Ali Bademci
Bugün siyaset konuşmayalım, biraz da bunaldım; fakatmesajların yerine ulaştığını öğrenmekten pek bahtiyarım. Biraz edebiyat ve sosyoloji konuşalım. Biliyorsunuz bunlar millet oluşumunda ve bu oluşumun açıklanmasında pek önemli bilim dallarıdır. Genel olarak sosyolojinin edebiyata uyarlanması geleneği pek eski olduğu edebiyat ve tarihin sosyolojiye uyarlanması pek yenidir. Edebiyatta “ifâde edilmek istenen” nesne “mecaz” sanatı içinde saklıdır. Bu sebeple ister nesir, isterse manzum olsun her edebi değeri olan kültür ürünleri aynı zamanda eski tarih ve inançları açıklarlar. Bizde destanlar, hoyratlar, maniler, türküler bu sebeple hep geçmişte yaşanmış acı-tatlı hadiseler, yaşanması gereken aşkı anlatırlar. Arap ve Farslardan etkilenen Türk saray kültürü ise bu halk deyişlerinden çok farklı olarak bir sistem kanununa maliktirler ki, bu derinlik ancak o kültürü müdrik insanlar tarafından kolayca anlaşılabilir. Gazel, şarkı, rubai işte bunlardandır ve divan dediğimiz Saray Edebiyatı mahsulleridir. Bunlarda da sosyolojik etkiler ilk bakışta gözümüzü alır; fakat tarih öyle değildir, daha baştan beri “Vakanüvislik” tarzı gelişmiştir ve hadiselerin açılımında ancak olayların seyrini bulabiliriz. XX. yüzyılın ortalarından itibaren Fransız Anneles okulunun çalışmaları ile tarih de sosyolojik tahlillere tabi tutulunca “Sosyal tarihçilik” tam olarak ortaya çıkmıştır. Elbette çok öncelerde “Felsefe tarihçiliği” vardı, fakat anlaşılması pek zordu; İbni Haldun’in tarihe getirdiği yeni yorumlarla bir nebze de Müslüman milletlerde “Sosyal Tarih” anlayışına yönelinmiştir.
Milletlerin bünyesinde toplum halinde yaşamanın tezahür ve belli bir birikimin ortaya çıkması ile kültürler bilimlere dönüşmeğe başlamıştır. İlimlerin ortaya çıkışı elbette kolay olmamıştır; fakat topumda karşılığını bulamayan görüşler ne kadar ini olursa olsun nihayete ermeden, kendini kurtaramamıştır. Türk Dünyası’nda “Edebiyat” bir ıstılah olarak bugün Anadolu’da kullandığımız anlamların çok üzerinde “bilim” anlamında “basın-yayın-kitap” gibi karşılığı olan bir özelliğe sahiptir. Yani “Adabiyat” , “Türkçe” dersi karşılığı değildir. Bugünkü Özbekistan’da “fanlar adabiyatı” denildiği zaman “fen bilimleri” anlaşılmaktadır. Türkmen Anadolu kültüründe “Edebiyat” yazılı veya sözlü olarak ifade edilen kültür unsurlarının tamamını ifâde etmektir.
“Edebiyat”’ın sosyoloji ile ilgisi tarihten daha önemlidir; çünkü ancak bu sayede tarihinin ifade etmekte zorluk çektiği ve esasa ait bilgiler yakalanabilmektir. Örneklendirmek gerekirse özellikle Bütük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları döneminde çok kötü sonuçlar ortaya koyan “Türkmen Başkaldırıları”nda böyle bir gerçeği rahatlıkla görebiliriz. Bu isyanlar da tarihçilerin üzerinde anlaştığı tek husus, “Maddi Sebepler”dir. Hâlbuki isyanlar sebep ve sonuçları ile sosyolojik olarak incelendiğinde bunun tamamen tersi bilgilere ulaşmaktayız. Sultan Sencer’e karşı 1155 Türkmen İsyanı böyledir; Türkmenler ile Sencer’in pazarlıklarına bakarsanız en küçük ailenin bile 25.000 baş koyunu bulunmakta ve hatta bunların kış mevsiminde birkaç yıllık yemleri de stoklanmıştır. Fakat cemiyet rahatsızdır ve “Devleti biz kurduk, siz bizim padişahımızsınız, istediğiniz kadar hayvan ve para verelim” diye teklifte bulunmuşlardır. İşte sosyolojinin tarihi olaylara uygulanmasının ortaya koyacağı önemli sonuçlar burada görülmektedir.
