Özcan Yeniçeri, AKP’nin 1 Mart’ta TBMM’nin reddettiği tezkereyi bu kez TBMM’nin kabul etmesini istediğini belirterek “Türkiye’de hangi amaçlar olursa olsun yabancı askerin geçiş ve bulundurulması çok vahim bir durumdur.” dedi.
MHP Ankara Milletvekili Prof. Dr. Özcan Yeniçeri, Türkiye’nin bir savaşın eşiğinde olduğunu belirtirken, “Böyle bir aşamada doğru tespit, doğru ilişki ve doğru strateji her şeyden önemlidir. İktidarın milli bir sorunu yalnızca Ak Parti’nin yetkilileriyle görüşüp tezkereye dönüştürmüş olması düşündürücüdür. Tezkere hazırlıkları sırasında ya da tezkere öncesi muhalefetle görüşülmemiş, muhalefet bilgilendirilmemiş ve muhalefetin düşüncelerinden yararlanılmamıştır” dedi.
Yeniçeri, TBMM’de basın toplantısı düzenledi. Tezkereyi değerlendiren Yeniçeri, bu durumun milli sorunlar karşısında milli bir duruş göstermeyi engellediğini, bunun sorumlusunun iktidar partisi olduğunu söyledi. MHP’li Özcan Yeniçeri, şöyle dedi:
Cumhur Başbakan!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyareti Türkiye’deki sistemle ilgili olarak birçok sorunun doğmasına neden olmuştur. Bunlardan birincisi sistemle ilgilidir. Bilindiği gibi Parlamenter rejimlerde cumhurbaşkanı sorumsuzdur. Parlamenter sistemler sorumluluğu yürütme erkine yani bakanlar kuruluna verir. Yürütme erkini temsilen de bu yetkiyi Başbakan kullanır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre de Cumhurbaşkanı sorumsuzdur, icraatın başı Başbakandır. Bu nedenle herhangi bir uluslararası koalisyonda Türkiye’nin yer alıp almayacağına yönelik taahhüt ya da söz söyleme hakkı da Başbakan’a aittir. Başbakan da böyle bir taahhüdü ya da sözü ancak TBMM’nin göstereceği iradeye dayandırarak ifade edebilir.
Bu nedenle Türkiye’nin IŞİD‘e karşı koalisyonda yer alıp almayacağına yönelik soruya ancak Başbakan Davutoğlu cevap verebilirdi. Ancak bu soruya ABD’de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan cevap -hatta karar- vermiştir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, IŞİD konusunda Türkiye’nin üzerine düşeni yapacağını ve ABD’nin istediği desteği vereceğini söylemiştir. Erdoğan bu “Destek; askeri, lojistik ya da siyasi olabilir” demiştir.
ABD Dışişleri Bakanı Kerry de Türkiye’nin koalisyonun ‘önemli bir parçası’ olduğunu ve ‘cephe hattında ve ön saflarda yer alacağını’ açıklamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın, Türkiye’nin cumhurbaşkanı tarafından değil başbakan tarafından yönetilmesini öngörmesi, Erdoğan tarafından önemsenmemektedir. Tayyip Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanı seçildiği günden beri Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı adeta yok saymaktadır. Bu bağlamda BDDK’ya emir verebiliyor. Bir bankayı “o banka zaten batmış” diyerek batık ilan edebiliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan fiilen icra başkanı gibi hareket etmektedir. “Yeni Türkiye”de anayasal olarak parlamenter, defacto (fiilen) olarak da başkanlık sistemi uygulamaya sokulmuş bulunmaktadır. Bu AKP döneminde Türkiye’nin karma (hibrit) bir sistemi değil karma karışık (keyfi) bir sistemi uygulamaya soktuğu anlamına gelmektedir.
Erdoğan bütün bunları uluslararası arenada gerçekleştirerek Türkiye’nin fiilen başkanlık sistemine geçtiğini gösterip uluslararası düzeyde meşruiyet devşirmektedir.
Erdoğan, fiilen Türkiye’nin hem cumhurbaşkanı hem de başbakanıdır. Erdoğan ile birlikte Türkiye’de cumhurbaşbakanlık dönemi açılmıştır!
