarak hem dünya için hem ahret için tasdik ediyor.
İzmir Hatay Ülkü Ocağına ve Ülkücülerine her zaman ağabeylik yapmış, kol kanat germiş, maddi manevi olarak desteğini hiç esirgememiş, onları komünist kurşunlardan korumak için daima ikazlarda bulunmuş Mehmet Canıtez şehit olmuş, cenazesini defnetmek için mezarlığı götüren korteji gören Murat Yalçın’ın annesi eve döndükten sonra oğluna “… siz camini oradayken sizin yani cemaatin üzerine yeşil renkte bir şey gerildi. Oğlum duman değil, bulut değil, bez değil, tül değil. Sana şudur ya da budur diyemiyorum. Ama sizleri yani cenazeye katılan korteji, güneşten korumak için üzerinize gerildi. Siz gittiniz o koruyucu gitti, siz gözden kayboluncaya kadar o sizi korudu. Ama ben merakımdan, Çeşme durağına kadar koşarak kestirmeden geldiğimde aynı koruyucu sizlerin üzerinde gerili olarak duruyordu…” (S:269) şeklinde gördüğü fevkaladelikleri anlatmaya başlıyor.
12 Eylül ihtilaline lise dışarıdan bitime imtihanları için nişanlısı Akten ile Nevşehir’e gittikleri bir zamanda yakalanan Murat Yalçın, aynı anda aranır duruma da düşmüş, <nişanlısı Akten’in yanında yakalanırsa ceza alacağı düşüncesiyle gereken tedbir ve hassasiyeti göstererek Akten’i getirip evine bıraktıktan sonra öğretmen olarak çalıştığı, köye gidip maaşını almış ve tekrar İzmir’e Hatay’a gelmiş, ihtilalden üç gün sonra bile yirmi kişilik komünist bir gruptan dayak yemiş, kaçak olması dolayısıyla şikâyetçi bile olamamıştı. Ablasıyla daha sakin bir ortamda saklanmak için yolculuk yaparken otobüste ilk aramda atlattığı askerlerin komutanının bu otobüsten Murat Yalçın çıkaracağız demesi üzerine yeniden yapılan aramda yakalanıp otobüsten indirilmişlerdir. Bu Murat Yalçın’ı arama kararlığı onun otobüste olduğunun şikâyet edildiğinin en açık deliliydi. Artık işkenceler başlamış, atıldığı odada işkenceden dolayı itirafçı olan bir sürü kişini olduğunu görmüş, ancak zafer denilen kişini hem itirafçı hem de ispiyoncu olduğunu oradaki itirafçılara ifadelerini imzalamamalarını, bunun için hepsine birer senaryo uyduracağını öğütlediğinin tuvaletim geldi diyerek dışarı çıkan Zafer tarafından polislere ispiyonlandığını biraz sonra gelen polislerin ‘Demek buradakilerin hepsine birer senaryo uyduracaksın Murat Yalçın?’ demelerinden anlamıştı.
Dışarıda ülkücüleri suça bulaştırmak için oyunlar pusular kuranlar, aralarına ajanlar sokarak eylem kararları aldırıp istediklerini başaramayınca bunlara ilaveten kendi görevlileri eylemler yaparak ülkücülerin üzerine atmışlardı. Bunu en açık delili Hicabi Koçyiğit adlı itirafçının Mamak zindanlarında maruz kaldığı muamele üzerine davalarda mahkeme heyetine karşı “Sayın Savcı, sen, ben bakan ve komiser… Hep beraber toplanarak, Ağca’nın ve Türkeş’in imzalarını taklit etmem için bana görev vermediniz mi? Altı ay içinde onların ağzından mektuplar yazdırmadınız mı? Adana Emniyet Müdürü olayındaki mektubun sahte olduğunu bilmiyor musunuz? Ben mesleğimi değil de vicdanımı tercih ettim diye bana yaptığınız muameleler sizin için kara leke olarak kalacaktır.” (S:326) deyince savcı acilen davasının acilen ana davadan ayrılmasını ve kişinin akli dengesinin kontrol edilmesi içim müşahede altına alınmasını istemek zorunda kalmıştır. Yaptıklarını eline yüzüne bulaştırmışlardır.
