
Ali BADEMCİ
Benim oda küçük geliyor; şu işimize çok yaramayan ve ancak senede beş on misafir ağırlayan salonlar boş duruyor; mutlak olarak geniş yere taşınmak lâzım; en kıymetli oda, bol güneş de alıyor, ama hanımlar süs püs eşyaları için o odalara bizi sokmuyorlar! Ama hanım benden önce ölürse o şatafatın belini kıracağım ve bütün odayı çam kokulu ahşap kitaplıklarla donatacağım! O zaman eski oda ile birlikte yetmiş metre kare eder ki gel keyfim gel! Şöyle boydan boya uzun bir kitap inceleme masası, her türlü kalleşliğe karşılık iki bilgisayar, iki harddisk, gel keyfim gel, dökülsün satırlar ortaya çıksın nağmeler! Bunlar bugünkü sabah hayallerim! Ne kadar tatlı, şu hayaller, tasavvur, umut ne kadar güzel bir şey! Koca dede olduğumuza bakmadan “Ölsün Kocakarı!”
Bugün Pazar; biraz sohbet edelim: Benim son yirmibeş yılımı geçirdiğim odam yirmi metrekare civarında. Duvarlar tavana kadar kitaplarla dolu; bütün kahrımı ve çilemi çeker. Bir masada iki bilgisayar, birbirini görür ve benim çalışmalarımı daima yedekler; ayrıca bunlara ilâve olarak iki adet de çıkarılabilir hard disk var; onlar da yedekler! Çünkü son yıllarda hiç vazgeçemediğimiz bu âletin nankörlüğü de var ki bazen acımadan emeklerimizi kaybeder! İşte onu ancak böyle yedekleyerek disipline edebiliyorum! Âlet de ses yok eskisi gibi daktilo seslerinden şikâyet eden komşu da bulunmuyor! Ne güzel ki artık lâstik silgi ile silme işi de yok! Ne ilgi çekici bir rahatlık ki istediğin hurufâtı kullanabiliyor, rengarenk işaretleme de yapabiliyorsun! İnsan bazen hayıflanıyor; acaba bu âlet neden bin yıl önce icad edilmemiş de, bizi bugün eğri büğrü içinden çıkılmaz el yazılara muhtaç etmiş! Harfler önüne ve arkasına konan işretlerle ses veriyor, istılâhlar ve deyimler hep birkaç anlama geliyor! Bazen o yıllarda yazan adamın halet-i ruhiyyesi ile başbaşa kalmak zorunda oluyorsunuz! Fakat öyle ustalar da var ki yazdıklarına doyamıyorsun! İşte “Kültür” denen o devasa mezhep burada insanın beynine kazınıyor!
Son yıllarda bir de şu cep telefonu çıktı; gece gündüz en yakın arkadaşımız; bizi her yere ulaştırıyor ve düşüncelerimizi rahatlıkla paylaşabiliyoruz.” Feysbuk” hayatımızı işgal etti etti hep şu eski kara leke gibi duran “Turancılık” yapıyoruz! Dünyanın neresinde olursa olsun ulaşamadığımız Türk yok! Türk Dili çok kolay, elbette kelimeler birbirine çok yakın! Hemen bizleri bir kültür ve anlaşma ortamına çekiyor! İnanın mevta olmuş şu “Çağatayca” bile dirildi; Fergana ve Kaşkaderya’yı seyredebiliyor, Kazak bozkırlarına bile uzanabiliyorsunuz! Sormayın interneti İran Türkleri daha iyi kullanıyor, eski zamanlarda olduğu gibi Türkmenler bile âlimlik yapıyor! Halbuki Türkmen’in âlimi olmazmış ama bu İran için geçerli değil! Batıya gelen her Oğuz yanında hocalık ve hacılık yapsın diye bir miktar “Acem” taşırmış ki; onlar bizim hep hacetimiz olmuş! Bugün şöyle orta boyutta her Türkmen yerleşiminde onlardan oluşan fakat halis Türkçe konuşan bir mahalle bulmak mümkün! Oğuz ezanı geç duyuyor; fakat Acem gününün ilk ışıkları ile birlikte ve Camii’de tesbih çekiyor! Ağılda keçiler birbirini yiyip ortalığı kasıp kavurduğu, atların kişnediği ilk gün ışıklarında nedense Oğuz ezanı fark edemiyor!
Son yıllarda artık en büyük âlim “Google Baba”; doğru yanlış herşeyi biliyor! Yanlışlarında ısrar da etmiyor ve hemen kendini düzeltebiliyor! Âla bir kütüphane! Aman çok inanmayın sizi yanıltabilir, çünkü Acem dedeleri gibi çok yalan söylüyor! Şimdi inkâr yok, öyle mi değil mi? Fakat bizim çobanlar yalan söylemez; şöyle Şubat dedi mi keçiler doğurur, Mart-Nisan’da süt bollaşır, incirler tum bıraktığı zaman da Türkmen kahvaltıyı terkeder de “ Teleme”ye başlar ! Elbette peynir kültürü “Teleme” den çıkmış da, şu Şubatın sapsarı “Ağız”ına ne dersiniz! Acaba bu süt kültürü gibi deyimlerin kültürü ve etimolojisi benim odaya sığar mı?
Temmuz ve Ağustos’da artık geçen senenin oğlaklarını kesmek ve şöyle bir kabukları soyulmuş çam merteğine takıp da meşe kütüğü üzerinde çevirmek var ya! Kokusu dağlara yayılır! Allah bu hayvanın ayağına hiç çamur bulaştırmamış! Ne kadar hür ve inat bir mahlûk! Şu yaz aylarında onu da Türkmeni de dinlenme için iknaa edemezsin! Bahar gelince elbette havada kuşlar açar; kışın zeytin ağaçlarında “Karatavuklar” pek yağlanır ve zeytinyağı kokusu verir! Ah bu büyük şehirlerde; bizim Çukurova’da artık kış mevsini de unuttuk! Tabiat toprak kokmuyor; bizim odanın devridaim eden klima havası pencereden gelenden daha temiz sanki! Adana gibi yerde artık doğalgaz her türlü rahatı sağlamış! Halbuki kış insana bahar kadar lâzım değil mi! Şu bizim Adana Araplar’ı sabah sabah ciğer ve kebaba sarılır! İşte yine kokuyor; halbuki biz sabahları peynir yemezsek kahvaltıyı saymayız! Bir türlü betonlaşmış şehirler abita engel oluyor ve kokuyu çekmiyor!
Benim oda küçük geliyor; şu işimize çok yaramayan ve ancak senede beş on misafir ağırlayan salonlar boş duruyor; mutlak olarak geniş yere taşınmak lâzım; en kıymetli oda, bol güneş de alıyor, ama hanımlar süs püs eşyaları için o odalara bizi sokmuyorlar! Ama hanım benden önce ölürse o şatafatın belini kıracağım ve bütün odayı çam kokulu ahşap kitaplıklarla donatacağım! O zaman eski oda ile birlikte yetmiş metre kare eder ki gel keyfim gel! Şöyle boydan boya uzun bir kitap inceleme masası, her türlü kalleşliğe karşılık iki bilgisayar, iki harddisk, gel kefim gel, dökülsün satırlar ortaya çıksın nağmeler! Bunlar bugünkü sabah hayallerim! Ne kadar tatlı, şu hayaller, tasavvur, umut ne kadar güzel bir şey! Koca dede olduğumuza bakmadan “Ölsün Kocakarı!”
Daima umutlu ve mutlu olun.