Diğer önemli bir konu da ABD Dişişleri Bakanı Kerry’nin BM Genel Kurulu’nda yaptığı ve IŞİD’in ortaya çıkmasına kimlerin sebep olduğunu açıklayan konuşmasıdır. John Kerry şu tespiti yapmıştır: “Vaktiyle Esad’ı devirmek için IŞİD’e destek olanlar bu krize sebep olmuştur… Onlar arada çürük elmalar olsa da önemli olan Esad’a karşı savaşmalarıdır diye hesap yapmışlardı”.
Kerry, doğrudan doğruya IŞİD’in ortaya çıkmasında siyasetini Esat aleyhtarlığı üzerine kurmuş olan Tayyip Erdoğan’ı ve dolaysıyla Türkiye’yi işaret etmiştir. Erdoğan, bu itham karşısında ikna edici ve doyurucu bir açıklama yapamamıştır.
Sonuçta Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD ile mutabakata varmış bir biçimde İstanbul’a dönmüştür. Erdoğan’ın İstanbul’da yaptığı basın toplantısında, Rehinelerin kurtarılması sonrasına dikkat çekerek “şu anda pozisyon değişti, bundan sonraki süreç daha farklı olacak” demiştir.
Erdoğan, IŞİD ile mücadeleye ilişkin, atılması gereken adımları da üç başlık altında şöyle ifade etmiştir.
1.Uçuşa yasaklı bölgenin ilan edilmesi ve bu uçuşa yasaklı bölgenin güvence altına alınması,
2.Güvenli bir bölgenin Suriye tarafında tesis edilmesi,
3.‘Eğit-donat’ anlayışıyla burada süreci kimlerle, nasıl yönetileceğinin ortaya konulması.
Türkiye’nin bu taleplerini ABD kabul edebilir mi?
Bu Türkiye’nin ihtiyaçları, beklentileri ve çıkarlarıyla ABD’nin bölge için öngördüğü stratejisinin uzlaşması anlamına gelir ki mümkün gözükmüyor.
Türkiye’de Kılık Kıyafet Sorununun Tarihi!
III. Selim, Yeniçerilerin Rus seferinde olmasından faydalanarak, yeni askeri düzen ve yeni kılıkkıyafetiaskerler arasında yerleştirmek istiyordu. Bazı kaynaklar III. Selim’in Nizâm-ı Cedîd elbisesi ile Cuma namazına gidip askere örnek olmak istediği, böylece Karadeniz Boğazı’ndaki yamaklara da aynıelbiseyigiydirerek, onları da Nizâm-ı Cedîd askerine dâhil etme arzusunda olduğunu yazar.
Padişah, Sekbanbaşı Arif Ağa’yı çağırarak, “Ağa lala ben bu cum’a şemseli kaput ile Nizâm-ı Cedîdim elbisesiyle câmi’e gitmek murâd-ı şâhânem olmağ ile sen dahi bana tebâiyet etmek lâzımdır” der. Sekbanbaşı Arif Ağa, bu durumun sakıncalarına dikkat çekerek padişahı bu işten vazgeçirmeye çalışınca, III. Selim “Bak papas sen benim devletimin nâzırı değilsin; benim emrim elzemdir” şeklince cevap vererek Bostancıbaşı Şakir Hasan Bey’i çağırarak niyetini ona açıklamıştır. Bostancıbaşı “Nola efendim, ben kulun onlara libâs değil şabka dahi giydirmek senin himmetinle mümkündür” der.
III. Selim’in bu teşebbüsünün bedeli olarak başını verecektir. Kısacası kılık ve kıyafetin Türkiye coğrafyasındaki hikâyesi derindir.
Devam eden süreçte 19 yüzyılın ilk çeyreğinde II. Mahmut sarık yerine fesi giyilmesini emretmiş ve buna büyük bir toplum tepki göstermiştir. Bu konuda birçok baş kesilmiştir. Aynı dönüşüm Cumhuriyetle birlikte yeniden tartışmaya açılmıştır. 20 yüzyılın ilk çeyreğinden bu defa da fes/sarık çıkarılmış yerine şapka giyilmesi zorunlu hale getirilmiştir. Bu defa da tepki şapka giyilmesine karşı büyük tepki gösterilmiştir. Toplumda “o sarık baştan ancak başla birlikte çıkar” diyen insanları çıkartmıştır.
