Safter TANIK
-8-
50 Cent’e muhtaç olduğumuz, halkın 1 lira borcu olmayıp tasarrufu olduğu 24 Ocak 1980’de, Türkiye; satın alma gücü paritesi açısından, dünyanın 19. büyük ekonomisi idi.
Aradan 35 yıl geçmesine, 60 milyar dolarlık özelleştirmeye, yabancılara yaptığımız banka-şirket ile gayrimenkul satışlarına, devletin ve halkın devasa borçlanmasına rağmen; Türkiye, bugün de dünyanın 19. büyük ekonomisi.
Bir zamanlar, sanayileşmede; İtalya’yı hedeflerken, çok gerimizde olan Güney Kore bile olamadık.
Cadde ve sokaklarımızda; sıra, sıra dizilmiş; akla gelmeyen firma ve markanın otomobili var ama bir tek yerli otomobil yok.
Samandan, elmaya; ayakkabıdan, elektroniğe; her şeyi ithal eder hale geldik.
Yanlış giden, bir şey yok mu?
Sonuç; bu iken, halen; liderlikten ve ekonomik mucizeden bahsetmek, hamasetten başka bir şey değildir.
Özal’ın Birinci Başbakanlık Dönemi
Kullanılan oyun % 45,14’ünü alan Anavatan Partisi (ANAP); 400 milletvekilinden, 212’sini kazanarak; tek başına, iktidar olma hakkına sahip oldu. Özal’da; Keban Evren tarafından, başbakan olarak hükümeti kurmakla görevlendirildi.
Türkiye’nin Yeni Düzeni
Özal’ın başbakan oluşu; 24 Ocak 1980 kararları ile başlayan, 12 Eylül Askeri Yönetim döneminde kısmen uygulama imkânı bulan Türkiye’nin yeni düzeni ile ilgili ciddi adımların atılacağını gösteriyordu.
Türkiye’nin Ekonomik Gelişim ve Değişim Süreci
12 Eylül Askeri Yönetimi’nden önce, iktidara gelen her parti; her şeyden önce, Türkiye’nin; kendi kendine yeterli bir ülke olmasını hedefledi. Tarımsal gelişme ile altyapı ve sanayileşme ise ekonomik başarının ölçüsüydü.
İktidara;bugünkü gibi, bilanço makyajı ile belirlenen büyüme hızı değil; “küçük ve büyükbaş hayvan sayısı, un-yağ-şeker-enerji-çimento-demir-çelik-yassı metal-petrol-kimya üretimi” ne kadar arttı, “makine sanayine neden geçilemiyor” gibi sorular soruluyordu.
Toplu konut, AVM vb değil; baraj, termik santrali, fabrika temel atma törenleri geçerli akçe idi. İktidarlar; temelini attığı baraj, termik santrali ve fabrikalar ile övünüyordu.
Sanayileşmede, İtalya seviyesine ulaşmak; 1970’li yıllarda, iktidarların hedefiydi.
İktidarların, ekonomik yapı ile ilgili olarak; tarımsal gelişme, altyapı ve sanayileşme gibi üç hedefi vardı.
İzmir İktisat Kongresi
Kurtuluş Savaşı sırasında; Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının, ülkenin düşmandan kurtarılması dışında, Türkiye’nin düzeni hakkında fazlaca bir düşünce ve tartışması yoktu.
Osmanlı’nın sahip olduğu kurum, banka ve şirketler ile yabancılardan aldığı borçlar; imtiyazlı banka ve şirketler ile bunların oluşturduğu tekeller, ne olacaktı?
Yeni devletin; din, millet, devlet yapısı, yönetim şekli, kültür, ekonomi gibi konulara bakışı; kısaca benimsediği ideoloji, ne idi?
Osmanlı’nın mirası ve Türkiye’nin düzeni; 9 Eylül 1922’de Yunan’ın İzmir’de denize dökülüşü ile başlayan, sadece Mustafa Kemal ve O’nun silah arkadaşlarını düşündüren ve tartışılan değil; Lozan Barış Konferansı’nın dağılmasına, Türk heyetin de konferansı terk edip yurda dönmesine neden olan konulardı.
Toplumsal mutabakatın sağlanması, barış görüşmesini kilitleyen nedenlere bir açıklık getirilmesi gerekiyordu.
Yeni devletin; sosyalist bir ekonomik modeli benimsemesi, SSCB ile ilişkilerini geliştirmesi; Osmanlı’da ciddi çıkarları olan İngiltere ve Fransa’nın, stratejik ve ekonomik açıdan asla kabul edeceği bir durum değildi.
