Ali BADEMCİ
6.Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanı beni iyi tanıyan birisiydi. İhtilâl’in ilk günlerinde Çukurova Gazeteciler Cemiyeti’nde yaptığı ilk basın toplantısında başta başkan Mehmet Mercan olmak üzere değerli meslektaşlarım şahsımla ilgili husûsî bilgilerle kendilerini kamu oyu önünde aydınlatmışlardır. Oğul Bölügiray da evvelce Çolak yakınları ile ticârî ortalık yaparak kazıklandığı için 12 Eylül’den bir süre önce Ankara MİSK’de sendikacılık yaptığını ve bizleri iyi tanıdığını bana gerek Mete Beşen ve gerekse Rahmetli Adana Bölge Başkanı Aşur Demirbağ bi-zatihi bildirmişlerdir. Gerçi bu Boligiray eşinin Arap olmasından ve o zaman Adana Araplarının genellikle sol görüşlü olmasından ötürü ülkücüleri hiç sevmediğini söyleyenler olmuştu.
Doğru mu yanlış mı bilmiyorum ama ülkücü gençlerin üzerine yıkılan asker cinâyetinden sonra gazetenin yayınlarından ötürü, çok rahatsız olduğunu ve benim için de iyi düşünmediğini o zaman Adana’nin büyük sanayicilerin den, Yürtaş Fabrikası sâhibi Nâfi Yürekli’nin bana anlattıklarından biliyorum. Yoksa İhtilâl öncesi Sıkıyönetim Komutanlığı zamanında bizzat katıldığım basın toplantılarında gerek kendileri ve gerekse kurmay başkanları ve hattâ emir subayı ve geçici olarak emirlerinde bulunan Kayseri Komando Birliği subay ve astsubayları içinde 1977-78’de orada yedek subaylık yaptığım için beni çok yakından tanıyan kişiler yok değildi. Emniyet Teşkilâtı da hakkımda yeterinde bilgiye sahip ve şube müdürleri şahsımı iyi tanımaktaydı. Çünkü daha evvel Cevat Yurdakul beni gözaltına almış sonra Gazeteciler Cemiyet’in ayağa kalkması ve meslektaşlarımın sert tepkisi üzerine serbest bırakıldığım gibi bizzat pişmanlıklarını da bildirmişlerdi. Cuntanın silâhşörü ve zamanın Adana Vâlisihayri Kozakçıoğlu ile Bölügiray’dan sonra 6.Kolordu komutanı olan Burhanettin Bigalı, önce mi sonra mı olduğunu pek bilmiyorum ama Adana MİT sorumlusu olduğu günlerde çok yakın dostlarım aracılığı ile hakkımda kötü intibaa ve kayıtlara sâhip olduğunu sanmıyorum. Peki bu zulüm neydi ve ne içindi? İşte bu soruların cevaplarını ilgililerin ve derin güçlerin bugün düştükleri acıklı durumdan yakınen anlıyoruz. Kendilerine ve millî müesseselere yandaşlık gibi milletimizin hasletinde bulunan duyguların önünü kestiler. Dolâyısiyle olması gerekli “Milli Tepki”yi bu uygulamalarla yok ettiler. Bir daha da böyle bir sansı yakalamaları mümkün değildir. İşte millet nazarında %1 oyu olmayan zamanın Maocuları, şimdiki “Ulusalcılar”dan başka, herşeylerinin altına imza atacak sahte dostların başka arkalarında kimse de yok. Kaldı ki bunlar bile arkada değil önden gidiyorlar. Bugünkü “Ergenekon“ ve “Balyoz” gibi dâvâlarda, zavallılığımızdandır ki, vicdan ve milliyet duygularımızı yine de zaptedemeyip onlara lâf ettirmek istemiyoruz.. Tabiî gücümüz nisbetinde.. Ama şu husustan bile çok emin değiliz ki, uğrunda canımızı verdiğimiz vatan ve milliyet sevdalılarının, yani biz “12 Eylül Mağdurları Ülkücüler”in partilerinde bile acaba ne kadar itibarları vardır?