İşin özü de şudur: Sarığı çıkartıp fesi giydirmek için de fesi çıkarıp şapkayı giydirmek için de başların kesildiği yerde başın değeri yoktur fesin değeri vardır.
Belki de bu yüzden şair: “Ben ne insan gördüm, üstünde elbise yoktu/Ne elbiseler gördüm, içinde insan yoktu” der. Kılık, kıyafete ya da giyim kuşama bu denli anlam yüklendiği yerlerde insani değerler şekli unsurlarla yer değiştirir.
Türkiye’nin son yirmi yılında her türlü (siyasi, sosyol, ekonomik) hesaplaşmalar kılık/kıyafet üzerinden yapılmıştır. Türkiye’de bilim nakille, inanç şekille ölçülür hale gelmiştir.
Bir dönem Üniversitelerde öğrencilerin başörtüsü sorun yapılmıştı. Zamanın Başbakanı ‘Rektörler başörtülü öğrencilerin önünde esas duruşta duracak’ demişti. Bir başka Başbakan TBMM’ye milletvekillerinin başörtülü girmesinin “devlete meydan okuma” olarak nitelendirmişti. O dönemlerden bu yana siyaseti meşgul eden en önemli simgelerden birisi başörtüsü olmuştur. Bir başka dönemde Cumhurbaşkanı eşinin başörtülü olup/olmayacağı tartışmaların odağına oturmuştu. Türkiye’de başörtülü avukat, başörtülü doktor hep sorun olmuştur.
Başın Nasıl Bağlanacağı Değil Başın Nereye Bağlı Olduğuna Bakılmalıdır!
Başın nasıl bağlanacağıyla ilgilenenler başların nereye (hangi küresel merkeze) bağlı olduğu konusuyla hiç ilgilenmemişlerdir. Hâlbuki önemli olan başın nasıl bağlandığı değil başın nereye bağlı olduğuydu.
AKP, Başörtüsünü Türkiye’de bir rejim ve hesaplaşma aracı olarak kullanılmaktadır. Başörtüsünü AKP’, oy deposunun akaryakıtı olarak görmektedir. Başörtüsü serbestisini taksit taksit uygulamaya sokmasının amacı budur. Bu bakımdan da başörtüsü AKP’nin her sıkıştığında istismar ettiği bir alan olma özelliğini sürdürmektedir.
Başörtüsü konusunun bir yolunu bularak gündem yapılmasının nedeni başörtüsünü serbest bırakmaktan çok 2015 seçimlerine yatırım amaçlıdır.
Reşit olmayan çocukların özgür karar veremeyecekleri ve ailelerinin baskısıyla başlarını örtecekleri ileri sürülüyor. Aynı şey başı açık olanlar için de ileri sürülebilir. Çocuklarının hayat tarzını ve gidecekleri yolu devlet değil anne ve babalar belirler. Dindar aileler okulda yasak olsa dahi, sokakta başını örtüyor. Öyleyse, aynı şeyi sınıflarda yapmasının ne zararı var?
Ne Din Ne de Laiklik Elden Gidiyor!
Şunu bilmek gerekir ki, ne geçmişte uygulanan başörtüsü yasağıyla din elden gitti, ne de orta öğretimde başörtüsü serbestisi gelmesiyle laiklik elden gidiyor. Kılık ve kıyafet üzerinden rejim ve sistem hesaplaşması artık sona ermelidir. Dini simgeler, hassasiyetler siyasi ve ticari rant araç olarak kullanılmaktan vaz geçilmelidir.
İsteyenin başı açık ya da başı kapalı okullara gidebilmesi sanıldığı gibi laik-demokratik sistemi imha etmez. Aksine demokrasi ve özgürlükleri güçlendirir.
Başörtüsünden değil cahillikten korkunuz!
Çözüm Denilen Çöküş Süreci!
Yakma, yıkma, yargılama, öldürme, kaçırma ve devlet otoritesini bölgede marjinalleştirmeye yönelik terörist saldırılarını AKP, “çözüm süreci” adı altında “bir başarı hikâyesi” olarak sunmaya devam ediyor. Hâlbuki daha beş gün önce PKK, Bitlis-Diyarbakır karayolunda bulunan polis kontrol noktasına roketatarlı ve uzun namlulu silahlarla saldırı gerçekleştirdi. Bölgeye giden zırhlı aracın devrilmesi sonucunda 3 özel hareket polisi şehit oldu. PKK saldırıyı üstlendi!
