Eski dünyada etnik çeşitliliğin olması gayet normal bir durumdur. Batıda başlayan “etnitizm” tartışmaları, 20. yüzyılda tam anlamı ile siyasî şekle dönmüş, hatta büyük savaşlarda bu çeşitlilik eski dünya ülkelerinin yeterince aleyhinde kullanılmış; maalesef günümüzün ”küresel” dünyasında da, bir ayrışım ve sömürü aracı haline gelmiştir.. ”Globalizm”i dünya düzeni yapmak isteyen “küresel” aktör veya aktörlerin bu hususta iyi niyetli olduklarını söylemek mümkün değildir. Aynı amaçlar için ”globalizm”den evvel denenen “hümanizm”in fayda sağlamadığı ve yeterli siyasi argüman olamadığı gün gibi su yüzüne çıkmıştır. Buna karşılık, asrın başında ihtilâl sonucu denenen “komünizm”den de netice alınamamıştır. Bütün bunlara karşılık eski dünya ülkeleri “etnik” çeşitliliklerine bugüne kadar bir çözüm bulamamış ve “etnitizm” buralarda bir problem olarak ortaya çıkmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu gibi dev bir organizasyonun dağıtılmasını başka türlü izah etmemiz mümkün olmadığı için daha 93.Harbi’nde Avrupa toprakları ve nüfusunun yarısı elden çıkmıştır. 1000 yıllık “Anadolu Gerçeği”ni oluşturan bu hakikatin, şimdi sadece bu toprakları üzerinde on iki etnik unsura dayalı Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Macaristan ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra 1998-2008 arasında Slovenya, Hırvatistan, Makedonya , Bosna-Hersek, Sırbistan-Karadağ, Kosova olmak üzere 7 ayrı devlet ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla eğer unuttuğumuz yoksa Osmanlı Avrupası’nda yeni devletler kurulmuştur. Asya ve Afrika kıtalarındaki Osmanlı topraklarında ise 23 ayrı Arap devleti vardır ve bunlara yenilerin eklenmesi için “yeni savaş” günümüzde Avrupa’dan bu taraflara taşınmıştır. O zaman Türkiye’yi de sayarsak sırf etnik sebeplerle Osmanlı İmparatorluğu’ndan 35 yeni devlet çıkmış sonucunu elde edebiliriz.
Anadolu ile hemhudut ve Araplardan sonra Türklerle de hakimiyet mücadelesi yapıp kendini tarihe bırakan Pers İmparatorluğu ise milliyet adı ile anılan devletini kaybetmesine rağmen “İran” gibi Türkçe bir ad altında topraklarını ayrı bir devlet olarak muhafaza etmekte ve sırf “Farslığa” dayalı bir organize olduğunu kuvvetle vurgulamaktadır. Demek ki sağlam bir düşman olarak görülmeyen İran bir emperyal kapışma ve bölüşme olan 1.Dünya Savaşı’ndan da kendini kurtarmıştır. Her ne kadar savaş ortamında bu güçler tarafından işgal edilmişse de, savaş sonrasında “Osmanlı” gibi bir nimeti paylaşmak için birbirine düşen emperyal güçlerin eski sınırlarına çekilmesiyle İran, en azından ülke olarak dimdik ayakta durmaktadır.
Esasında 93 Harbi gibi Osmanlı için bir varlık yokluk mücadelesi ile başlayan devletin zoraki ayrışımı, 1.Cihan Savaşı’yla tam anlamı ile süreci tamamlamıştır. Aradan 100 yıl geçtikten sonra gayet sun’i olan Kürt ve Ermeni meselesinden başka Anadolu’da etnik problem sayılabilecek bir ayrışım kalmamıştır. Küresel güçlerin Türk siyasetine taşıdığı tıpkı “hümanizm, komünizm, globalizm” gibi en azından beynelmilel olan “Siyasi Fundamentalizm”in devlet eli ile Anadolu’da 36 etnik unsur olduğunu kendini bilen hiç kimse ciddiye almamaktadır. Bırakın Anadolu’nun güneydoğusunu, bugün Suriye ve İran Kürtlerinin, yaşadıkları ülkeden ziyade Türk idaresini tercih ettikleri bu bölgelerde ABD istihbaratının yakın zamanda yaptırdığı çalışmalardan anlaşılmaktadır. Bir karasal adaya hapsedilen Osmanlı’nın hâkim bürokratları Ermeniler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Siz “Ermeni Diasporası”sının hezeyanına da fazla aldırmayınız.