Mustafa Kemal; hem toplumsal mutabakatı sağlamak, hem de Lozan Barış Konferansı’na katılan ülkelere bir mesaj vermek amacı ile gayrı resmi bir özellikte olan İzmir İktisat Kongresi’nin yapılmasını kararlaştırdı.
Şubat 1923’te de “İzmir İktisat Kongresi” düzenlendi.
Kongre’ye; sanayici, tüccar, çiftçi ve işçi olmak üzere; 4 farklı gruptan, 1135 delege katıldı; birçok karar alındı. Mustafa Kemal Atatürk ile Mahmut Esat Bozkurt’un yaptığı konuşma ise yeni devletin tanım ve açıklamasını içeriyordu.
Mustafa Kemal Atatürk, yaptığı konuşmada; “kurulacak devletin egemenlik unsurunun; beşeri irade, insan unsurunun; millet, toprak unsurunun ise; uğruna savaş verilen, ancak henüz uluslararası bir anlaşma ile sınırları çizilmemiş olan Anadolu Toprakları olduğunu” söylemiş. Bununla; milli bir devletin esas alındığı, kültür temeline dayalı milletin inşa edileceği, yönetim şeklinin de Cumhuriyet olacağı mesajını verirken; ekonomide, “Milli İktisat Düzeni’nin benimsendiği” açıklamasını yapmış.
Daha sonra söz alan Mahmut Esat Bozkurt ise; söze, “iktisadi hâkimiyet olmadan, milli hâkimiyet hayaldir” sözü ile başlamış, “ortaya konulacak iktisadi sistemin; ne liberal, ne de sosyalist bir sistemle ilgisi olmadığını, bunun; milli bir iktisat modeli olacağını, buna göre de; ülke kalkınmasının kısmen devlet, kısmen de özel teşebbüs eliyle gerçekleştirileceğini” ifade etmiş.
Kontrollü ve devletçi bir ekonomiden yana olan Mahmut Esat Bozkurt’un; serbest piyasayı esas alan, karma ekonomik bir modelden söz etmesi; Lozan Barış Konferansı’nda, sürekli engel çıkaran İngiltere ve Fransa’ya verilen politik bir mesajdı.
İzmir İktisat Kongresi; her ne kadar, alınan ekonomik kararlar ile anılıyor ise de; 24 Ocak 1980 kararlarına varan, tüm iktidarların; ekonomik-sosyal-kültürel-siyasi uygulamalarda, öyle veya böyle uyduğu temel ilkeleri içeriyordu.
Türkiye’nin Düzeni Tartışması
Mustafa Kemal; din ile devlet ve siyasetin birbirinden ayrılmasını, milli kültüre dayalı olarak ümmetten millete geçişi, üniter devlet yapısını, cumhuriyet yönetimini, var olan serbest ekonominin plan ve program endeksli karma ekonomik modele dönüşümünü savunuyordu. Bu; aynı zamanda, Türk milliyetçiliği ideologlarından biri kabul edilen Ziya Gökalp’ın da düşüncesiydi.
İttihatçı kadronun temsilcisi olarak kabul edilen Kara Kemal, Maliyeci Cavit Bey, Dr. Nazım Bey; silah arkadaşlarından Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Refet Bele; entelektüel kesimden Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar; siyasi dostlarından Dr. Rıza Nur, Ali Şükrü Bey, Hüseyin Avni (Ulaş) Bey gibi isimler, Mustafa Kemal’in milli devrim niteliğindeki düşünce ve pratiğine karşı idiler.
İttihatçıların karşı oluşu, iktidarı kaybetmek ile ilgili idi. Temelde Osmanlıcı olan Rauf Orbay ve arkadaşları; değişimi radikal bulurken, diğerleri ise; değişim ile ilgili stratejiye itiraz ediyorlardı. Bunlara göre; “devrimler için gerekli ekonomik-sosyal-kültürel bir altyapı olmadığı gibi, halkın böyle bir talebi de yoktu. Devrimler; ancak, toplumsal bir gelişim sonucu yapılabilirdi.”.
Sistem tartışması, 1926’daki “İzmir Suikastı” olayına kadar da devam etti.
1923 Türkiye’sinin Genel Görünümü
Nüfusun % 13’ü Gayrimüslim Azınlıktan Oluşuyor
1923’te yapılan resmi bir nüfus sayımı yok. Bu nedenle nüfus, demografik ve sosyal yapı, eğitim, kültürel durum ile ilgili istatistiki bilgiler; gerçeği tam olarak ifade etmeyen, çeşitli kaynaklara dayanıyor.