Suruç’a giden Numan Kurtulmuş ile açılım güzellemeleriyle meşhur İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya atılan taşlar görmezlikten geliniyor. HDP’li vekilin askere fırlattığı taşlar için “nankörlük” tabiri kullanılıyor ve Davutoğlu “taş atanlara gül atmaya devam edeceklerini” açıklıyor.
İktidar ve yandaş medyası süreçte şehit edilen ya da kaçırılan onca korucu, polis, asker ve yurttaşın analarını anadan saymıyor olacak ki hala çözüm sürecinde “annelerin ağlamadığı”ndan söz ediyor!
Gerçeklere fena halde gözlerini kapatan bir iktidarla Türkiye karşı karşıyadır. İktidar, sözde “çözüm” adına gerçekleri kamuoyundan saklıyor.
Yakma, yıkma, yargılama, kaçırma, öldürme ve kentleri savaş alanına çeviren eylemlerin ne anlama geldiğini AKP gürühu anlamazlıktan geliyor. Çünkü bunları gerçekleştirenler AKP’nin çözüm ortaklarıdır. Onların bu süreçten ne anladığına bakmak gerekir. Beşir Atalay, her türlü sınırı aşarak ‘artık Kandil’le de görüşebiliriz’ demişti.
AKP’nin “çözüm süreci” için görüşmek istediği Kandil’dekilerin ne dediği ve sürece ne anlam yüklediği bu bağlamda önemlidir.
PKK Savaş’tan Ayaklanmadan Bahsediyor!
PKK’lı Mustafa Karasu işi daha da ileriye taşıyor ve sadece Suruç’ta değil güneydoğunun her yanında “kıyamet” koparılmalıdır diyerek ayaklanma çağrısı yapıyor. Şunları söylüyor: “Türk devleti… Gençleri öldürüyor, yaralıyor. Hareketimizin çatışmasızlık ortamını sürdürmesinin bir anlamı kalmamıştır”.
PKK’lı Cemil Bayık ise savaşa başlama tarihinden söz ediyor. Terörist Bayık, “Savaşı Eylül sonunda başlatabiliriz. Savaş başlatma yetkisi bizdedir”. Öcalan’ın bu konseptteki yeri için de “Öcalan bizim önderimiz… “savaşmayın” nasıl diyecek ki? Dese bile savaşçılar bunu kabul etmezler”.
Bayık, terör örgütüne son aydaki katılımın 93’teki katılım düzeyini aştığını ifade ederek, “93’te ayda 1000’e yakın kişi katılırdı. Geçen ay 1200 kişi” terör örgütüne katılmıştır diyor. Demek ki ortada açılım yok katılım var!
Oslo buluşmalarının kıdemli teröristlerinden Sabri Ok, “Tespitimiz, gerçekten de sürecin bittiği yönündedir… Bizim açımızdan çatışmasızlığı sürdürmenin anlamı kalmamıştır. Artık taraflar kendi uygun gördükleri yollarında ilerlerler”.
Kandildeki terör karargahında oturan Murat Karayılan süreçle ilgili olarak şunları söylüyor: “Ortada çözüm süreci falan kalmamıştır… Süreç bizim için bitmiştir, şimdi Başkan Apo’nun süreç konusunda söyleyeceği son sözü bekliyoruz“.
AKP’nin Umudu Öcalan Ne Diyor?
PKK’nın eylemlerini Öcalan’ın söylemleriyle telafi etmeye çalışan sözde çözümcü gerçekte teslimiyetçi kesim‘önemli olan PKK’nın ne yaptığı değil, Öcalan’ın ne söylediğidir’ diyerek durumu kurtarmaya çalışıyor. Öcalan ise İmralı’dan Kobani saldırıları üzerine aynen şunları söylemişti: “Halkımızın yüksek yoğunluklu savaşa karşı yaşamını şekillendirmesi gerekiyor. Sadece Rojava halkı değil kuzey ve tüm parçalardaki Kürt halkının buna göre yaşamını şekillendirmesi gerekiyor. Bütün Kürt halkını topyekun bu yüksek yoğunluklu savaşa karşı direnişe geçmeye çağırıyorum”.
