Ali BADEMCİ
Dünya liderliği iddiâsında olan ülke siyâsilerinin elinin altından uzaklaştırmadıkları en önemli dosya, ülkelerin demografik yapılarıdır. Son iki yüz yıl içinde de demografik yapıların, etnolojik bilgilerin ağırlığı ile aydınlatılıp, buradan elde edilecek neticelere göre siyâset, hattâ ısmarlama ideolojiler üretilmektedir. Amerika olmadan önce uzun yıllar Avrupa’nın nüfûs yapısını ”Hristiyanlık” yönlendirirken, “Fransız İhtilâli”nden sonra vaziyet, “Milliyet” anlayışının yönlendiriliciğine dönmüş ve bugünkü millî devletler böyle ortaya çıkmiştır. Şu anda başa güreşenlerin ellerindeki değişmez ”mikyas” budur. Bu sebeble özellikle uluslararası kuruluşların oluşturduğu demografik haritaları geçin. Bizim böyle bir şeyimiz var mı bilmiyorum ama; dünyanın ilerisinde yaşamak isteyen, istikbâlde gözü olan veya “Türkler” gibi yerküreye yayılmış milletlerin mutlaka böyle bir siyâset belgelerinin bulunması şarttır. Bu belgeler, dünyânın neresinde ne kadar insan yaşıyor bilgileri kadar, o ülkenin insanları ile kader birliği yapmış kişioğullarının sayısı, durumu, dini; hülâsa olarak âidiyetleri pek önemlidir. İddiâsız ve kimliksiz yaşamak istiyorsanız işte şimdiki Türkiye gibi bulunduğunuz coğrafyada “sap” gibi sırıtırsınız. Hristiyan mezheplerini ortaya çıkaran en önemli hususun “milliyet” yarışları olduğunu bilip de “kimliksizlik” de ısrar ediyorsanız “ihânet”, bilmiyorsanız “gaflet”, bile bile yola devâm ediyorsanız “âlet” olduğunuzun farkına varmalısınız? Adından da anlaşılacağı gibi; Germen nüv’eli, fakat, Anglo-Sakson aksülamelli İngiliz milliyetini oluşturan “Protestanlık”ın ortaya çıkışını neden düşünmezsiniz?
Bizim tarihimizin hiçbir devrinde din-dil-ırk gibi husûsiyetler üzerine inşaa edilen bir devlet ve millet şekli yoktur. Aksine birlikte olduğumuz değişik kültürdeki insanlar bizi sâdece “Türk” olduğumuz için severler. Yâni öyle “Müslüman” olduğumuz için sevildiğimiz bir hikâyeden başka şey değildir. Hattâ bugünlerde çok konuşulan ve “İbn-i Fethullah”ın bu makama oturtulacağı söylenen görüşler de boştur? Tarihimizde bir kere yalnız Sultan Reşat tarafından kullanılan “Halife Fetvası”na “Hind Müslümanları” Hilâfet için değil Gazneli Mahmûd, Harezmşah Muhammed ve Celâleddin Harzemşah, Emir Timur ve Zahireddin Babûr için itibar etmişlerdir. Özellikle bizim “Kavm-i Necib” diye hürmet ettiğimiz İslâm dünyasının en büyük parçası ve gerçek “Halife Soyu” dolayısıyle “Fetva Sahibi” Araplar’ın ihânetten başka neyini görmüşüzdür! Bu sebeble bizim başbakanın da, hitap ettiği kimselerin de “Filistinvari” gözyaşları sahte ve yapmacıktır. Bugün yaşayan en büyük Türkologlardan olan Amerikalı dostumuz ve ağabeyimiz Peter Golden’in “Türkler’in cezbedici yanları sanıldığı gibi askerî üstünlükleri değil, karakterleri ve kültürleridir. İdârelerinde asimilasyon varsa güçten ziyâde bu yönlerine bakılmalı..” şeklindeki görüşleri pek doğrudur.
