Daha önceki bir yazımda sevgili dostum, ideal arkadaşım Mustafa Kayabek’ten, daha doğrusu dükkânındaki sohbetlerden kısaca bahsetmiştim. Onu tanıtmak, genç nesillere bir örnek göstermek istiyorum:
Kemaliye’de doğan Kayabek, eğitimi için geldiği İstanbul’da milliyetçi çevre ile üniversite yıllarında tanışmış, vefatına kadar sessiz ve sakin inandığı, gönül bağladığı Türkçülük-Turancılık idealiyle yaşamış, hizmet etmiştir. Benim onunla tanışmam Nihal Atsız beğin Ötüken dergisinin yazı işleri müdürü olduğu yıllara rastlar. (1963) Edebiyat fakültesini bitirince devlet hizmetine girmemiş, İstanbul, Beyazıt civarında, Bakırcılar Çarşısı adıyla anılan sokakta Vakıflar idaresinden küçük bir dükkân kiralayarak, büyük tutkusu olan eski Selçuk ve Osmanlı eserlerini alıp satmağa başlamış. Daha öğrencilik yıllarında tanıştığı Nihal Atsız’ın, yazıları evlerde hazırlanan, düzenlenen dergisi Ötüken’in, sözde idare yeri de onun dükkânı idi. O küçük, en fazla on iki metre karelik, vitrinsiz, yaz-kış önü açık bu dükkân o yıllarda da büyük baskı altında olan milliyetçilere nefes aldıran mekânlardan biri idi. Cumartesi günleri, insanlarla ve daha çok gençlerle temasını kesmek için öğretim üyeliğinden, Süleymaniye kütüphanesine memur olarak hapsedilen Nihal Atsız ve onun oraya geleceğini bilen birkaç kişi gelir, soğuk olan kış günlerinde, Kayabek’in antika, benim hurda dediğim bir mangalın etrafında oturur, ısınmak için külleri karıştırırdık. Ayda bir yayınlanan Türkçü Ötüken dergisi pek çok yere ücretsiz olarak ulaştırılır, bazı bayilere satış için verilir, hep zarar ettiği için masraflar derginin finansörü mühendis Muzaffer Eriş’in cebinden çıkardı.
Musrafa Kayabek, iyi bir yazar ve çok iyi bir destan şairi idi. Derginin her sayısında mutlaka bir destanı yayınlanır, bazen yazılar da yazardı. (Sonraki yıllarda benim sahipliğini yaptığım “Millî Hareket” dergisine çok kıymetli ve kalıcı yazılar yazmıştır.) Yıllarca çok ısrar ettim şiirlerini kitaplaştırması için. Hep “düşünüyorum, bakalım” derdi. Çok yazık ki o güzel destan şiirleri kitaplaşamadı.
1960 sonrası, şimdi artık içinden çıkılmaz bir duruma gelen Kürtçülük hareketinin filizlenmeğe başladığı günlerdi. Bütün milliyetçi yazarlar ve düşünürler daha önce memleketimizi uzun yıllar tehdit eden, isyanlar çıkarıp pek çok vatan evlâdının canına kıyan bu harekete karşı idarecileri uyarmağa çalışıyorlardı. Ömrü boyunca sadece vatanı ve Türklüğü düşünen Nihal Atsız Ötüken’de şiddetli yazılar yazmağa başladı. Bu yazılardan birini, belki de bir kaçını beğenmeyen bir savcı dava açtı ve Nihal Atsız yazı sahibi, Mustafa Kayabek yazı işleri müdürü olduğu için hapis cezaları aldılar ve cezaevine atıldılar. Mahkeme safhasında ve ceza aldıktan sonra hemen her gün yanına uğrar, dertleşirdik. Kayabek’in bir gün dahi şikâyet ettiğini duymadım. Eşi ve üç küçük çocuğu sanki yoktu. Sanki rızkını çıkardığı dükkân kapanmayacaktı. Her zaman neşeli, şakacı ve güler yüzlü idi. Gene güler yüzle, bizlerle vedalaşarak, memleketi Kemaliye’ye cezaevine gitti. Galiba bir yıldan fazla orada kaldı. Döndüğünde hiç bir şey olmamış, bir yıl cezaevinde çile çekmemiş gibi, gene neşeli, daha fazla idealist ve çalışkandı. Geldiğinde dükkânını açtı, gene destanlar yazıyor, sohbetlerine devam ediyordu.