Öcalan, açıkça Türkiye de dahil Kürtlerin her yerde yüksek yoğunluklu bir savaşa hazır olmasını istiyor.
Şu tespiti özellikle paylaşmak istiyorum: PKK hareketinin hiçbir kolu ve hiçbir aktörü, şu anda siyasi iktidarı rahatsız eden yaklaşımları Öcalan’dan habersiz, hele ona rağmen hayata geçiriyor değiller. Halbuki Kandil ya da Kuzey Suriye’de her şey büyük ölçüde Öcalan’ın bilgisi dahilinde ve onun talimatlarına göre yürüyor.
PKK, hiçbir zaman AKP’nin büyük anlamlar yüklediği “çözüm” denilen sürece, kendisinin varlığını sona erdirecek ya da silahsız/şiddetsiz bir dönemde kendisini anlamsız kılacak bir olgu olarak bakmadı. Aksine PKK bu süreci, devleti zaafa uğratacak, kendisini meşrulaştıracak, silahla sivil alanlara nüfuz edecek bir fırsat olarak gördü. Bunun gereğini de yaptı.
“Çözüm Süreci”nin, AKP’nin söylem ve siyasi bir manevra alanı olmanın ötesinde bir anlamı da kalmamıştır. Suriye’deki son gelişmeler, AKP’nin ‘çözüm süreci varmış gibi’ davranmasının da sonunu getirecektir!
Erdoğan’ın Kafa Karışıklığı!
Tayyip Erdoğan bir yandan devleti PKK ile masaya oturttu; sözüm ona çözüm ve barış sürecini başlattı; diğer yandan da IŞİD’i geriletmek için işbirliği yapan uluslararası toplumu “Ey dünya!!! IŞİD’e karşı ayaklanıyorsun da PKK gibi bir örgüte neden sesin çıkmıyor” diyor. “…Benim ülkemde 32 yıldır devam eden bir PKK terör örgütü acaba bu dünyayı niye rahatsız etmiyor? Acaba bu Avrupalı dostlar bu terör örgütüne karşı niçin rahatsız olmadılar? Niçin onlara karşı en ufak bir mücadeleyi gündeme getirmediler?” diye soruyor.
Erdoğan kendisinin meşru muhatap aldırdığı terör örgütünü Batılılara şikâyet ediyor. İlginç ötesi bir çelişki…
Türkiye’nin Kuzey Suriye’ye Yardımı!
PKK silahlı terörist güçlerini Türkiye’de tutmaya devam ettiği, silahlı mücadele seçeneğini hep gündemde tuttuğu ve Türkiye’yi tehdit ettiği sürece, YPG’ye ağır silah verilmesine ya da yardım edilmesine, bunların PKK tarafından Türkiye’ye karşı kullanılma ihtimali nedeniyle izin vermesi düşünülemez!
Diğer yandan PYD’nin Esat rejimiyle olan işbirliği de Türkiye’nin bu yapıya haklı olarak kuşku duymasına neden olmaktadır. Bunu görmek ve anlamak gerekir!
PKK silahlı güçlerini hâlâ ülke dışına çekmediyse, üstelik Kuzey Suriye’deki gelişmeleri bahane ederek gün aşırı Türkiye’ye karşı yeniden saldırı başlatabileceğini ilan ediyorsa, blöf diyenlere “oraya gelirsek ne yapacağımızı görürsünüz” gibi tehditler savuruyorsa böyle bir örgüte Türkiye neden yardım etsin? İşin en ilginç yanı da şu ki, bu örgüt bir yandan Türkiye’ye savaş açtığı tarihi veriyor bir yandan da Türkiye’yi PYD’ye silah yardımı yapmamakla suçluyor. Hangi devlet kendisine saldıracağını ilan eden bir gücün eline silah verir; bunun herhangi bir mantığı, açıklaması var mıdır?
Tezkere Sorunu!