Ne ise birkaç gün sonra sulu koğuştan Polis Okulu’na câmi diye yapılmış, fakat bu maksatla kullanılmayan geniş ve büyük yere içinde benim de bulunduğum bazı arkadaşları naklettiler. Burası etrafı açık ama çok kalabalık olduğu ve pencereler kapalı tutulduğı için dışarı sıcağı ve insan nefesinden bir barınma yerinden ziyade daha çok saunaya benziyordu. Burada disiplin biraz daha gevşekti. Fakat arkadaşların hemen hemen hiç birini tanımıyordum. Sanıyorum teşkilâtların çaycıları, simitçiler, mensûb görünen çorbacılar gibi polisin ahbapları da gençlerin evvelce olduğu gibi şimdi de aralarında idi. Meselâ bunlardan, benim genel sekreterlik dönemimde muhterem Hocam Necdet Özkaya’nın Başkanı, Ahmet Sofuoğlu-Ayhan Aksu-Tevfik Pampal-Mehmet Turgut gibi mübârek insanların da yönetimde bulunduğu Türkçüler Derneği’nin çaycısı Neşet Ağa da buradaydı. Sözkonusu kişiyi gençler bu camiide “görevli” çözmüşler sanırım benim son sorguya gittiğim gece de döğmüşlerdi.
Günler geçip gidiyor naylon haberlerin dışında memleket ahvali hakkında bilgi alamıyorduk. Bu arada daha evvel de söylediğim gibi hemen hemen tamamını tanımadığım “Büyük Koğuş” ülkücüleri ile sohbetler edebiliyorduk. İşkenceden buraya kimse gelmiyor, buradan sorguya gidiliyor, ya tecrid yahud da serbest bırakılınıldığını duyuyorduk. Sonradan öğrendim ki durumları iyi veyâ devlette nüfûzu bulunan âilelerin çocukları hemencecik tahliye oluyordu. Bir de polise çalışanlar, yani bilerek veya bilmeyerek dâvâ arkadaşlarını satanlar ancak bir gece yatıyor ve ertesi gün çıkıyorlardı. Zavallı ülkücü gençler bunların çok farkında değildi. Fakat yine de uyanık olanlar manzarayı çakmış ve bu sebeble birkaç kavga da çıkmıştı. Ben burada elime geçen ülkücüler üzerinde bir saha çalışması yaptım: Bir kere hepsi tertemiz Anadolu çocukları ve fakir âilelere mensuptular. Fazla teferruattan anlamıyorlardı; ama hepsi canı verecek derede vatansever kişilerdi. İçinde hiç hile olanını görmedim. Pek bilgisizdiler, hemen hemen “Türk Milliyetçiliği ve Ülkücülüğü” şöyle münevvere yakışır biçimde târif edebilecek kişi azdı. Genellikle hepsi “Biz Türkeşçiyiz ve Müslümanız. Dâvâmız da budur.” diyorlardı. Tabii bunun yanında “Bayrak, Din, Allah” gibi sloganlaşmış mefhûmlar dâvâ denilen şeyin özü sanılıyordu. Hemen hemen kitap okumuş olan yoktu. Mahalle, evlerinin yakılması ve kurşunlanması, yolların kesilmesi, bombalama gibi olaylara tepkiler de dâvânın eylem sebebi olarak ileri sürülüyordu. Adana’lı olanların çoğu Karaisalı, Yumurtalık, Tarsus, Kadirli, Kozan ve Osmaniye’li idi. Hataylı olanlar ya Kırıkhan veya Yayladağı ilçelerinden, Mersinliler de ya Erdemli yâhud da Mut veya Gülnar’lı idi. Hemen hemen ilk gelenlerden Ben, M.Ali Özdemir, Adem Eroğlu evli üniversite mezunu, geriye kalanlar 25 yaşları civârında yüksek tahsil de bulunuyorlardı. Hemen hepsi gönlündekilerle haberleşmek istiyordu ama buna imkân yoktu. Âilelerimiz onlara haberleşmede yardımcı oluyor gibi bir kanaat hatırlıyorum ama kim olduğunu bilmiyorum. Bir de uzaklardan ülkücü gençlerin âileleri gelmiş eşim misafir etmiş ve usulüne göre kendilerini çocukları hakkında bilgilendirmiş.
