
HATIRALARIM 1978-2022
Halim KAYA
Taşmedreseli Suat Günel tarafından yazılmış olan “Hatıralarım 1978-2022” adlı kitabın yazılıp okurlara sunulmak üzere piyasaya çıktığından Sosyal Medyadan arkadaşın olan Bilgeoğuz yayınevinin sahibi Oğuzhan Cengiz ile yine sosyal medyadan arkadaşım kitabın yazarı Suat Günel’in tanıtım paylaşımlarından öğrendim.
Önce Taşmedreseli Suat Günel’e mesaj atarak posta ve kitap ücreti tarafımdan ödenecek şekilde ödemeli ancak hatıra da olması bakımından imzalı göndermesini istedim. Haklı olarak bu gibi diğer taleplere de topluca bir cevap babından kitapları göndermesinin kendisine mali bir yük getirdiğini söyleyerek, bu yükün altından kalkamayacağını söyledi. Yayınevi sahibi de yazarın yanında olmadığı için imzalı gönderemeyeceğini ifade etti. Bütün bunlardan sonra kitabı Samsun’da faaliyet gösteren Endülüs kitapevine sipariş verdim, ancak o da dağıtım ağı problemleri ve temindeki problemler nedeniyle on beş gün içinde ancak getirte bildi.
İki gün önce elime geçen kitabı bu gün saat 06.35 de okumaya başladım. Kitap Bilgeoğuz yayınları tarafından İstanbul’da 2022 yılında basılmış. Kitabın biti kısmında düşülen son nottan ikinci cildinin de yolda olduğunu ya da yazılmaya niyet edildiği anlıyoruz. İnşallah bu hatıratın sabır ve dört gözle ikinci cildini de bekliyoruz. Kitap her konuya bir başlık atarak yaşanılan her bölüm birbirinden ayrı olaylar şeklinde anlatılmış seksen bir başlıktan oluşmaktadır. Kitap gayet güzel mizanpaj edilmiş, dizgisi ve anlatımı sade ve anlaşılır. Kitabın önsözü İçindekiler kısmından sonra Selahattin Arpacı’nın daha önce yazarın “Eylül Kardelenleri” adlı şiir kitabına yazılmış önsöz konularak oluşturulmuş. Bu hem merhum Selahattin Arpacı’ya duyulan vefa ve sevginin sonucu olsa gerek. Önsözden sonra yazara ait “Coplar”, “Anne!”, “Velican” adlı şiirler konulmuş, efsane şehit Velican yaşatılmaya çalışılmıştır.
Yazarın “Coplar” şiirinde “Askerin polisin namusunu korumak” mısraında emir komuta zinciri içinde hareket etmek zorunda olan askerin er tayfası ile polislerin yöneticiler dışındaki emir altında olan kısmının kastedilmediğinden eminim. Suat Günel Askeri de polisi de yöneten yabancılaşmış, hainleşmiş zihniyeti, bu zihniyeti temsil eden yüksek rütbeli subay ve bürokratları, Emniyet Müdürlerini kastediyordur.
Suat Günel’e Selahattin Arpacı’nın kızının sorduğu “Suat Amca daha önce hiç ağladın mı?” sorusuna verdiği cevap ülkücülerin ağlamayı bildiğini ve bunu üzerine Selahattin Arpacı’nın ağlaması, hatıraların bile onları ağlatmaya yettiğini göstermektedir. Suat Günel cezaevindeyken Başbuğ Alparslan Türkeş Suat Günel’i savunması için bizzat kendi avukatı Av. Enver Yakupoğlu’nu görevlendirmiş, neticede Suat Günel’in Türk Ceza Kanunun313. Maddesi ile 146. Maddesinin 1. Fıkrasına göre suçlandığı Çete Kurmak ile suçlandığı davayı kazanıp çetecilik suçlamasından berat ettiren Av. Enver Yakupoğlu aynı Çete Kurmak suçuyla suçlanan MHP genel merkez yöneticilerinin davasında bu kararı emsal karar olarak kullanarak (S:20) Başbuğ ve müvekkillerinin beraatını istemişlerdir.