Dolayısıyla şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, Anadolu Türklüğü kendi etnik unsurları ile100 yıl evvel yüzleşmiş ve ne istiyorsa onlara vermiş, savaş öncesi yaptığı demiryolları gibi yatırımların bedelini de zavallı Türklük, Cumhuriyet devrinde bile ödemiştir. Anadolu Türklüğünün 1000 yıllık beraberlikten şimdi devlet olmuş 36 ülkeye borcu olmadığı gibi, tarihten ve tarihi hadiselerden gelen en azından “kan” alacağı vardır ki, bu vebal onları bunalımlardan kurtarmamaktadır. Bu sebeple ilim adamlarının önünü açın ve görün ki Anadolu’da bir etnik problem olmayıp siyasi suiistimaller vardır; bunun da kuvvetli devlet yönetimleri rahatlıkla altından kalkabilir.
Bütün bunlara karşılık din olarak tamamı, milliyet olarak yarısı kardeşlerimiz olan ve Türkiye’nin iki katı kadar devasa bir ülke ve tabii kaynaklara sahip olan İran için aynı şeyleri söylememiz mümkün müdür? İran’da 1924’de Türkmen Hanedanı Kaçarları bir darbe ile iktidardan uzaklaştıran Rıza Şah Pehlevi’nin başlattığı “Fars-Şia” kültürlü jenosit uygulamaları bugün had safhada olup, bu işi dünyada politika yapan tek ülkedir.
İran 70 milyonu aşkın nüfusu ile %98’i Müslüman (%89 Şii, 9 Sünni) %2’sini gayri Müslimler oluşturmaktadır. İran Anayasa’sı ancak bunları etnik unsur olarak tanımaktadır ki, bunların başında 150.000 nüfusla Ermenler gelmektedir. Danışma Meclisi’nde iki milletvekili ile temsil edilen Ermenilerin, halen İran’da hiçbir etnik ve sosyal meseleleri yoktur. 25.000 nüfuslu Museviler ise aynı durumda olmayıp devletin geleneksel anti Siyonist politikaları altında ezilmekte olup yine de aynı Melis’te bir milletvekili ile temsil edilmektedirler. Şahlık devrinde etkileri fazla olduğu için İran İsrail’i tanıyan ilk ülkelerdendir. İran’ın en eski din gurubu Zerdüştlerdir ve 10.000 nüfusla yine bir milletvekilleri vardır; hiçbir sorunları da yoktur. Asuriler ve Keldaniler de 18.000 kadar nüfus ile tamamıyla problemsiz bir hayat yaşamaktadır ve tek milletvekilleri vardır.
İran’da esas problem, “Müslim” unsurlardadır. Azeriler, Türkmenler, Araplar, Kürtler, Beluçlar ülke nüfusunun yarıdan fazlasıdır. ”Şia” kimliği bu unsurların Sünnî olanlarını ısrarlı bir siyasallaşmaya itmiştir. Dolayısıyla yoğunluk olarak Fars Körfezi’ne birikmiş olan genel azınlık Farslar, elde tutmayı başardıkları iktidar imkânları ile dil-din-mezhep-etnik ayrılıkları olan ve aralarında derin bir siyasi uçurum teşekkül etmiş bulunan büyük kitleleri azınlık olarak tanımadıkları gibi baskı ve şiddet uygulamalarını sürdürmektedirler. İran konu ile ilgili birçok uluslararası sözleşmeyi imzaladığı halde bu halklara uygulamaktan bugüne kadar imtina etmiştir.
İran’da gayri Müslimler dışında azınlık gurupları içerisinde öne çıkan Araplar, Kürtler ve Beluçlardır. Kürtler ve Beluçların tamamı Sünni, Arapların ise çoğunluğu Şii’dir. Tamamı hudut bölgelerinde yaşayan bu gurupların Sünni Türkmenler ve Şii Azerilerden farklı yönleri, ayrılıkçı eğilimlere rağbet etmeleridir. İran için en büyük tehdit ise Kürtler ve Beluçlardır.