Eşim çok dikkatli fakat yaşı ve eğitimi tecrübeli olmaya müsait bulunmadığı için hatalar da yapıyordu. Mesalâ bütün ısrarlarıma rağmen evde korunma amaçlı bulundurduğumuz bir adet tabancayı “Güvenlik Konseyi kararlarına” uygun olarak teslim etmeyi beceremediği gibi gençlerin de oyununa gelerek babalarının bahçesine gömmüş ve bu yüzden kendisi sıkı bir AP.’li olan rahmetli babasının bahçesine gömerek onun da gözaltına alınmasına sebeb olmuştu. Neyse mecbûren içeride ben bizzat müracaat ederek bu emâneti Konsey kararları doğrultusun da teslim ettikten sonra zavallı adamı bıraktılar.
12 Eylül üzerinden 80 gün kadar zaman geçmişti. Ülkücüler tecrit, bodrum, cami ve arka binanın bilmem kaçıncı katında Siyâsî Şube nezareti olmak üzere 4 mekâna paylaştırılmışlardı. İlk mahkemeye çıkarılacak zanlı ülkücüler 46 kişiydi, ki bunların en kıdemlisi Ben ve Şahin Bilgiç ile diğer 7 arkadaş idi. İşte tam bu günlerin gecesinin ileri bir saatinde “Komutan”ın beni çağırdığı haberi geldi. Bu zamânda hâlâ “Cami Nezerethânesi”nde bulunuyordum. ”Komutan”a götürme işini fenâ bir insana benzemeyen Polis Bekir yapıyordu. Adet üzre gözlerim bu sefer çok sıkı olmamak kaydı ile bağladı ve “Komutan’a götürülmek üzere gençlerin arasından alındım. Götürüldüğüm yerin kapısında başkalarına teslim edildim. Herhalde bu işler basit bir evrak gibi zimmetle yapılıyordu. Kapıda “Komutan” denen adamın o kalın sesi geliyordu ve anlaşılan herşey hazır beni bekliyorlardı. Girer girmez beni bir sandalyeye oturttular ve “Baba”, ”Sabri Hoca bu gelen Ali Bademci’dir. Şu işi bu gece bitirelim. Çünkü beyefendi seni doğrulamıyor ve kabûl etmiyor. Kıvırdıkça kıvırıyor” dedi. Gerçekten karşımda oturan traşlı ve ütülü panolonlu, hatta boyalı ayakkabılı zat Sabri Erdem’den başkası değildi. Gevşek bağlanmış göz bağının altından ben bu son söylediklerimi gördüm. Benim ise altımda her zamanki gibi terli ve kirli bir kot pantolun, üstte kısa kollu bir gömleğe karşılık sırtımda alt ve üst olarak iç çamaşır yoktu. Çünkü evden gelen ne kadar iç çamaşır varsa aileleri Adana’da olmayan gençler tarafından alınmıştı. Sanıyorum giydiklerim terden kokuyordu. 20 gün kadar sonra ikazım üzerine belki mahkemeye çıkarız diye eşim bezden diktiği bir veya iki kat iç çamaşır getirmişti. Ben bu tip iç çamaşırları 1960’larda da annemin hünerli ellerinin mahsülü olarak çok giymiştim. “Baba” Sabri Erdem’e hitaben, ”Bu gece şu Cevat Yurdakul işini bitireceğiz. Bademci’nin yüzüne anlat.” dedi. Hoca eski senaryoyu yüzüme tekrarladı. Fakat çok sıkıntılı idi. Belli ki eziyet görmüştü. Yalan söylediği her halinden de belliydi. Ben konuşmadan “Baba” tekrar