Cezaevinden çıkınca hiç teşkilatlardan uzak kalmayan Suat Günel Bizim Ocak teşkilatlarında faaliyetlerine devam ederken teşkilatın tabelasını “Maltepe Merkez Ülkü Ocakları” olarak değiştirip, Bizim Ocak İstanbul İl Başkanı Erdem Karakoç’a izah ederek bu değişikliğin yapılmasına ikna edip Erdem Karakoç’unda Başbuğ’u ikna etmesi sonucu Bizim Ocak isminin eski isme dönülerek Ülkü Ocaklarına tebdil edilmesine (S:21) vesile olduğunu ifade ediyor.
Hacı Türkeş
Başbuğ Alparslan Türkeş ve Ülkücüler hiçbir dönem İslam’ı istismar ederek oy kazanmak, ya da topluma şirin görünmek aracı olarak kullanmadılar. İnançları, ibadetleri de hataları kusurları da olduğu gibi tabiydi. Suat Günel de çevrede herkesin Erbakan’ın hacılığını konuşmasından -aslında bu MSP’lilerce bilinçli yapılan siyasi propagandaydı” etkilenerek Başbuğ’un hacca gitmesi üzerine bir kutu boya alarak mahallesindeki duvarlara “Hacı Türkeş – ÜGD” yazarak ilan etmiş, ancak bu gelişmeden haberi olan başbuğ Ankara’dan İstanbul MHP il Başkanlığını arayarak “Duydum ki Maltepe Cevizli’de ‘Hacı Türkeş’ sloganları yazılmış duvarlara ben hacı oldum evet, ama benim hacılığımı kimse istismar edemez. Kimler o sloganın yazmışlarsa çabuk sildirin duvarlardan” (S:28) diyerek talimat vermiş ve MHP İl Başkanlığı da Suat Günel’i bulup partiye çağırarak kimin yazdığını sormuş, Suat Günel kendisinin yazığını söylemesi üzerine o yazıları silmesi kendinden istenmiştir. Suat Günel de “Hacı” kelimesini “Başbuğa” dönüştürerek duvara yazdığı “Hacı Türkeş-ÜGD” sloganını “Başbuğ Türkeş–ÜGD” şeklinde düzeltmiştir. Bu konuda önceleri MSP milletvekili olan ancak 12 Eylül sonrası MÇP genel başkanlığı yapan Abdulkerim Doğru’nun bir gazetede çıkan röportajını okumuştum. Abdulkerim Doğru MSP’de milletvekili olduğu zamanlarda yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyordu. “O zamanlar mecliste İmam Hatip Liselerinin açılması görüşülüyordu. Ben Erbakan’a bu yasaya destek verelim meclisten çıksın, daha fazla İmam hatip Lisesi açılsın dedim. Erbakan ‘Ben iktidara gelince çıkarır daha fazla oy alırım’ diyerek kalktı ve meclisi terk etti.” O yasa da meclisten çıkmadı.” İşte istismar budur. Yoksa olanı ilan etmek, hem de kendisinin haberi dahi yokken bir genç tarafından ilan edilmesi istismar sayılmaz.
Suat Günel çevresindeki komünistlerin ve bölücülerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi aracılığıyla 170.000 Tl tazminat aldığını öğrenince cürmü Hüseyin Baştan’a bu yolu kullanarak bizde tazminat alalım deyince Hüseyin Baştan “… bize kendi avukatını göndererek biz asılmaktan kurtaran Alparslan Türkeş’e sormadan bir karar verirsen çok ayıp etmiş olursun” (S:32) demesi üzerine Suat Günel’in izin vermeyeceğini tahmin ederek sormak istememesine rağmen teşkilat kararı alınarak sorulur. Başbuğun böyle bir talebe cevabı “Evladım Hüseyin hiçbir Türk Milliyetçisi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni mahkemeye veriri mi?” (S:33) diyerek baba şevkatıyla tatlı bir fırçalama ile bu isteğe izin vermez.