Mübadele öncesinde, nüfusumuz; 11,5 milyon, bunun; 1,5 milyonu Rum (1,3 milyon), Ermeni ve Musevi azınlık. Gayrimüslim azınlığın toplam nüfusa olan oranı ise % 13.
1877’nin Gerisine Düşen Bir Kentleşme
Halkın; % 20’si kentsel, % 80’i ise kırsal kesimde yaşıyor.
Ankara’nın; başkent olması dışında, bir özelliği yok; İstanbul ve İzmir ise ekonomik-sosyal-kültürel-siyasi açıdan, önem arz eden iki büyük şehir.
Anadolu’da; Bursa-Samsun-Adana gibi önemli yerleşim merkezleri var ise de, kentleşme seviyesi; 1877’nin gerisine düşmüş.
Köy sayısı; 40.000, bunun büyük bir kısmının nüfusu 250 kişiyi geçmiyor, göçebe yaşam tarzı ise; Anadolu’nun güneyi ile doğu ve güneydoğusunda yaygın.
Geleneksel ve Modern Çok Başlı Bir Eğitim Sistemi
Okuma yazma oranı, kimisine göre; % 2,5 kimisine göre de % 10.
Neden?
“Sıbyan mektepleri, medreseler, tekkeler, camiler, ahi ocakları, özel eğitim veren kişiler, askeri-sivil modern okullar ile azınlık ve yabancı okullar” gibi kurumlar tarafından verilen; kalite, amaç ve metodu farklı, karmaşık, çok başlı eğitim sistemi ile ilgili.
Sıbyan mektebinde eğitim görenlerin; okuryazarlığı tartışma konusu olduğu gibi, cami-tekke-ahi ocağında verilen eğitim ise; yazılı değil, dini-ahlaki ve sözlü ağırlıkta idi.
37.000 köyde, okul yok; kırsal kesimde okuryazar oranı, batıda; % 2 iken, doğuda; % 1’in altında.
4.894 İlkokul, 72 ortaokul ve 23 lisede; 12.266 öğretmen eşliğinde, 361.514 öğrenci eğitim ve öğrenim görüyor. Öğretmenlerin üçte birinin ise öğretmenlik eğitimi yok.
Medreseler, askerlikten kaçışın bir yolu haline gelmiş. Aynı zamanda; bilim ve gerçek İslam’la alakası bulunmayan, hurafe üreten bir eğitim kurumuna dönüşmüş.
Darülfünun-i Şahane (İstanbul Üniversitesi) dışında da başka bir üniversite bulunmuyor.
Gayrimüslim azınlık; Müslüman çoğunluğa oranla, modern eğitim görmüş, kat-kat eğitimli; Mühendis-doktor-iktisatçı-teknisyen gibi teknik kadronun büyük bir kısmı da Rum veya Ermeni ya da Musevi.
Dil ve Tarih Bilincinden Yoksun Bir Türk Halkı
Geleneksel ya da modern eğitim almış, iki farklı eğitimli kesim var. Haliyle iki kesimin de farklı bir din-dil-edebiyat-tarih-sanat anlayışı mevcut. Modern eğitimlilerde; “Türklük” bilinci var iken, geleneksel eğitimlilerde ise buna fazlaca rastlanmıyor.
Piyasada yeni çıkan kitap sayısı, bir elin beş parmağını geçmiyor. Zaten 1729’dan o güne kadar, basılan kitap sayısı da 417’i geçmemiş.
Basının toplam tirajı, 100.000’i geçmiyor; gazete ve dergiler, sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde okuyucusu bulabiliyor.
Kültürün kaynağı; yazılı değil, sözlü; cami ve medrese hocası ile tekke şeyhleri, halkın; görüşüne, en çok başvurduğu itibarlı kişiler.
Pek anlayanı olmasa da, Cuma Hutbe’si; Arapça veriliyor, halkta Kur’an-ı Kerim’in Türkçe anlamını bilen ise çok az.
Medresede, Arapça ağırlıklı bir eğitim var. Türkçe ise eğitime uygun bir dil olarak görülmüyor. Entel kesimde; Fransızca, halk nezdinde ise; Arapça bilmek, itibar görmek için yeterli.
Türk halkında; padişahlar, peygamberimiz ve Hz. Ali’nin cenk öyküleri dışında dikkate değer bir tarih bilgisi de yok.
Geleneksel ve Modern Kurumlardan Oluşan İki Ayrı Sosyal Yapı
Her ne kadar, kısa süren bir meşrutiyet dönemi yaşanmış ise de; Türk halkında, 600 yıllık monarşik yönetimin getirdiği güçlü bir biat kültürü var.
Hükümdar, tebaa ilişkisinde; Türk halkı, padişahı; çoban (rai), kendini de güdülen sürü (reaya) gibi görmüş.