açıklama lüzûmunu hissederek, sanıyorum elindeki copu Sabri’nin eline tutturarak ”Bu sana girer mi? Doğruyu söylemezsen sana sokacağım. Oğlum senin için hava hoş. Eşin çalışıyor, 9 tane de kardeşin var içeride yatman halinde herbiri 1000 lira verse bir çocuğunla âilen rahat rahat yaşar. Bu zavallı adamın 3 çocuğu var kimsesi de yok.” dedi ve 5 dakikadan fazla bir sesizlik başladı. Ben “meşhûr ifşaattan” umudun kesildiğini sanarak gayet rahat bir biçimde ve kimsenin olmadığını düşünerek, ”Sabri Bey o cop sana girmez korkma ölürsün bunu yapamazlar, doğruyu söyle…” gibi birkaç kelime daha ağzımdan çıkarken nereden geldiği belli olmayan tekme ve tokatlara marûz kaldım. Ençok belime vurdular ve “Burada da mı akıl vereceksin..” diye hakaret ettiler. Hakaretlerine misli ile cevap verdim ve iddiaların hayâl mahsulü olduğunu, zâten yalan söylediğinin her halinden belli olduğunu ve ifâdelerinin de birbirini tutmadığını anlattım. Başkomiser Demir Yanıker beni yerden kaldırarak koluma girdi ve sana biraz hava aldırayım diye bir tarafa götürdü. Bu esnada kendisine ismi ile hitap ederek ve yalvaran bir sesle Hoca’nın yalan söylediğini belirttim ki gözüm bağlı olduğu halde adı ile hitap etmeme hiddetlendi ve gözümü açtı. Ortaboylu, kıvırcık saçlı zil-zurna alkollü bir adam. Yalvaran hâlime pişman oldum. Bu adam insana bile benzemiyordu. İnsafsız, merhametsiz çok da suratsız bir mahlûktu. Bulunduğumuz yer batı rüzgârına açık bir koridordu ve bu koridorda üstünde daktilo olan bir masa bulunuyordu. Masaya oturdu yine eski teraneyi kendi kendine yazmağa başladı ki “Boşuna yazma arkadaş ben bunu imzalamam. Babanın son tesbitlerini yaz benim ifâdem odur ancak öyle imzalarım” deyince sinirlendi ve ortalığı da aydınlanmış görünce kapıdaki polise “Al bunu yukarıya götür” dedi.
Evet getirildiğimiz yer Siyasi Şube nezarethanesiydi. Belli ki ifadem alınacaktı. Burada beni koydukları odada işkenceden her tarafı şişmiş olan Kadir Akgöllü, yarım oturuyordu. Onu görünce nedense çok dolmuşum ki “Ne oldu ne yaptılar sana” diye sordum. Çok iyiyim ”Ben Gün Sazak’ı öldürdüm” diye samimi itrirafta bulunacağım“ dedi ve beni tanımamazlıktan geldi. Arka odalardan İbrahim Uzun ve Adem Eroğlu’nun sesleri geliyordu ama sanki pek sıkıntılı halleri yoktu. Hatta sonradan öğrendim ki bize sopa atan köpekler ona ve kariyerine hürmeden kendisine rakı ikrâm etmişler. Bunu bana birkaç gün sonra görüştüğümde kendisi söyledi. Ve ifâdeye gitmeden önce kendisi ile ahbab olan işkencecilerin beyânına göre “Çok kıvırıyormuşsun Bademci!” demez mi. Adem’i tanıyanlar bilir ondan sonra adımız ”Kıvırıcı”ya çıktı.
(DEVAM EDECEK)