- ÜÇ HİLÂLİN KAHRAMANLARI
YAŞAR ÖZCİVLEZ
Pazar günü idi. Eve bir genç geldi. Elinde benim adresim ve bir mektup. Tosya’lı olduğunu söyledi. Bizim hemşehriler, İstanbul’a okumak üzere gelen Yaşar’a benim adresimi vermişler, ilgilenmem için mektup yazmışlardı.
Orta boylu, pehlivan yapılı biriydi Yaşar. Çabuk çabuk konuşur, sanki acelesi varmış gibi, bir sözünü bitirmeden hemen bir diğerine geçerdi. Babası o çok küçükken vefat etmişti. Bir anası vardı onun bunun işine giderek geçinen. Yaşar onun son ve tek ümidi idi…
Ortaokulu ve liseyi zorluklar içinde okumuştu Tosya’da. Ortaokul bitince çalışmak zorunda kalmış, at arabacılığı yapmış, liseye bir yıl sonra başlayabilmişti. Liseden sonra da bir yıl beklemişti bu yüzden.Pek elinden tutan olmamıştı. Çok kimseye kırgın ve küskündü. Fakat bunu gizlemeğe çalışır, lâf açılınca “boş ver ağabey, işin sonuna bak” derdi.
İstanbul’a geldiği yıl üniversite sınavına girdi. Fakat kazanamadı. Ben, memlekete dön diye ısrar ettim. Fakat o, muhakkak bir yere gireceğim diye diretti. O yıl, bir taraftan bir garaj sahibinin yanında çalıştı, bir yandan da milliyetçi bir dostumun dershanesinde üniversiteye giriş kurslarına devam etti. Dershane sahibi arkadaş ondan para almıyor, ayrıca bir burs niteliğinde bir miktar para veriyordu. Yaşar memnundu hayatından. Garaj sahibi bir de oda vermişti yatıp kalkması için. Karşılığında onun ortaokula giden oğluna ders veriyordu Yaşar.
Bir yıl sonraki üniversite giriş sınavında Yaşar çok yüksek bir puan aldı ve İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girdi. Bu onun için yeni bir dönemin başlangıcı idi. Tosya’ya birkaç günlüğüne gitti, annesine haber verdi ve döndü.
Üniversite öğrencisi olmuştu artık. Ders çalışması gerekiyordu. Bu bakımdan garajda çalışması imkânsızdı. Ne sıgarası vardı, ne de gereksiz masrafı. Ama, ah aç karnına durulmuyordu ki… Önce Kabataş lisesinde, sonra Fatih kolejinde etüt ağabeyliği yaptı. Buralardan para vermiyorlardı. Fakat iki öğün yemek yiyor ve geceleri okulda yatabiliyordu. Bu arada milliyetçiliğini aksiyon haline getirmişti. Çevresine kümelenen genç beyinlere bildiklerini o saf ve içten, aceleci konuşmasıyla aktarıp duruyordu. Bu gençleri sık sık bana getirir ve tanıştırırdı. Övündüğünü sezinlerdim onlarla. Ben kendisini teşvik edince bir başka olur, kızarır “görevimiz ağabey” derdi. Bu tür faaliyetlerinden dolayı iki okulun da etüt ağabeyliğinde de fazla duramadı. Bir ara Galatasaray lisesinde de aynı görevi yaptı. Orada yetiştirdiği bazı gençler, şimdi bizim övündüklerimizdendirler…
Yaşar bütün bu sıkıntılar altında üç yıl hiç sınıfta kalmadan devam etti okuluna. Son yılında asistan olmayı koymuştu kafasına. Üniversite öğretim üyelerine kızıyor, onların yerine geçerse çok şeyi düzeltebileceğini söylüyordu. Pek çok arkadaşını da bu yola sokmağa çabalıyordu.
Bütün sıkıntısına rağmen, ne kadar ısrar edersem, durumunu söylemezdi. Başkalarından öğrenir, çağırır, ısrar ederdim. O kızarır “boş ver ağabey, her şey geçer” derdi. Göğsünde bozkurt amblemli bir gömleği vardı. Son senesinde hep onunla görüyordum. Hemen her gün yanıma gelir, hatır sorar, kalkar giderdi. Eve gelmesini söylediğim zaman “sıkılıyorum“ derdi. Bayram günleri gelir, uzun uzun geçirdiği günleri anlatır, geleceğin hayallerini kurar, mühendis olunca annesini yanına alacağını söylerdi. Son bayramda gene o bozkurtlu gömlekle geldi. Bir başka gömleği olmadığına yorumladım ben bunu…
O yıl Teknik Üniversitesinde komünist bölücüler iyice azıtmışlar, milliyetçileri okula almamağa, gelenleri dövmeğe başlamışlardı. Yaşar şimdi militan bir gençti. Gözünü budaktan sakınmıyor, belâdan kaçmıyordu. Bazı arkadaşlarını pasiflikle suçluyor, gelip onları bana şikâyet ediyordu.
Bir gün arkadaşları, onun çok büyük bir tehlike geçirdiğini haber verdiler bana. Kendisini çağırttım ve bir babanın oğluna söyleyeceklerinden çok daha ağır şeyler söyledim kendisine. Karşımızdakilerin basit teröristler değil, kızıl ordunun militanları olduğunu anlattım. Beni sessizce dinledi. Ona, gereksiz ve arkadaşlarıyla müşterek olmayan tehlikelere girmemesini, annesinin tek umudu olduğunu söyledim. “Peki ağabey, bir daha dikkat ederdim” dedi…
Ülkücülerin, Çanakkale’de yaptıkları yürüyüşte, judo kıyafeti giymiş ve en önde yürüyordu. Ben de yürüyüşün filmini çekiyordum. O sık sık önüme geliyor, “Ağabey, beni çektin mi” diyordu. Neşeli ve fütursuzdu. Beraberindeki gençliği gördükçe dünya onun oluyordu sanki. Sanki milliyetçi hareket iktidar olmuş, sanki onun şenlikleri yapılıyordu…
Yaşar’ı vurulmadan bir gün önce gördüm. Dükkâna geldi, telâşlı bir şekilde vedalaşarak, bazı arkadaşlarıyla acele acele gitti. Giderken bir suçluluk ifadesi gördüm yüzünde. Belli ki benim sözlerimi dinlemiyordu. Bir sızı duydum içimde. Bir an, sözü dinlenmeyen bir ağabeyin bencilce bir duygusu sanmıştım. Meğer başka imiş…
Ertesi gün bizim Mehmet Sayın getirdi haberi. Önce inanamadım. Bana “vurulmuş” dedi. Sabaha kadar bütün arkadaşları başında bekledi ve kan verdi. Fakat olmadı, kurtulamadı gitti Yaşar.
Okulun koridorunda pusu kurmuş Kürtçü-komünistler. Onu görünce yaylım ateşi açmışlar… Haber bu kadar…
Yusuf İmamoğlu’nu yazarken, vurulduğu zaman cebinden otuz beş kuruş çıktığını belirtmeyi unutmuşum. Yusuf, Yaşar’dan daha zenginmiş. Çünkü Yaşar’ın cebinden o da çıkmadı…
…………………………………………………………………………
Ülkücü Kadro Dergisi Sayı:3 15Ocak 1977
Bilgeoğuz Yayınları arasında yayınlanan ‘’ÜÇ HİLÂLİN KAHRAMANLARI” kitabı..