Başka bir enteresan olayda Murat Yalçın’ın avukatı tarafından icra ediliyor. Mahkeme heyetinden müvekkili olduğu yedi kişinin beraatını isteyen avukat Murat Yalçın’ı bu isimler arasına ilave etmemiştir. Farkına varan Murat Yalçın kendisine neden benim simimi yedi kişinin arasına katmadın der gibi kendisine bakınca “Murat sen bize Para vermediğin için senin tahliyeni istemedim.” (S:327) demiştir. Ancak onun bu davranışının sebebi olarak kendisine her ne kadar para vermemeyi mazeret gösterse de Murat’ın aklından geçen “artık benim üzerime bir oyun oynanacağı” (S:327) şeklindeydi. Ülkü hareketin 12 Eylül mahkemelerinde görülen davasında müvekkil avukatların genelde Ülkü Harekete Mensup oldukları, çoğunun davalara bilâ-ücret girdikleri, bazılarının da sadece masraflar karşılığı bir ücret aldıkları, müvekkilliğin genelde gönüllü olarak bir görev alma olduğu da düşünülecek olursa bu avukatın yaptığı kendisi hakkında tamamen olumsuz ve farklı bir düşünceye sevk edilmiş olmayı haklı çıkarmaktadır. Merakımızı celbeden acaba bu avukat daha sonra Ülkücü Hareket içinde oldu mu? Makam mevki aldı mı? Murat yalçın avukatla uğraşmaksa mahkeme heyetine karşı kendini savunmuş ve bu savunma sonrasına dosyayı incelemek için verilen ardan sonra tahliye edilenler arasında sayılan isimler arasında Murat Yalçın da vardır, ama avukatın yaptığı utanç olarak ona yeter zannedersem.
Enrayt Necati’nin anlattığı “Geçen gün arkadaşın bir işe girdi, hakkında bir kâğıt düzenleniyor, el altından idareye yollanıyor ve arkadaşımı işten attılar. Kâğıdı bir şekilde ele geçirdik. Bornova’da liseye giderken komünistler elemanı güzel bir döverler. (…) Şimdi kâğıda utanmadan zamanında dev-solcular dövdüğü için ülkücü olabilir diye yazmış. İşveren işine son verdi.” (S:333) ve ardından Murat Yalçın’ın “Tekrar kendi mesleğime dönmek için yaptığım müracaatları ret etmişler ve beni hayli sıkıştıran düzen kendi ekâbirlerini geceleri yanıma yolluyor ve beni mafya ya özendirerek yolumu yazlaştırmaya çalışıyorlardı.” (S:335) ifadeleri 1987 yılında Bursa’da şahit olduğum, yaşadığım bir olayı hatırlattı. Şimdi ismin ne olduğunu hatırlayamadığım birisi açılışını cezaevinden çıkan Başbuğ Alparslan Türkeş’e yaptırdığımız Bursa Ülkü Ocağı lokalin de otururken MHP il Başkanlığından gönderildiğini söyleyen Ocağa geldi. Kendisini Buca ceza evinden çıktığını söyledi. O gün akşama kadar ocakta oturdu. Yemek yedik çay içtik akşam Ocağı kapatacağız, ama Buca cezaevinden çıkmış olduğunu söyleyen kişide hiçbir hareket yok. Gündoğar Manga Ağabey ile onu eve götürdük, odalardan en sakin, en uygun olanına bir yatak hazırladık ve yatacağı yeri kendisine gösterdik. Bir müddet sonra Gündoğar Ağabey misafire bir sorayım durumu nedir diyerek odaya gitti. Bir müddet sonra geldiğinde arkadaşlar bu arkadaş Buca cezaevinden yeni çıkmış, önce İzmir’de birilerinin yanına uğramış ancak o kişiler önüne bir tabanca koyarak çek senet tahsilâtı yap sende kazan bizde kazanalım demiş, arkadaş ta kanunsuz ve haram işlere bulaşmamak için son parasıyla İnegöl’e bilet almış ve gelmiş. Ancak parası olmadığı için İnegöl’den Bura’ya kadar yürümüş. Sonra ile uğramış il’de bize göndermiş, şu an memleketine gidecek beş kuruşu yokmuş, dedi. Biz hemen öğrenci harçlıklarımızdan 5 bin lira toplayarak kendisine verdik, bu gece dinlenmesini yarın sabah otogardan memleketinize gidersiniz dedik. Ertesi gün de yolcu ettik.
İlahi İkaz mı? Mucizemi yoksa Allah mı koruyordu?
