
Ali BADEMCİ
Araplar’ın kendi adları ile anılan yarımada dinler coğrafyası içindedir. Bu sebeble İslâm’dan önceki dinlerle elbette temasları olmuştur. Dinler tarihini incelediğimiz zaman her dinin bir milliyete, devlete ve imparatorluğa dayandığını görürüz. Dinlerde yoldan çıkma ve unutulma da o dinin varoşlarından başlar. Arabistan konum olarak gerek Musevilik ve gerekse Hıristiyanlığın kenar mahallesi durumundadır. Arabistan Yarımadası halkı İslâm gelene kadar ve daha uzun yıllar kabile hayatı yaşamaktan vazgeçmemişlerdir. Musevilik elbette Yahudiler’i, Hıristiyanlık da Roma İmparatorluğunu ihya etmişti. İncil’de Roma İmparatorluğu’nun asla yıkılmayacağı yazılıyor. Elbette İslâm da önce Araplar’ı yüceltmiş ve onlara şahsiyet kazandırmıştır. Dinler coğrafyasında yeni dinler eski dinleri kovmuştur, Hıristiyanlığın dünyaya dağıttığı Yahudiler’e onların düşmanı Sasaniler sahip çıkmış bir kısmı ancak bu şekilde koruma altına alınabilmiştir. Ancak İslâmiyet Hıristiyanlığı Avrupa’ya sıkıştırmış, uzun uğraşlara rağmen Asya ve Afrika’ya girişlerini engellemiştir.
Arap Yarımadası’nda Araplar’dan önce başka bir halkın bu topraklarda yaşadığına dair herhangi bilgiye bugüne kadar rastlanmamıştır. Akarsular ve yağışlar yetersizdir, bazen 10 yıl yağmur yağmadığı olur. Arazi verimsiz ve çöldür. Yüzölçümü ancak Avrupa’nın üçte biri kadardır.İşte böyle bir coğrafyada Araplar mutlak olarak göçebe bir hayat yaşar ve uğraşları da çobanlıktır. Bunlara Bedevi deniliyor ve hayatları “Deve” ile bütünleşmiştir. Bir deve 400 kilo kadar yük taşıyabilirmiş ve 57 derece sıcaklığa dayanabilirmiş. Develerle teşkil edilen kervanlar Arapları çok erken zamanlarda ticarete yöneltmiş. Aralarında akrabalık bağları olan aşiretler bir reise bağlı olarak “Kabile”leri teşkil ederler ki kervan güvenliğini bunlar sağlar. Bu bakımdan Araplar’ın sosyal hayatında “Kabilecilik” aşırı ölçülere taşınmış önemli bir gerçektir. Arap inançları ve kültürel hayatı anlatılırken mutlaka bu hususa ehemmiyet verilmelidir. Çünkü “Kabileler” arasındaki kin din gibidir. Araplar’ın “Ta’r” dediği intikam ve öç almayı hiçbir anlaşmanın ve kanunun engellemesi mümkün değildir. İslâm’dan önce de kullanılan “Seyyid” deyimi kabile reislerinin ünvanıdır. Kölelik aşırı derece yaygınlanmıştır, azad edilen köleler yine eski sahiplerine bağlı kalır ve bunlara “Mevlâ” denirmiş.
İslâm’dan önce Arap Yarımadası’na mevcut dinler girebilmiş miydi? Başka inançlar varmıydı? Böyle bir soruya tam olarak müsbet cevap vermek mümkün değildir Çünkü Mekke’li Araplar dini görüşlere sahip değildi; çoğunluk ticaretle uğraşan aristokrat kesim ise atalarından kalma puta tapma inancını taassupla sürdürüyorlardı. Bu dönemde Araplar’ın tevhidi esas olan bir din arayışı içinde bulunduğu İslâmi kaynaklar tarafından ileri sürülmektedir. Mekke’de ancak üç aşiretin Hıristiyan olduğu Museviler’in de kendi dinlerine davet için yoğun çaba sarf ettikleri bilinmektedir. Bunun yanında ateşe, aya, güneşe, yıldızlara tapanlar bulunmaktaydı. Musevilik ve Hıristiyanlık dışında Zerüştiliğe girenler de yok değildi. Fakat İslam tarihleri Mekke’de Yahudi bulunmadığı hususunda ittifak halindedir. Ş. Günaltay da İslâm’a şiddetle karşı olan Museviler’in Yesrip ve çevresinde Beni Kurayza, Beni Nadir, Beni Kaynuka, Beni Hadl, Beni Samile, Beni Zaura gibi kabilelere nüfuz ettiğini ancak Mekke’ye giremediklerini yazmaktadır. Bu konuda batılı yazarların ileri sürdükleri gibi Mekke’nin Museviliği tamamen uydurma ve bir Siyonist taktiktir. Hıristiyanlara gelince, genel olarak Arap Yarımadası’nda bilhassa şehirleşen yerlerde seyrek de olsa Hıristiyan bulunduğu biliniyor. Günaltay’a göre bu unsurlar ancak milâdi IV. asırda buraya gelmişlerdir. Araplar Hırisrtiyanlar’a yakın durmuşlar ve onların Tanrı inançlarını kendilerinden üstün görmüşlerdir. Fakat hiçbir şekilde İslâmiyet’in Musevilik ve Hıristiyanlık karşımı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.