Fatih Sultan Mehmet’in; beyleri (aristokrat sınıfı) tasfiye etmesiyle çoğunluğu devşirme asker ve yönetici sınıfı, Osmanlı’nın duraklama döneminden itibaren de; mütegallibe (zorba bey-ağa) denilen bir sınıf türedi. Gayrimüslim zenginlerin, bunlara katılması ile de “havas” denilen ayrıcalıklı üstün bir sınıf oluştu.
Asker ve köylü olmaktan pek öteye gidemeyen Türk halkı ise hep alt tabaka (avam) olarak kaldı. Bu da kimliğini, kişiliğini ve kendisine olan güveni kaybetmesine neden oldu.
Sendika-oda-birlik gibi modern toplumun sosyal kurumları var ise de, geleneksel sosyal yapı etkin bir konumda. Ayrıca; bunun, din istismarı gibi, güçlü bir silahı mevcut.
Doğu Karadeniz’de; büyük ailelerin etkin olduğu, doğu ve güneydoğuda ise; aşiret reisi-toprak ağası ve şıh üçlüsünden oluşan bir feodal yapı var.
Uzun süren savaş; bir de “tefeci-spekülatör-savaş zengini” denilen, “ne oldum” delisi yeni bir sınıfı doğurmuş.
Türk halkı; beyler, ağalar, şeyhler, gayrimüslim ile savaş zenginlerinin tahakkümü altında; istismar ve provokasyona açık, ülke; bunlarsız, yönetilemez gibi görünüyor.
Yarısı Hasta Bir Toplum
İki milyon kişi sıtmaya, bir milyon kişi frengiye yakalanmış. Üç milyon kişi de trahomlu. Verem, tifo, tifüs, salgını ise kol geziyor.
Doğan iki bebekten biri hayatını kaybediyor, ortalama ömür de kırk yıl.
Ülkede; 337 doktor, 434 sağlık memuru, 60 eczane var, bunların çoğu ise gayrimüslim.
Çoğu İmtiyazlı Yabancı Şirketlere Ait Bir Altyapı
830 köy düşman tarafından tamamen yakılıp yıkılmış, ülke çapında yakılıp yıkılan bina sayısı ise 114.408.
Dört mevsim kullanılabilen karayolu çok az, karayolunun çoğu kışın batağa dönüştüğünden kullanılamıyor.
3.111 km’si imtiyazlı yabancı şirketlerce, 1.448 km’si de TCDDY tarafından işletilen, toplam; 4.559 km’lik demiryolu mevcut.
Savaş sırasında, demiryolu ve köprülerin bir kısmı tahrip olmuş.
Demiryolları, yabancı yatırımcı şirketin çıkar ve amacına göre inşa edildiğinden; kuzey-güney, doğu-batı ekseninde; merkezi bir demiryolu ağı yok. Bir de; İmtiyazlı yabancı şirketlerin, kafasına göre belirlediği personel ve yük fiyatı var.
Bu durum; ulaşımı zorlaştırdığı gibi, insan ve yük taşımacılığını pahalı kılıyor. Bunun dışında ülke güvenliği ve bütünlüğünü sağlamaktan da uzak.
Savaş öncesinde, 110.000 tonilato olan deniz ticaret filomuzun yük taşıma kapasitesi; düşman deniz altıları tarafından batırılan gemiler nedeniyle 16.582 tonilatoya kadar düşmüş.
Deniz taşımacılığımızın büyük bir kısmı yabancı şirketler tarafından gerçekleştiriliyor, yolcu ve yük taşımacılığı ile dış ticarette önem arz eden İstanbul-Haydarpaşa-İzmir limanlarının işletmesini ise imtiyazlı Fransız şirketleri yapıyor.
Yıllık 40 bin ton üretimi olan, çok ortaklı Darıca ve Eskihisar çimento fabrikası dışında, başka bir çimento fabrikası yok.
İstanbul, Adapazarı, Tarsus, İzmir gibi bazı yerleşim merkezlerinde; özel ya da yabancı şirketler tarafından üretilen ve ayrı dağıtım şebekeleri olan elektrik santralleri var. Bunların toplam elektrik üretimi de 45 milyon KWh.
İstanbul ve İzmir’in aydınlanması daha ziyade hava gazı ile yapılıyor. Hava gazı üretim ve dağıtımı ise imtiyazlı yabancı şirketler tarafından gerçekleştiriliyor.
Telgraf-telefon gibi haberleşme hizmetleri, imtiyazlı yabancı şirketler tarafından veriliyor.
-DEVAM EDECEK-