Suat Günel Başbuğ Türkeş’le ilgili hatıralarından sonra hatıraları içinde olması pek muhtemel olmayan Emir Timur ile Ebulfez Elçibey’den bahseden iki başlık açmış, buradaki amacı her iki Türk devlet adamının kişiliklerinden yola çıkarak Türklerin İslam ve Türk birliğine bakışlarını ortaya koyarak ideal bir tip tarif etmektir. Üç büyük Türk devlet adamının da ruhları şad olsun.
12 Eylül öncesi Ülkücülerindeki o yüce ruh onları birbirlerine kenetlemiş, silahlı çatışmada arkadaşlarını kendi nefsine tercih edenler yaralanıp cezaevinde komünistlerin arasına tek başına tedavi için yatırılan Hüseyin Baştan’ın başına bir hal gelir endişesiyle hap içip intihar etmiş süsü verilen Timur Taban, Tamer Durmaz’da Hüseyin Baştan’ın yattığı hastaneye yatarlar (S:44) ve arkadaşlarının can emniyetini almak için kendi canlarını ortaya koyarlar.
“Türkiye’nin hemen hemen her köşesindeki hapishanelere doldurulan biz ülkücüler namazımızı kılıyor, orucumuzu tutuyor hapishaneleri Taşmedresi-i Yusufiyye yaparak sistemin canavar dişlileri arasında imanımız ve sevdamız ile erkekçe direniyorduk direniyorduk, direndik baş eğmedik başlar eğdik. Zaman geldi ceaat ile nazma kılmamız yasaklandı askeri cezaevlerinde. Hücrelerde zindanlarda iftariyelik sahurluk verilmeyip oruç tutmalarımız engellenmeye çalışılsa da kuru somunu suya bandırıp açtık iftarlarımızı ve sahurlarımızı.” (S:81) aslında bu yazılanlarla kimseye bir cevap olsun diye yazılmamış, sadece yaşanılanlar ortaya konulmuş olmasına rağmen bugün Ülkücülerin din anlayışından ve yaşayışından dem vurarak eleştiri getiren bütün tatlı su alıklarına bir cevap oluşturmaktadır. Ülkücüler öyle ibadetlerini karşılaştıkları zorluklarla mücadele etmeden, tatlı su balıklarının yaptıkları gibi hiç denemeden, hiç mücadele etmeden peşinen zorluk anında ibadetler hususunda kolaylıklara cevaz verilmiştir diyerek ibadetlerini terk etmemişler, mücadeleden kaçmamışlardır. O ülkü devleri her zaman islamı istismar etmeden yaşamanın ve yaşatmanın mücadelesinde bulunmuşlar, nefislerini yenmenin cihadı ekber olduğunu bilmişlerdir. Kim ne derse desin, bu dünyanın öbür tarafı da var, herkes yapıp ettiklerinden sorulacaktır.
Ülkücüler ırkçı değildi, ülkücülük ideallerinde bütün dünyaya nizam götürme ve barış içinde yaşamak en önemli yer tutuyordu. Bunun nişanesi başbuğ Alparslan Türkeş’in samimi arkadaşı ve milletvekili adayı da yaptığı “Levon Panos Dabağyan (11 Kasım 1933; Aksaray, Fatih, İstanbul – 7 Mayıs 2017, İstanbul) “ ile İzmirli zenci asıllı Türk milliyetçisi Arap Muzaffer lakaplı Muzaffer Kayıhan arkadaşı Alparslan Türkeş’e “Bize ırkçı diyenlere beni gösterin” dediği de rivayet edilirdi. Taşmedreseli Suat Güenl’in Ermeni asıllı Türk vatandaşı cezaevinden koğuş arkadaşı İshak Misak Ege (S:95) Türklerden başka millet ve ırklardan Ülkücü olan ne ilk ne de son ülkücüydü. Ülkücü Hareket, her gün sosyal medyada bir ülkücünün yayınladığı farklı ırklardan insanlara yaptırdıkları Bozkurt işaretiyle sempati toplamaya devam edecektir.