Yine kaş yapalım derken göz çıkarırcasına yazıyı uzattıkça uzattık ama benim öyle kısa şeyler yazmaya alışkın olmadığımdan kaynaklanıyor. Kitaplarımızda hep uzun ve dolaylı anlatımlara alıştığımızdan birden kendimi kaptırıyoruz. Tekrar dönelim Suriye’ye.. Şunu demek isteriz ki burada gerek ülke yönetiminin gerekse dünya politikasında iddiası olanların yayınladıkları nüfûs istatistikleri gerçekleri aksettirmemektedir. Hatta Suriye gibi demokratik olmayan ülkelerde güncel rakamları da bulmak hemen hemen imkânsızdır. Hâkim güçler zâten bu tip istatistikleri o coğrafya üzerindeki emellerine göre şekillendirmektedir.
Tarihi bilgilermizi yoklarsak bırakın eski zamanı sâdece İslâmî devri itibara alırsak Suriye Anadolu’dan bile evvel Türkleşmiş bir vatandır. Kaldı ki bizim “Oğuznâmaler”in Kaşgarlı Mahmûd’dan İlhanlı veziri Reşidüddin’e kadar, daha geneleştirmek istersek Dede Korkud ve Firdevsi’nin Şehnamesi’den, Suriye coğrafyasındaki “Oğuzlar” ve onların kültür unsurları olan efsanelerden ehemmiyetle bahs edilmekte, destan kahramanı Oğuz Han’ın buraların Kağan’ı hatta mülkü olduğu ifade edilmektedir. Bu efsaneler Hz.Muhammed devrinde de konu olmuş ve Şeref Han’ın Şerefnamesi’ne bile Peygamberimizin ağzından hakikat gibi zikredilerek, destanî unsurlar gerçek gibi vurgulanarak ortaya konmuştur. 9. asırda kendisi bir Karahanlı Oğuz olan Ferganalı Tabgaçoğlu Ahmet’in Tolunoğulları ve onları tâkip eden İhşid’ler de bu coğrafyanın, yâni Suriye’nin sâhibi olan Türkler’dir. Zaten burayı Emeviler’in elinden 8.asırda Abbasiler’in Başkomutanı olan Eba Müslimî Horasanî adlı Mervli bir Oğuz Türk’ü almış ve Araplar’ın bu topraklardaki Ehlibeyt cinâyetlerine son vermiştir. Özellikle “Dinler Tarihi” alimlerimizden İlahiyatçı Prof. Yusuf Ziyâ Yörükan buralardaki huzûru devâm ettirmek için Büyük Selçuklular’ın Suriye’ye 2,5 milyon Oğuz Türk’ü iskân ettiğini hatırlamamız gereklidir. Anadolu Selçuklular’ın kurucusu Kutalmışoğlu’nun da Suriye’dan başlayarak İznik’e kadar devleti teşkilâtlandığını, Kılıç Arslan’ın İznik-Konya-Adana-Antakya-Halep-Şam çizgisinde Ehl-i Salib’i darmadağın ettiğini; sadece hatırlamak ve bugün bu ülke sınırları içinde bulunan Osmanlı Ertuğrul’un babası Süleyman Şah’ın mübârek kabrinin Caber Kalesi içinde bulunduğu hususu ile heyacanlanmamak mümkün mü?