Murat Yalçın başbuğun cezaevinden çıktıktan sonra ki bir zamanda İzmir’de iki ay kalacağını öğrenince onu koruyacak bir ekip oluşturmaya çalışmış, kendilerinde maddi imkân olmadığı içinde çevresindeki maddi durumu iyi olanlardan destek almış, ayrıca akrabası Musa’nın küçük balıkçı teknesini almış Çeşme- Çiftlik köyünden Gümüldür’e getirip Başbuğ’un ikamet ettiği evin demirlemiş ve kullanımına sunmuş ve nihayet Başbuğ eşi Seval Hanım küçük oğlu Ahmet Kutalmış ve küçük kızı Ayyüce gelmişler eve yerleşmişlerdi. Murat Başbuğ’un Mercan balığını sevdiğini bildiğinden onun için Türk karasularında bulunmayan mercan balığını Yunan tarafından yakalatmış ve karşıdan beri “Başbuğum bu balıkları Yunan sularından özel olarak getirdik”(S:364) deyince Başbuğ “Ne Yuna suyu! Dedemizin suyu, nerden Yunan sularıymış” (S:365) diyerek kendisine mesaj verdiğini ifade etmektedir. Balıkçı teknesiyle biraz denizde gezmek isteyen Başbuğ, Murat Yalçın ve Başbuğ’un tanımak istediği tekne sahibi Musa ve Başbuğun aile fertleri hep birlikte tekneye binerek denize açılmışlardı. Murat yalçın devamlı bozuk olan havanın denizdeyken patlaması için dua ederken Başbuğ’un biraz şu tarafları gezelim diyerek işaret ettiği tara doğru tekneyi döndürünce teknenin motoru bozulmuş, tekrar küreklerle iskele tarafa dönünce motor kendi kendine çalışmış, bu durumu üç kere tekrar etmiş, üç kere motor kendi kendine çalışmıştı, mecburen iskeleye gelip inince de deniz patlamış fırtına ve yağmur başlamıştır. “Kıyı geldiğimizde deniz artık kudurmuştu adeta.” (S:367) Bu ilahi bir mucizedir. Başbuğu Allah korumuş motor üç kere arız yapmış, ancak karaya yönelince çalışmış, ekip karaya çıkınca da akabinde fırtına ve yağmur başlamıştır.
Murat Yalçın’ın yazmış olduğu “Başbuğ’un Sadık Bozkurtları” kitabında şimdiye kadar yazılan başka hatıratlarda değinilmeyen, değinilmemenin sanki gelenekleştiği farklı ve 12 Eylül sonrasını kapsayan konulara değinilmiştir. Bunlardan ilki Ülkücü hareket içine sızan devlet görevlileri ve faaliyetleridir. “Türkeşsiz MHP organize edenler, CIA ve KGB’nin yalamaları” (S:379) her gün yeni bir hesap yeni bir oyun peşindeydiler. Ülkücü Hareketin içersinden eski Ocak başkanları ve öne çıkan bazı ülkücülerin yer aldığı bir tayfa ile Türkiye içinden Başbakanın, Bakanların, iş adamları, cemadatlar, istihbarat görevlilerinin elbirliği ettiği bir oyundu bu. Önce uzlaşarak, kendisine danışılacak aksakallı pozisyonu veriyorlarmış gibi göstererek Başbuğ Türkeş’i MHP’nin başından uzaklaştırmaya çalıştılar, sonra MHP’yi ele geçirerek uzaklaştırmaya çalıştılar, daha sonra da “Başbuğ artık ihtiyarladı, Ülkücü Harekete liderlik yapamaz. Zaten bak ailesine sözünü geçiremiyor, bizlere başka bir lider gerekli, hareket etme kabiliyeti yetersiz” (S:380) ve “artık o tabi lider olarak kenara çekilmesi gerek, nefsine uyarak bir türlü liderliği bırakmadı.” (S:407) ayrıca “Liderin yaşlı olduğu, para yediği, ahlaki zayıflığı” (S:407) gibi iftiralar atıyorlardı. Bütün bu iftiralara rağmen ülkücü olduklarını söyleyip Ülkücü Hareketi ele geçirmeye çalışıyorlardı. Düşünen herkesin onlara şu soruyu sorması gerekirdi; madem ülkücü hareket ve lideri kötü-çünkü o fikri lider ortaya koymuştu- neden onu elde etmeye çalışıyorsunuz? Aslında Başbuğ bütün bu iftiraların aksine gayet sağlıklı, dinç, yaşına rağmen gayet hızlı hareket edebilen, aklı melekelerini kullanmakta hiçbir sıkıntısı olmayan yaş almış ancak yaşlanmamış bir zindeliğe sahiptir. Hızlı hareket ettiğinin ve