Ülkücü hareket içinde mücadelenin yoğun yaşandığı dönemlerde görev almış Suat Günel gibi Ülkücüler hatıratlarını yazdıkça karanlıkta kalan o şanlı mücadelenin tarihi yazılacak, gelecek nesillere aktarılacaktır. Suat Günel de İstanbul Şişli’deki Ülkücü Mücadeleyi anlatan Yücel Amil’den sonra yine İstanbul’un Maltepe gibi başka bir semtinde yaşanılan ülkücü mücadeleyi hakkını vererek anlattığı bu kitabıyla o günlerde şahit olduğu şanlı mücadelenin kahramanlarının ve şehitlerinin unutulup gitmesine bir nebze olsun engel olmaktadır.
Komünistler İstanbul Ülkü Ocağı başkanı Yılmaz Özcan’ı kafasından vurmuşlar, ancak Allah’ın verdiği canı Allah alır, Yılmaz Özcan ölmemiştir. Başbuğ bir liderlik örneği sergileyerek onu yurt dışına tedaviye göndermiştir. Burada tedaviye Alparslan Türkeş, ülkücüler ve ülkücü teşkilatlar ceplerinden hiç para harcamasalar da, onların manevi desteği yeter aslında. Çünkü teşkilatın manevi desteğiyle oluşacak kolaylaştırmalar bile bazen insana yapılacak milyarlarca lira destekten daha makbul olur.
Yıllar önce İstanbul Fatih’te gerçekleşen Metin Yüksel hadisesinin gerçek yüzünü anlatan olaya vakıf birinin yazdığı yazıyı okumuştum, camiye namaz kılmak için gelen ülkücüleri camiye sokmak istemeyen Akıncıların lideri durumundaki Metin Yüksel ile tartışan bir grup Ülkücü arasındaki arbede sırasında metin Yüksel vurulmuş ve akabinde ölmüştü. Suat Günel, Metin Yükselin kardeşi Edip Yüksel ile cezaevinde aynı koğuşta kaldıklarını, kendilerine katil ve faşist değdi için Ülkücü Tamer ve Sarı Kemal tarafından tartaklandığını ve gardiyanlar gelip kurtardıktan sonra Edip Yüksel’in “Tahliye olunca Türk Devleti’ne ve ordusuna karşı dağlarda keleşli silahlı ayrılıkçı İslamcı gençleri organize edeceği”ni (S:109) söylüyor. Edip Yüksel’in şu an Amerika’da CIA ve Pentagon korumasında yaşadığını da söyleyen Suat Günel Bölücü Kürtçülerin İslamcılık ve Ümmetçilik maskesiyle MSP içine sızdığından da bahsetmektedir. Ancak bu kanaatin doğru olmasına rağmen eksik bir kanaat olduğunu düşünüyoruz. Siyasal İslamcı ve Siyasal Ümmetçilerin hepsi Türk’e, Türk adına, Türkçülük düşmanca bir tavır içindeyken bütün etnik guruplar hakkında ise Edip Yüksel gibi sempatik bir kardeşlik düşünmektedirler.
Maalesef Ülkücü olup da tutuklanan, cezaevine giren ancak işkenceden söz etmeyen olamaz, enva-i çeşit işkenceler arasından Suat Günel’in de nasibine kolunun kırılması, kırılan kolun yanlış kaynatılması ve kurt köpeklerini saldırtıp eğitimli köpeklere saatler süren ısırtmalarla yaralanmasına (S:115) yorgun düşmesine sebep olmalar düşmüştür.
Suat Günel de hatıratını anlatırken kronolojik bir sıra ile ve gün, ay, yıl tarih vererek değil de zaman içinde gel-gitler yaparak, zamanda atlamalar yollu bir anlatım yapmayı tercih etmiştir. Sanki mevzu açıldıkça aklına gelen başından geçmiş olayları anlatarak muhabbet eden bir sohbet ortamıymışçasına anlatıyor.