Sayıları 2 milyon civarında olan Arap azınlık, Huzistan ve Buşehr eyaletlerinde yaşamaktadır. Buralar, İran’ın Körfez’de en önemli petrol bölgeleri olmasına karşılık, halk tam bir sefalet ve yokluk içerisindedir. Bu sebeple son yıllarda Hürmüz gan, Fars, Bayer, Ahmed, Çarmahal, İlam, Horasan ve Tahran’a yayılmışlardır. Arapların nihai amacı “Birleşik Arap Şii Devleti” kurmaktır. Günümüzün köktendinci örgütü El-Kaide’nin Irak’ın aksine buradaki Araplar arasında kuvvetli olduğundan bahsedilmektedir.
Beluçlar, İran-Afganistan-Pakistan üçgeninde yaşayan ve tamamı Sünnî olan bir etnik unsur olup nüfusları 2 milyon civarındadır. Pakistan’da 17 milyon nüfusu bulunan ve aynı inançlar ile etnik mensubiyeti taşıyan Beluçların öncelikli amacı Pakistan’daki kardeşleri ile beraber yaşamaktır. Tabii olarak bu Sünnî blok içinde Taliban ve el-Kaide’nin ne kadar etkili olacağını söylemeye gerek yoktur.
İran’da en büyük etnik azınlık Farslar gibi “Şia”ya mensup, her bakımdan “Türkmen” asıllı Azeri veya Güney Azerbaycan Türkleridir. Bunların nüfusları 35-40 milyon arasında ifade edilmektedir. En fazla yoğunlaştıkları yer Tebriz’dir, yekpare Türk nüfusu 1,5 milyon civarındadır. Güney Azerbaycan Türkleri, Farsların “eritme-yok etme-inkâr” politikaları olmasa bugünkü İran Devleti’ni kendi devletleri gibi görmekte ve ayrılıkçılığa tevessül etmemektedirler. Sırf bu politikaları yüzünden Şah rejimine karşı dik durmuş ve 1979 İslâm Devrimi’ne şiddetle taraftar olmuşlardır. Devrim öncesi ve sonrasında Ayetulleh Hoyi, Ayetulleh Lenkerani, Ayetullah Ali Hamaney gibi Azeri asıllı din adamları en ön sıralarda bulunmuşlardır. Onlara göre İslâm devrimi, bir Fars devrimi değil “Azeri Din Adamı Devrimi”dir. Bugünkü tek kamaralı ve 290 milletvekilli İran Meclisi’nde Azeri milletvekili 100 civarındadır.
Kürtler, İran’ın Irak ve Türkiye sınırı Kürdistan, Hemedan, Kermanşah, İlam, Loristan bölgelerinde yaşarlar ve nüfusları ancak 5 milyon kadardır. İran şehirleri çerisinde “Mahabad”ın dışında tamamı Kürt olan başka şehir yoktur. Kürtler, Sünni fakat Şafii mezhebindendir. %30 kadarı da, Şah İsmail’in kılıç zoru ile Şii yaptığı unsurlardandır. Kürtler, Araplar ve Beluçlar gibi şiddetli ayrılıkçıdır; arkalarında da tıpkı Irak gibi küresel İmparator ABD vardır. Türkiye’deki PKK’nın uzantısı olarak Pejak ve Komela gibi terör örgütleri de bulunmakta olup kendi başlarına buyruk yaşamaktadırlar. Devleti tanımadıkları için Meclis’te kaç milletvekillerinin olduğu tam olarak bilinmemektedir.
İran’da çoğu yerleşik Azeri Türkmen dışında, Hazar ve Türkmenistan hudutlarında “Sahra Türkmenleri” denen tamamı Sünni ve Hanefi olan 3 milyon üzerinde Türkmen varlığı da mevcuttur. Bunların da itilip kalkılmadığı sürece ayrılıkçılarına çok büyük bir güç atfedilemez. Meclis’te ancak 3 milletvekilleri vardır. Etnolojik yönden Sahra Türkmenleri ile Güney Azerbaycan Türkmenleri arasında zerre kadar fark yoktur.
(Bu hususu ileri detaylandıracağız.)
Sağlıcakla kalın.