çevikliğinin nişanesi olan iki olaydan bahsederek bunu sizlere aktarmak istiyorum. Birincisi Başbuğun Murat Yalçın ile birlikte küçük balıkçı teknesiyle yaptığı deniz gezintisinde çıkan fırtına sonucu tekne bir buçuk, iki metre dalgalar tarafından iskele hizasına kadar yükseltilip tekrar deniz seviyesine indirdiği dalgalarla boğuşulan o anda genç bir sportmen gibi hemen sarsıntılara maruz bu tekneden iskeleye atlamıştır. İkinci 1987 yılında Bursa’da Ülkü Ocakları lokali açtığımız gün arkadaşlar Çelikpalas otelinden başbuğu almaya giderken sen buraları organize et, biz Başbuğu otelden aldık geliyoruz diye sana telefon edince herkesi dışarı çıkart, aşağıya indir ve kapıya kurdeleyi bağla demişler, ancak telefon etme fırsatı bulamadan gelmişler, gelirken de bana zaman kazandırmak için koruma aracı araba ile onu oyalamaya çalışırken arabayı durdurmuş ve arkadaşları yanına çağırarak, oğlum benim saat 10’da açılışım var beni oyalamayın açılış yerine hemen götürün diyerek ikaz etmişti. Biz bütün bu olanlardan habersi açılış için son rötuşları yaparken açılış yapacağımız yere binanın önüne karşıdaki mobilyacıya mobilya boşaltan bir kamyonu çektiklerini söylediler. Hemen bir kat aşağıya indim, şoföre kamyonu hemen buradan al, biz burada açılış yapacağız dedim. Arkamı döndü ki Başbuğ 50-60 metre ileride sokağın başında arabadan iniyor. Koşarak yukarı çıktım ve aşağıya inin başbuğ geliyor dedim ancak Başbuğ o mesafeyi çoktan gelmiş merdivenlerin yarısından fazlasını çoktan çıkmıştı. Benim 20 yaşında bir genç olduğum göz önüne alınacak olursa bunu yapmamın benim için birkaç saniyelik bir iş olacağını tahmin edebilirsinizi. Ancak Başbuğ benim hemen kapının önünde dururken çıkmaya başladığım merdivenleri 50-60 metrelik sokağı da yürüyerek gelmiş ve ondan sonra çıkmıştı. Değme gençlere taş çıkarıyordu. Başbuğ’un yaşlılığını öne sürenler aslında bahane arıyorlardı, ihanetin zehirli okları onların damarlarında dolaşmaya başlamıştı. ANAP, Namık Kemal Zeybek, Ali Batman üçgeninde Türk federasyonunun MHP ve Türkeş’ten koparmak ANAP’a yamamak isteyen ihanet şebekesi (S:383-385) de Avrupa’da faaliyetlerini yoğunlaştırmış ve nerdeyse Türk Federasyonunun kendilerinin eseri ilan eder olmuşlardı. Enteresan olan hala bu bölünmeleri organize eden insanlar çeşitli platformlarda hala ülkücü olarak Ülkücülerden itibar görüyor.
Murat Yalçın’ın şu yazdıklarının altına imzanı atarım. Her söylediğine yüzde yüz katılıyorum. Bu kadar doğru da başka hiç kimse ifade edemezdi. Her Ülkücü önce davayı Allah rızası için yüklenecek, sonra lideri mürşidi görecektir. “Hangi dava vardır ki öz liderine yan çizmiş ve başarıya ulaşmıştır. (…) Bir kişiye liderim dedikten sonra ben lider değiştiriyorum demek ne kadar komik oluyor. Bir fikir (ide) ortaya koyulur, vücuda getirilir. O fikrin mucidi, ilk ortaya koyan fikir sahibi liderdir. (…) Bir insan Liderini beğenmediği davasını terk etmeye hakkı vardır. Ama fikrin mucidini silip bu fikir aslında ona değil bana aittir demek beni hep güldürmüştür.” (S:406) Belki ben Murat Yalçın’ın ifade ettiği kelimelerle ifade etmiyordum ama İslam, Allah rızası ve lider konusunda aynen onun düşündüğü gibi düşünüyordum. Ülkü denilen Dava İslam’dır ve ondan dönülmez ancak kişi kendi eksikliklerini tamamlar her geçen gün mükemmele erişmeye çalışır. Dönersen ihanet etmiş olursun. Murat Yalçın yukarıdaki ifadeleriyle MHP ve Ülkü Ocaklarından ayrılıp da hala kendisini Ülkücü olarak tanımlayanlara da gerekli cevabı vermiştir.