Türkiye bir savaşın eşiğindedir. Böyle bir aşamada doğru tespit, doğru ilişki ve doğru strateji her şeyden önemlidir. İktidarın milli bir sorunu yalnızca AKP’nin yetkilileriyle görüşüp bir tezkereye dönüştürmüş olması düşündürücüdür. Tezkere hazırlıkları sırasında ya da tezkere öncesi muhalefetle görüşülmemiş, muhalefet bilgilendirilmemiş ve muhalefetin düşüncelerinden yararlanılmamıştır.
Bu durum milli sorunlar karşısında milli bir duruş göstermeyi engellemektedir. Bunun müsebbibi iktidar partisidir.
Millet, milli güvenlik, milli savunma ve milli çıkarlar partiler üstü davranışı zorunlu kılar. ‘Partiden önce Millet’ diyenlerin böyle durumlarda tavrı açıktır. Tezkere gibi milli bir sorun karşısında da durum aynı olacaktır.
Tezkerede Yaman Bir Çelişki!
Tezkerede IŞİD’in yanı sıra PKK’nın da zikredilmiş olması zorunlu bir durumdur. Ancak bu tezkereyi çıkaranlara terör örgütünün lideri bebek katili Öcalan’la MİT aracılığıyla görüşen siz değil misiniz?
Ankara-İmralı-Kandil üçgenindeki diyalog sizin iradenizi yansıtmıyor mu? Sorularına verilecek cevabınızın olması gerekmez mi? Şimdi gelmiş kendiniz samimi ilişkiler içine giriyorsunuz ama dünyayı PKK’ye karşı mücadeleye çağırıyorsunuz ve “Peki ey dünya, IŞİD gibi bir terör örgütü çıkınca ayaklanıyorsun da, PKK gibi bir terör örgütü ortadayken niye ayaklanmıyorsun?” diyebiliyorsunuz. Ne yaman bir Çelişki!
AKP’nin Yabancı Asker Aşkı!
Tezkerede TSK, sınırda güvenli bölge oluşturulması durumunda uluslararası koalisyondan destek alınmasını gerekli olacağını öngörüyor. Ayrıca tezkerede, “Yabancı askerin geçişine ve bulunmasına; TSK’nın da sınır dışına gitmesine olanak izin veren” bir ifade de mevcuttur. TSK, insani amaçlı yardımların ve lojistik destek söz konusu olduğunda üslerin kullanılmasına olanak sağlanmasını da öngörüyor. Askerin, yabancı asker bulundurma ve yurtdışına gitme talepleri tezkereye açıkça yansırken İncirlik dahil “Üs kullanımı” konusunda açık ifade yerine “Esasları hükümet belirlemesi” tanımına yer verildi.
AKP 1 Mart’ta TBMM’nin reddettiği tezkereyi bu kez TBMM’nin kabul etmesini istiyor. Türkiye’de hangi amaçlar olursa olsun yabancı askerin geçiş ve bulundurulması çok vahim bir durumdur.
Tezkerede en tehlikeli tarafı burasıdır. AKP’nin yabancı asker aşkı Türkiye’nin başını fena halde belaya sokabilecektir.
Hükümetin tezkereyle TBMM’den alacağı yetkiyi kullanılabilmesi için IŞİD’e karşı ABD liderliğinde kurulan uluslararası koalisyon gücünün, Türkiye’nin güvenli bölge kurulmasını kabul etmesi ve askerlerini göndermesi gerekiyor.
Soru ve Cevaplar
Gazetecilerin sorularını da yanıtlayan Yeniçeri, yabancı askere ciddi tepkileri olduğunu vurguladı. Türkiye’nin mevcut öncelikleri ve acil durum dolayısıyla MHP yetkili kurullarının durum değerlendirmesi yapacağını ifade eden Yeniçeri, “Askerin, tehdit karşısında elinin kolunun bağlı tutulmasına rıza göstermiyoruz” dedi.
Yeniçeri, “terör örgütünün tezkerenin geçmesi ya da tampon bölge kurulması halinde ateşkesin sona ereceği” yönündeki açıklamasının hatırlatılması üzerine, terör örgütünün aktif olduğunu söyledi. Terör örgütünün her türlü faaliyeti gerçekleştirebileceğini savunan Yeniçeri, “Çatışmasızlık zaten sona erdi. İstihbarat ve askerin uyanık olması gerekiyor. Devlet tehdit kabul etmez. Egemenlik hem var hem yok olmaz” diye konuştu.