Bizde bu gerçeğin ilk önce Fuat Köprülü farkına vardı ve 1930 yıllarından itibaren, 1918’de yayımlamış olduğu o muhteşem eseri; ”Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıfları”ndaki bir kısım görüşleri yeniden gözden geçirdi ve 1940’da İA.’ya yazdığı “Ahmet Yesevi” maddesi ile Türk inançlarının tarihi ve sosyolojik akıntısını ortaya koyarak, yeni bir çığır ; “Türk Müslümanlığı“ devrini açtı. Cumhuriyet’in ilk yıllardan bugüne kadar bizde çok önemli tarihçi ve edebiyatçılar yetişti; fakat bunlardan Köprülü ekolünü sürdüren olmadığı gibi sosyal tarihçi de çıkmadı. Yine meşhur Paris konferansları ile Köprülü’den batılılar etkilendi ve sonraki dönemde Türk asıllı Fransız Bilim adamı İréne Melikoff gibi alimler bu muazzam sosyolojik akımı Anadolu’da ve Türk dünyasının başka bölgelerinde yaptıkları saha çalışmaları ile fevkalade desteklediler.
Son 40 yıl içinde Türkiye’de oldukça bol Ahmet Yesevi çalışması bulunmaktadır. Hoca’nın insanımıza ve gençlere tanıtılması hususunda elbette bu yayınları yok saymak mümkün değildir. Fakat genel olarak efsanelere dayalı hayatı hakkındaki biyografik görüşler ve ona izafe edilen, tamamen sözlü bir edebiyat mahsulü olan “Hikmetler”in şiir şeklinde antolojisi olma özelliği aşılamamıştır. Ortaçağ tarihçileri gibi aynı zamanda mekan gezen Z. Velidi İdil-Ural-Türkistan-İran’da yaptığı çalışmalarda her gün hikmet sayısının arttığından bahisle Hoca ile ilgili tamamen toplum hafızası mahsulü olan, bir takım olmayan ve olması mümkün olmayan hadiseler nakledilmedir. Türkiye’deki “Hikmetler” stoku bize yüz yıl yeter derecededir. Elbette bunlar tartışılabilir ve incelenebilir mahiyettedir; fakat popüler Yesevi yayınlarında böyle tarafları da görmeniz mümkün değildir.
Bakınız bütün dünyasını Yesevi’ye bağlamış olanlar belki alınmaya başlamışlardır ama Hacı Bektaş Veli için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.”Velâyetname”yi inceleyen onun sosyal ve dini değerlerini yoğuran bir Gölpınarlıolmasaydı belki daha kötü olacaktı. Çünkü Yesevi düşüncesi gibi Velâyetname düşüncesi de “Dede Korkut”edebiyatının devamıdır. Ancak bu bilgilerin kültür hayatımızdaki zuhuru ondan ancak 300 yıl sonradır. Y. Nuri’nin “Bektaşilik” ile çalışması yol gösterici, Gölpınarlı ana sütundur. Yesevi ile ilgili benzer gelişmeleri de A.Yaşar Ocak’da görüyoruz. Köprülü ve Gölpınarlı’yı öteye götüren ilk çalışmalar bunlara aittir. Bu çalışmaların artması ve edebiyat ve tarihimizin sosyoloji merceği altında incelenmesi daha birçok âlimlere ihtiyaç göstermektedir.
Sağlıcakla kalın.