Ülkücülere zülüm yapmakta gayet ustalaşmış savcı, polis, gardiyan gibi komünist kamu görevlileri başka bir isimle cezaevinde yatan birisini tespit edemiyor, aynı isimle asıl şahıs da tutuklanınca aynı cezaevinde aynı isim ve soy isimde iki mahkûm yatar olmuştu. Suat Günel’in anlatımıyla asıl adı Nazım Avcı olan honki ponki lakaplı “Beykoz Ocak başkanı Hasan Alkaç’ın kardeşi Yücel Alkaç ismiyle yatıyordu cezaevinde. Kısa boyundan dolayı Aspirin diyordu arkadaşlarımız, sonra bir lakabı daha oldu ‘honki ponki’ olarak.” (S:137) arkadaşlarıydı bu kişi. O zamanın Adli Tabipliği ve Polis Krıminali parmak izinden veya genetik herhangi bir tahlille gerçek kimliği tespit edememiş. Daha sonra “Beykoz Ocak Başkanı Hasan ve kardeşi Yücel Alkaç yakalanınca iki Yücel Alkaç oldu hapishanede ve Nazım Avcının bombası patlamış oldu.” (S:136) Yücel Alkaç adıyla yakalanıp cezaevinde yatan sonra cezaevinden kaçan ancak tekrar Yücel Alkaç olarak yakalanan Nazım Avcı’nın kendisi arkadaşlarına ben Nazım Avcı’yım dese de inandıramamıştır. Ancak Abdullah simli bir ülkücü ziyarete gelip Nazım Avcı diye hitap edince arkadaşları Yücel Alkaç olmadığını öğrenmiş ancak asıl Yücel Alkaç yakalanınca aynı cezaevinde iki Yücel Alkaç olması dolayısıyla ancak Nazım Avcı olduğu idarece anlaşılmıştır.
Suat Günel 1978 yılında tutuklanıp sorgulandıktan sonra Paşakapısı Cezaevi 2. Kısıma getirilmiş cezaevi Ülkücüleri başkanı Mevlüt Kızak kendisini cezaevinde yatan arkadaşlarıyla tanıştırır. Tanıştırırken “Alt ranzalarda Üsküdarlı Düccane Cündioğlu…” (S:143) diyerek tanıştırdığı şimdilerin mütefekkir geçinen meşhur Düccane Cündioğlu’dur. Cezaevinden çıktıktan sonra çizgisinde Siyasal İslamcılığa doğru bir kayma olmuş, ancak son yıllarda bu çizgisinden de vazgeçmiştir. 1986-87 yıllarında Bursa Uludağ Üniversitesinde okurken ağabey dediğimiz bazı kişilerin önderliğinde üniversiteden 70-80 ülkücü olarak İstanbul’dan içinde Dücane Cündioğlu ve Bursa Uludağ Üniversitesi mezunu olduğunu bildiğim Aziz Avar’ın da olduğu bir ekiple dergi çıkaracaklarını bizlerinde yazı yazabileceğimizi söyledikleri “Yazı” adında bir dergi teşebbüsü olmuş ve abone olmuştuk. Yazı adlı bu dergi ilk sayısında Milliyetçiliğin küfür olduğunu yazdığı için abonelikten vazgeçmiş ancak yatırdığımız abone ücretlerinin kalanını geri iade alamamıştık. Duyduğuma göre bu Dücane Cündioğlu daha sonra Mısır’a gitti ve Arapça öğrendi. Bizim üzerimizde böyle menfi bir kanaat oluşmasına sebep olduğu ismini okuyunca hemen aklıma geldi.