Gelelim bugünkü duruma? İfâde edildiğine göre Suriye’de her türlü diktatörlükden korkmadan kendini ifâde eden 3 milyon civârında “Türkmen” olduğu dünya istatistiklerinde yer alıyor. Suriye devleti 2007’ye göre 2 milyon rakamını telâffuz ediyor ve Kürd’e eşitliyor. Buna karşılık 2 milyonu Nusayri 13-14 milyon, Sünni-Arap, ayrıca sayıları az da olsa Ermeni, Çerkez gibi etnik unsurlarla Hristiyan, Dürzî, Yahudi ve Yezidî ile Şiî İsmâilî gibi dini renklilikler de vardır. İsraile Golan tepelerini kaptırdıktan sonra toprakları da ancak Türkiye’nin %20’si kadarına düşmüştür. Esasında Suriye coğrafya olarak Anadolu fayının içinde, yani Anadolu sayılabilir. Bugünkü nüfus tarih boyunca olduğu gibi Şam, Halep, Hama, Humus, Lazkiye vilâyetlerinde toplanmıştır. Yönlendirme yaparsak batı, kuzey batı ve güneyde nüfuz yoğunluğu fazladır. Hatay’ın Reyhanlı-Kilis arası resmi Türk hudûduna eskiden beri Kürd Dağı derler ki günümüzde dağların her iki devlet yakasında da fazla insan yaşamaz; çünkü buralar leçeliktir. Celali İsyanları döneminde Kırıkhan dolaylarında vukuâ gelen Kürt tenkilinde eşkıyalığı devâm edenlar buraya sığınmış, devlete biat edenler ise İslâhiye ve Erzin’de iskân edilmişlerdir.PKK militanlarının zamanında Erzin-Hassa-Kürt Dağı yolunu tâkip ederek Suriye’ye gidiş güzergahı olarak bu yolu kullanmalarının sebebi de budur. Kaldı ki baba Esed’in Türkçe’yi yasakladığı zamanlarda bizim Hassa’nın Karafakılı Köyünün 2 km. ara ile Suriye’de kalan kısmında bu tanınmış Türkmen aşireti yaşadığı halde kaynaklarda “Kürdçe” konuştukları kayıtlıdır. Şunu ifâde etmek istiyoruz ki Antep’den doğuya doğru ancak Ceylanpınar ve Viranşehir karşısındaki Resulayn ve Kamışlı’da Kürt yoğunluğu görülmektedir ki bu insanların çoğu Elâzığ Kamışlı’dan gitmedir ki belki ancak son yıllarda Kürtlüğü kabûl etmişler olup en yazından “Karakoyunlu” bakiyesi olarak adlandırılan “Zaza”dırlar.. Gelelim Halep ve ovasına.. Çok verimli olan ova tıpkı Reyhanlı’nın Amik Ovası gibi en büyük Türkmen aşiretlerinin elinde iken Baas dönemi Araplaştırma politikasından sonra korkudan ve mallarını kaybetmemek için Arapça konuşur olmuşlardır. Tıpkı Kerkük gibi malı olan herkes neyce konuşursa konuşsun kesinlikle Türkmen’dir. İşte doğrudan doğruya kendini herşeye rağmen ortaya koyup Türmenliğini inkâr etmeyenlerin yanında Türk oldukları ve bu hususu kabûl ettikleri halde biraz da İslâmi sebeplerle Arap görünenler kesinlikle 10 günde Türki’ye dönerler. İklib, Hama, Humus vilâyetleri için de aynı şeyleri söylememiz mümkün olduğu gibi buradan daha Lazkiye’ye kadar kesintisiz sadece Türkmenler yaşar ve bu yarım dairenin Hatay tarafı da Cisr-i Hadid’den Kuseyr(Şeyhköy), buradan 25 km. hudut çizgisinde de Yayladağı Bayatlar’ı yaşar ki bunlara aralarında AlevÎ Türkmenler de bulunan Şam Bayatları’ndan ayırt etmek için Halep Bayadı da denmektedir. Tıpkı Kerkük de olduğu gibi. Yayladağı’ı Türkmenleri “Ordu Bayatları” gibi isimlerle de anılır ki Suriye tarafında bulunan parçaları da Bayır-Bucak Türkmenleri’dir. Bayır ve Bucak’ın Suriye’de bugünkü idâri taksimatını bilmiyorum ama iki ünitede en az 200 bin Türkmen’in yaşadığını sanıyorum. Reyhanlı Yayladağı hudûdumuzun Suriye tarafında sanmam ki bir tane Kürdolsun. Sâdece Yayladağı Suriye tarafında ve Akra Dağı gölgesinde Keseb adlı Ermenilerle meskûn büyükçe bir yerleşim yerinin bulunduğunu biliyoruz. Buradan hudûda mâlum “Ermeni Meselemiz” yüzünden bir miktar Ermeni dağıtılma ihtimali de yüksektir.