Araplar’in milli dini “Paganizm”, yani putperestliktir. Birçok istilâhın da buradan İslâm’a geçtiği bir hakikattir. Şahıs ve kabile adlarının anlamı ne olursa olsun İslâmî yılardan itibaren de kullanılmağa devam edildi. Şahıs adı olarak Osman “Yılan Yavrusu”, aşiret adı olarak da “Köpek Balığı” anlamında “Kureyş” gibi isimlerin kullanımı da sürmüştür. Arap lisanında “Küp” anlamına gelen Kâbe daha evvel Puthane iken kutsal mabed haline getirildi. Hacer’ül- Esved taşı da bir tapınak idi ki o da kutsallaştırıldı. İslâm’dan önce “Hanefi” tek Tanrıya inanlara verilen isimdi, sonra mezhep adı oldu. Cahiliye Arapları’nın kendi güçlerine göre taştan kıymetli madenlere kadar herşeyden “Put” yaptıkları ve bunlara ibadet ettikleri bilinmektedir.
MÖ 322-400 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Roma tarihçisi Ammianus Mercellinus’a göre zamanın Arapları arasında erkekle kadının birleşmesi kira anlaşması gibidir. Evlilik kadının erkeğe ait çadıra girmesi ile başlar. Kadın erkek tarafından belli bir bedel ve belli bir süre için kiralanmıştır. Bu süre sonunda en ufak bir îkaz olmadan kadın evini terk ederek boş kalır. Herhalde Kur’an’da zikri geçen Mut’a bundan başka bir şey değildir. Erkek çocuklarının ergenlik yaşına gelmeden “Sünnet” ettirilmesi de Arap geleneklerinde vardır; herhalde bu gelenek de Musevilik’den alınarak Arap inançlarına yapıştırılmıştır. Bunun gibi “El-İlâh” olarak adlandırılan Tanrı inancı da dünyanın yaratıcısı ve imanın bekçisi olarak görülürdü ki Heredot bunu “Allat” veya “Lat” olarak adlandırmaktadır. Dolayısiyle dini terimlerin toplumdan topluma gelenek ve düşünce olarak geçtiğini kabul edebiliriz.
Kur’an, zamanın Arap toplumunu “Cahiliyye” diye tanımlamaktadır. Fakat bu tanımla onların cahil, aptal, gibi veya zihinsel özürlü oldukları anlamına gelmemektedir. Bedeviler din meselesine karşı lakayd inançlara sahiptir ve bunu hiç düşünmezler. Araplar’ın İslâm’dan önceki din ve sosyal hayat anlayışları özel olarak kişilerin ve toplumların isyanlarını konu alan bir kavramdır. Bununla o zaman yaşayan kabilelerin bilgisizlik ve cehâletlerinden ziyade ortaya çıkan kargaşa, otoritesinin ve ahlâki engellerin bulunmayışı kasdedilmektedir. Kur’an-ı Kerim bu mânâda “Cahiliye” sözcüğünü, Araplar’ın dinî ve sosyal hayatlarındaki hâtâlarını, düzensizliklerini kaba ve zorbalıklarını ifâde etmek için kullanmıştır. Çünkü İslâm öncesi Arap toplumunun anlayışında hukuk ve adalet gibi kavramlar yoktu; sosyal hayatta sınıfsal bir zihniyet ve sınıf ayrımı, siyaset ve idârede ise güç hâkimiyeti ve kabile asabiyeti; ekonomik anlayış ve sistemlerinde ise faiz ve tefecilik hakimdi. Buna karşılık, “Sosyal, kültürel ve siyasi anlamda Câhiliye kültürünü yaşayan Arap toplumunun akıl, mantık ve zekâ düzeyleri ise, Kur’ân’ı anlayacak, gerektiğinde yorumlayabilecek kapasitede idi. Bu nedenle vahye muhatap olan Araplar’ın bir kısmı, konuyu saptırarak vahyi şiir, sihir, büyü ve eskilerin hikâyeleri (esatîru’l-evvelîn) ile ilişkilendirerek inanmak isteyenlerin akıllarını karıştırmak isterken; bir kısmı da inanarak bu mesajın önemine, büyüklüğüne ve değerine sahip çıkmaya çalıştılar. Kur’ân’a karşı çıkanlar, şiirleriyle, getirdikleri aklî ve mantıkî delillerle Kur’ân’a karşı koyamayınca bu defa silaha ve baskı yoluna başvurdular. Şayet Araplar, Kur’ân gibi bir kitabı anlayacak ve gerektiğinde yorumlayacak düzeyde olmasalardı, ortada ciddi bir çelişki olacak; Kur’ân’ın Arap dili ile nazil olmasının ve Peygamber Efendimizin de bir beşer olarak o kavmin içinden çıkmasının bir anlamı olmayacaktı.
Arap lisanında “Kabile” kafatası demektir. Kabilelerin iktidar mücadelesi tam bir asabiyet şuuru içinde cereyan ederdi. İslâmın tarihi boyunca bu huylarından hiçbir türlü geri kalmamışlardır. Hatta çoğu zaman bir kabilenin iki aşireti yüzyıllarca birbirini ölümüne kırmaktadır. Haşmî-Kureyşî mücadelesine bilhassa dikkat çekmek isteriz. Bugün bile İslâm tarihinde hiçbir devir yoktur ki Arap kabile ve kavim mücadelesinden etkilenmemiş olsun. İşte Sünnilik ve Şiilik Arap anlaşmazlığının bir sonucu değil midir? Abbasiler Haşimî Emeviler Kureyşî idi ve sırf bu yüzden hesaplaştılar. Arapça “İsba” kökünden gelen “Asabiyye” akrabalık anlamına gelmektir. “Kavim” ise aynı soydan gelen akrabalar olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla Araplar’da “Kavim- Kabile Asabiyeti” de ancak böyle açıklık kazanmaktadır.
Not: Bu yazı yakında çıkacak bir kitabımızdan makale şekline uyarlandığı için, dipnot kullanılmamıştır.