
A.Yılmaz Soyyer
Sanata çocuk denilecek bir yaşta başlamıştım. Doğduğum, büyüdüğüm, ilk, orta ve lise eğitimimi aldığım Konya’nın Ereğli’sinde, 1974 yılından itibaren Ülkü Ocakları’na gitmeye, bu arada da şiirler kaleme almaya başlamıştım. Önceleri hece tarzı söylediğim şiirlerin yerini, lisede aruz veznini öğrenmemle birlikte, kadîm tarzda şiirler almıştı; kültürel seviyem Osmanlı Türkçe’sinin derinliklerine nüfuz edemediği için de aruz vezniyle ama basit ifadelerle şiirler söylüyordum. Etrafımdaki ülkücü arkadaşlarımdan şiir konusunda çok büyük teşvikler aldığımı ifade etmek zorundayım. O günlerde TÖRE dergisi okurdum, ayda bir yayınlanan bu dergi gerçekten de “ülkücülerin üniversitesi” idi.
1977 senesinde TÖRE’ye şiirler yolladım ve bir iki ay sonra ilk şiirim yayınlandı. Zannederim kendimi, Fuzûlî ya da Yahya Kemâl gibi görüyordum artık. Artarda şiirlerim yayınlanmaya başlamıştı, bugün bu yazdığım şiirlerin Emine Işınsu ablanın bir teşviki, bir lütfu olduğunu bal gibi anlamaktayım. O günlerde SOYER soyadını kullanırdım, zira nüfus kâğıdımda nüfus kütüğümün aksine soyadım bir yanlışlık sonucu böyle yazılmıştı. Durum sonra fark edilip düzeltildiyse de ben soyadımı şiirlerimde bu şekilde kullanmaya devam ettim, hâlâ da şiir yayınlarken “Yılmaz Soyer” olarak yazarım.
İlahiyat Fakültesi’ni kazandım ve okumaya başladım, şiir hayatım devam ediyordu ama şiirin kasvetli ve duygu derinliğiyle dolu âlemine fazla daynamamaya başlamıştım. Bir aziz dostumun tavsiyesine uyarak şiiri bıraktım ve uzun sürse de gerçek hayata dönmeyi başardım. Önce Osmanlı Arşivinde dört yıl ve sonra bilim yolunu seçişim duygu-akıl dengemi biraz akıldan yana olsa da yeniden kurdu. Bu akıl ağır basan yanım hep o şiirin duygulu ikliminden kurtulma mücadelesi verdiğim döneme âittir.
Doktoramı 1992 yılında bitirdim, birkaç yıl sonra doktora tezim “Sosyolojik Açıdan Alevilik” Seyran yayınları tarafından basıldı. İki binli yıllarda Bektaşîliğin tarihî sürecine eğildim ve İstanbul’da tam 6 yaz Osmanlı Arşivi, Süleymaniye El Yazmaları Kütüphanesi ve mezarlıklarda geçti. Bektaşîliğin kapanış dönemi olan 1826’yı kitaplaştırdım. “19. Yüzyıl’da Bektaşîlik” Akademi Yayınlarınca basıldı. Ancak kitap fazla rağbet görmedi ve satmadı; hatta Akademi yayınlarından daha önce yolladığım bazı büyük yayınevleri “dipnotları çıkarırsan yayınlarız” demişlerdi. Haklıymışlar, dipnotlarla dolu kütük gibi kalın bir ilmî eseri okuyan da çıkmıyordu. Ben de kitabı anlatmaya başladım, her önüme gelene konuyu anlatıyordum: Bir müddet sonra anlattıklarımı hikayeleştirmeye başladığımı fark ettim; ben de oturup bir hikaye yazdım. Sonra da bunu romanlaştırdım. İşte “Çerağlar Uyanırken” böyle yazıldı.
Bu eserde Bektaşiliğin en zor dönemlerinden birini, 19. yüzyılın ilk yarısını, idam edilen bir Bektaşi olan Kıncı Baba’nın oğlu Hasan’ın şahsında anlattık. Romanda 1826’da Bektaşiliğin kapatılmasıyla kendi kimliğini gizlemek zorunda kalan Kıncı Baba’nın eşi Hatice’nin yaşam mücadelesi anlatıldıktan sonra oğlu Hasan’ın serüveni aktardık. Hasan’ın medrese eğitimi alması, asıl kimliğini yavaş yavaş öğrenmesi, evlenmesi, Bektaşileri tanıdıkça onlara yaklaşması ve sonunda asıl kimliğine geri dönmesi yani Bektaşi olması hikâye edildi. Böylece Hasan ekseninde bir tarikatın belirli bir dönemde yaşadığı sıkıntılar ve bu sıkıntılardan büyük oranda kurtulması üzerinde durduk.
Beklenmedik bir ilgiyle karşılaştı romanım, çok kimseye ulaşıldı ve okundu. En müspet iltifatlar ise bektaşî dünyasından geldi. Bu romanla birlikte akademisyen kimliğim adeta unutuldu. Herkes “devamını yazmayacak mısın?” diyordu.
Devamı olmasa da ikinci roman bu günlerde yazılacakmış. “Semah Aşka doğrudur” artık Bektaşîlik ve Kızılbaşlık konusuna oturmuş, demlenmiş bir görüşle baktığım döneme denk geldi.
Bu roman kendilerine Alevî de denilen Kızılbaşların günümüzdeki hikâyesiydi. Ülkemizin meçhul bir dağ köyünde geçen bir öyküydür bu… Bu benim ruh iklimimden Kızılbaş evrenine, Bektaşîliğe, tahtacılara, tasavvufa, dervişlere, kamlara (şamanlara), Türkmen geleneklerine ve Türk dünyasına, bakıştır. Eser “Dede torunu” bir veterinerin toplumunun, inançlarını ve ibadetlerini kaybetmeden yaşaması için verdiği mücâdelenin hikâyesidir. Romanda memleketimizdeki şehir isimlerine mümkün mertebe yer verilmemiştir. Olay bilinmeyen bir bölgenin hayâlî bir köyünde geçmektedir. Bir köyden, hem ülkeye hem dünyaya bakılmaya çalışılmıştır. “Romandaki kişilerin hiçbiri gerçek hayattan alınmamıştır, ya da romandaki herkes gerçek hayatta mevcuttur.” Bu ifadelerin her ikisi de doğrudur. Okuyucu, kendisini de, komşusunu da, hocasını da bu romanda bulabilir, bu onun hayâl âlemine kalmış bir husustur.
Bu roman, başka romanlara öncülük yapar inşallah, görelim Mevla neyler…
ankara escort
çankaya escort
eryaman escort
etlik escort
ankara ucuz escort
balgat escort
beşevler escort
çankaya escort
cebeci escort
çukurambar escort
demetevler escort
dikmen escort
eryaman escort
esat escort
etimesgut escort
etlik escort
gaziosmanpaşa escort
keçiören escort
kızılay escort
maltepe escort
mamak escort
otele gelen escort
rus escort
sincan escort
tunalı escort
türbanlı escort
ulus escort
yenimahalle escort