Dükkânda daha çok Anadolu’nun muhtelif yerlerinden getirilen ve ona satılan bakır ve pirinç eşya vardı. O, antika dediği bu bakırları sanki kırılacaklarmış gibi itina ile tutar, bize hangi yüzyıl ait olduğunu, hangi sanat ekolüne göre yapıldığını anlatır, bazen üzerlerinde bulunan Osmanlıca yazılmış yazıları okurdu. O konuların cahili olduğum için bu sevgiyi pek yorumlayamazdım. Yıllar sonra, antika konusunda dünya çapında bir isim olan Ayşegül Nadir ile yapılmış bir söyleşiyi okudum. Ayşegül Nadir “Türkiye’de antikadan anlayan bir kişi tanıdım. O da Mustafa Kayabek. Antikanın ruhunu onun kadar hissedeni tanımadım” diyordu. O yazıyı okuduktan sonra, Kayabek’in benim pek anlamlandıramadığım o bakırları okşamasının sebebini kavradım diyebilirim…
Türklük aşkı ile yoğrulmuş olan Kayabek aldığı her malı satmazdı. Bir gün dükkândaki büyük, pirinç madeninden yapılmış bir şamdanı gösterdi. Şamdanın çevresi oyularak kelime-i tevhit işlenmişti. İngiliz devlet müzesi almak için kırk bin sterlin vermiş. O günlerde kirasını vermekte zorlanan Kayabek onu satmadı ve evine götürdü. “Böyle bir Türk eserini İngilizlere veremem” dedi. Neden Türk müzelerine teklif etmediğini, sordum. Topkapı müzesine teklif etmiş, cevap bile vermemişler…
Annesi ile beraber Hac’a gitti. Ramazanlarda orucunu aksatmazdı. Ama kimseye sofuluk taslayıp, sofuluk satıp “aferin” beklemezdi. Zaten öylelerinden de nefret eder, yanına yaklaşmalarından hoşlanmazdı.
Bir vefa adamıydı Mustafa Kayabek: Sonraki yıllarda Beyoğlu-Tünel’e taşındığı dükkânına zaman zaman uğrardım. Bir gün gene uğradım, dükkân kapalı imiş. Uğradığımı belirtmek için kartımı kapının altından içeri attım. Bir not yazmamıştım. Ertesi gün erken bir saatte, onun dükkânına oldukça uzak olan, benim yayınevine geldi. “Bir sıkıntın var mı” diye gelmiş. Not yazmadığım için özür diledim. “İyi oldu, dedi, özlemiştim, biraz dertleşiriz.”
Son birkaç yılını, eşi ile beraber kızının yanında geçirdi. Hatırını sormak için telefonla aradığım bir gün, “Yahu Ahmet, dedi, biz o sıkıntılar içinde gene de çok yaşadık. Ömrümüz uzunmuş.” Bunu ben de zaman zaman düşünmüyor değilim…
Mustafa Kayabek, yaptığıyla övünmeyen, sıkıntılarını hep içinde saklayan, bir derviş sadakati ile, hiçbir ikbal beklemeden davasına hizmet eden bir kahramandı. Rahmetli Türkeş ona defalarca partide yer vermek istediğini söyledi. O sevmediği ve inanmadığı siyasete, Türkeş’ten özür dileyerek yanaşmadı.
Sevgili dost, senin gibiler çok yazık ki pek az. Menfaatler vatan sevgisinin önüne geçti. Allah mekânını cennet etsin…