“Tükenmemek için unutmamalıyız. Ne olursa olsun ne pahasına olursa olsun, Başbuğ’a yapılan haksızlıklar” (S:416) ın unutulmamasını istiyordu Murat Yalçın, çünkü olaylara uzaktan bakan, içinde nelerin cereyan ettiğinden haberdar olamayan çoğunluk kitlenin bazen yumuşaklık gösterip olanları unutup o kişileri baş tacı ediyor, bazen de olayları başkalarının yaşadığını düşünerek kendisiyle bir problemi olmadığından hareketle dostluklar kuruyorlardı. Dava adına dostluklar kurarken amaç davaya sadakat ve lidere samimi bir bağlılık ölçü olmalıdır. Eğer teşkilat, dava ve lidere sadakatle bağlılık bakış açısını merkeze almaz ise birlik olmanın da hiçbir amacı olmaz, bir araya gelen insanlar başıboş kalabalıkları andırır. Ülkü hareketin idealleri başıboş kalabalıkların icra edebileceği bir dava değildir, başı boş kalabalılar icrası sırasında karşılaşılacak cefalara tahammül ve sabır gösteremezler. Cefaya tahammül ve sabır yüce bir davaya inanmış insanların işidir.
Bazı dizgi hataları, birkaç olayın kesin bir sonuca bağlanmayıp sonunun muallâkta kalması, bazı olaylarında asıl sebebinin netleştirilmemesi dışında yazılan hatıratlar içinde en kapsamlı ve Başbuğ’u lider olarak en başa koymuş, ona olan sevgi ve bağlılığı başka hiç kimseye paylaştırmayan ilk ya da ilk sıralarda olan bir hatırat olmuş. Ayrıca hep yazılan hatıratlar sadece 12 Eylül öncesinden bahseder ve daha sonra yaşanılan ve bölünmelerden, MHP üzerine oynana oyunlardan bahsetmezdi “Başbuğ’un Sadık Bozkurtları” içerdeki devlet görevlilerinden CIA ve MOSAD işbirlikçilerinden ve Başbuğa karşı yürütülen operasyonlardan da bahsederek, operasyonlara maruz kalan ilk muhatapları olarak o günler unutulmaktan kurtararak Ülkü Hafızaya kaydediyor.
Murat Yalçın’ın bu “Başbuğun Sadık Bozkurtları” ile değer ülkücülerin yazdıkları hatıratlar Ülkü Ocaklarından yetiştirilen yeni nesil ülkücülere Ülkücü Tarih olarak okutulmalı, gençlerin kimin şehit, kimin gazi, kimin hain, kimin kahraman, kimin öttüğü, kimin ajan ya da polis olduğunu öğrenmesi sağlanmalıdır.
Yazılan bu hatıratlar mutlaka karşılaştırılarak okunmalı, aynı şehir aynı bölgeden hatıratlarını yazmış olanların hatıralarında aynı olaylar için tespit edip söyledikleri yanlış ve doğrular analiz edilerek bu hatıratlar kaynak gösterilerek akademik ülkücü tarih çalışmaları yapılmalıdır.
Son olarak kanaatim odur ki bu kitabın yazarı Murat Yalçın sağduyulu, ilim irfan düşkünü sanat, kültür folklor ve spor ile hem bedenen hem de sağlıklı fikri yapısıyla Ülkücü hareketin İzmir Hatay’daki mücadelesinde var olmuş, bazen acemilikten kendi kendini vurarak bazen de kızıl köpeklerin kurşunlarına hedef olarak arkadan vurulmak suretiyle Ülkücü gazi unvanı kazanmış, farklı zamanlar da cezaevine girerek yusufiyeli olmuş taşmedrese eğitimini tamamlamış örnek olacak, örnek alınacak bir ülkücü olduğunu ispatlamıştır.