Bizim üniversite ve aydın kesimi de, basın ve basın mensupları da korkaktır. Hiçbir zaman Türkiye de yapılan ihtilallere erkekçe karşı çıkamadılar. Şakşakçılık yapmaktan öte hiçbir davranış gösteremeyen aydınların ve basın camiasının hiç olmazsa içlerinden her zaman doğruyu söyleyemeseler de buğz eden bir kesim olsaydı, ülke bu kadar ihtilale maruz kalmaz, demokrasi her on yılda bir kesilerek ülke her seferinde 50 yıl geri götürülmezdi. “Devletin temeline dinamit koyanlar ile devletin temeline dinamit koyanların temeline dinamit koyuyorum cevabıyla hareket edenleri milletimiz ayırt etmektedir” (S:169) erkekçe çıkış yapan bir kişinin olduğunu Suat Günel’in “Hatıralarım 1978-2022” adlı kitabından öğrendik. Ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu ile komünist Necdet Adalı ikisinin de resimlerini yan yana koyarak her ikisinin de kendi gözlerinde farkları olmadığını gösterircesine manşet yapan Tercüman Gazetesinin o günkü genel yayın politikasına da ters düşmeyi göze alarak bu yazıları yazan Ergün Göze’den başkası değildi. Allah rahmet eylesin.
12 Eylülden sonra yargılanan, hapis yatan ülkücülerden neredeyse tamamına yakını işlemiş olduğu suçtan dolayı cezaevinde yatmamıştır. Ülkücülerin Cezaevinde yatmalarının sebepleri; ya kamu görevlisi olan polis ve savcıların komünist ideolojinin uşağı olmaları dolayısıyla oluşturdukları sahte belge ve delillerle destekledikleri suçları ülkücülerin üstüne yıkmak için yazdıkları iddianameleri zorla imzalatmaları nedeniyle, ya işkence görmekten takati kesilen veya işkence görmeyim diye işbirlikçilik yapan kişilerin iftiraları yüzünden, ya devlette çalışan farklı zihniyetteki görevlilerin işlediği suçları Ülkücüler işlemiş gibi göstermek için yapmış olduğu planlı suçlardan, ya da başka kişilerin işlediği faili meçhul suçların basın ve kamuoyu tarafından suçun işlendiği bölgedeki en faal, önde gelen ülkücüleri bertaraf etmek için üstüne atılması dolayısıyla hapis yatmışlardır.
Ülkücüler devletin asayişi sağlamakta zafiyet gösterdiği yerlerde kendilerini gönüllü görevli sayarak devlet otoritesini sağlamaya çalışmışlar, zaman zamanda devlet yetkilileri gayrı resmi de olsa ülkücülerden yardım talep etmişlerdir. Bu olaylardın ilk akla gelenlerin biri Fatsa’da oluşturulmuş Komünist Kurtarılmış Bölgesi adı altında yapılan Küçük Moskova adlı Rus yanlısı devlet provaları, diğeri de Ermeni ASALA çetelerinin Türkiye Cumhuriyetinin dış ülkelerdeki Büyükelçilik Bürokratlarına karşı yaptıkları silahlı eylemlerde Bürokratlarımız öldürmeleridir. Suat Günel’in de değindiği Ordu Aybastılı Nevzat Karayün ve Artvinli Sedat Hacıoğlu –her ikisine de Allah’tan rahmet dilerim- Fatsa ve Artvin’de verdikleri şanlı mücadele bunlardan esinlenen “Ordu Valisi Reşat Akkaya da ülkücülerden oluşan sivil milisler oluşturmaya başladı.” (S:207) nitekim bu konuda haberleri o zamanlar gazetelerde okuyorduk. Asker ve Polislerin yanında yüzleri maskeli siviller, ‘Terzi Fikri’nin adamlarının yerlerini tespit ediyor ve Fatsa’ya devlet gücünü hâkim kılmaya çalışıyorlar.’ diyerek. Sonraları birkaç kişiden dinlemiştim, yanındaki kişinin ya da tanıdığı birisinden bahsederek Fatsa’da polislere yardımcı olan o maskeli Ülkücü kişilerden biri olduğunu öğünerek anlattıklarını.