Hüriyet Gazetesi bir masa başı haberi yazmış ki Yayladağı ile Keseb’i ayıran Cebel-i Akra Dağı’nın gerçek adı Kürd Dağı imiş. Dolayısiyle mâlum helikopter Kürtler’i bombalıyormuş.. Biliyorsunuz “Akra” “Kel”, ”Cebel” de “Dağ” demek. Zaten bizim coğrafya atlaslarımız da bu şekli ile iki ad da geçer. “Akra” ile “Kürd” adının kelime olarak karşılığı “Ekrad” olduğu için güzel uydurma yapılmış ve bizim Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde bile adı yukarıdaki her iki şekilde de zikredildiğini biliyoruz. Diğer yandan Yavuz Selim’in Ridaniye veyâ Mercidabık’a giderken Çelebi’nin beyânına göre “Ben olsaydım bu dağa Tütün Dağı” derdim şeklinde aynı gerçeği ifâde ettiğini de görüyoruz. Dolayısiyle şu “Kürd” işini de çok büyütmeye başladık. Neredeyse bizim Karadeniz’in Kıpçakları’nı da Kürd edip devleti elden kaçıracağız.
Gelelim Suriye’de Araplaşmış Türk ile Arab’ı nasıl ayırt edeceğimize. Arkadaşlar bizim İslâma Allah kelâmı olarak dört elle sarldığımız yıllar Büyük Selçuklu, yâni Tuğrul, Çağrı, Alparslan, Melikşah, Sencer devirleridir. İlk Sultanlar kesinlikle haftada iki gün orucu bırakmamışlar ve özellikle Alparslan o kadar aşırı derece Sünniliğe bağlı imiş ki onlar da Sünnî olduğu halde Şafiîlerden pek hoşlanmazmış. İşte bu sebeble hiçbir dayanağı olmadığı halde bizim insanımız İmamı Azam’ın Türk olduğunu kabullenerek “Hanefilik”e sarılmıştır. Bugünkü Türk Dünyası’nın Sünni Müslümanları hep Hanefidir. Hatta Şah İsmail’in 12 İmam Şiası bile İslâmi görüş olarak Hanefiliğe yakındır derler. Tabii bu son söylediklerim olmazsa olmaz ve istisnası bulunmayan görüşler değidir. En azından böyle bir teamülün gerçekliğini biliyoruz ve birçok kaynakda da zikredilir. İşte son iddialarımız için bu anahtarı kullanacağız:
Efendim kim bilir kim bilmez bilmiyorum ama Suriye’nin Sünni Arapları genellikle “Şafii” mezhebindendir. Türkler ise “Hanefi” mezhebindendir. İşte bu önemli ölçü Türkü Araptan ayırt ettiği gibi bugün Arapça konuşsa da Hanefi olanların Türk asıllı olduklarını ispata yeterlidir. 1. Cihan Savaşı’nda da bu Şafii Araplar Şerif Hüseyin peşine takılarak esasında bize ihanet etmişler ve Yıldırım Orduları ile onun şerefli komutanı Gazi’yi yumurta ile protesto etmişlerdir.
Doğrusu nedir biliyor musunuz: Suriye’de gerçekte bir tane Arap yoktur. Gerçek Araplar bunları hiç sevmezler ve kendilerine “Sonradan Araplaşan”lar gözü ile bakarlar. Zaten ne yaşama şekilleri, nefizyonomileri, ne dilleri, ne de İslâmi duyarlılıkları diğer Araplar’a benzer. Hakikati isterseniz ne için savaştıkları da belli değidir. Çünkü bizimkilerin söylediği gibi burada bir mezhep çatışması yok. Gerçek anlamda azınlığın çoğunluğa tahakküm ettiği görüşleri de çok doğru değildir. Hükümetten bürokrasiye kadar idâre edenlerin %90’ı Sünnî. Erbakancıların moda ettiği ve Arap Milliyetçiliğini çağrıştıran “Nusayri ve Nusayrilik” de çok geçer akçe değil. ”Ordu ve Polis”in iktidardakilerin elinde olduğu söyleniyor ki bizde de aynı değil mi? Hâsılı biz de Suriyeliler de halt ediyoruz! Allah sonunu hayır getire! Dünya bile Esed’in yerine kimi getireceğinden tereddüde düşüp çark ettiği halde biz hâlâ “Esed gitmeli” diye bağırıyoruz. PKK ve PYD ile içli dışlı politikamızdan ötürü inşallah Kerkük gibi olmaz da gitmesini istediğimiz rejimleri arar duruma düşmeyiz!.. Sağlıcakla kalın.