Safter TANIK
Osmanlı’da, Türkçülük; 1912’de, İttihat ve Terakki Fırkası’nda hâkim olan bir düşünce haline geldi.
Arnavut-Arap-Kürt İsyanları, Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncesini benimseyenlerin daha ziyade Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nda yer alması, Balkan Savaşı bozgununun yarattığı travma ise; bunun, nedeni idi.
Türkçüler; I. Dünya Savaşı’ndaki fedakârlık ve kahramanlıkları ile kendisinden söz ettirdi, Başta Mustafa Kemal olmak üzere hem Milli Kurtuluş Savaşı’nı başlatan, hem de Cumhuriyet’in kurucu kadrosu oldular. Bunun için de “Türkiye Cumhuriyeti, Türkçülerin bir eseridir” dersek yerinde olur.
Kemalizm veya Atatürkçülük nedir?
İdeolojik açıdan; Kemalizm veya Atatürkçülük, siyasi anlamdaki Türk milliyetçiliğinden başka bir şey değildir.
Neden?
Birincisi, esas alınan veya savunulan ya da önceliği olan; ne emek, ne sermaye, ne de ümmettir. Esas alınan veya savunulan ya da önceliği olan millettir.
İkincisi; Türk milliyetçiliği düşünce kalıbında, “din-millet-devlet-din siyaset ayrımı-egemenliğin meşruiyet kaynağı-demokrasi-devlet yapısı-yönetim ve hükümet şekli-sosyal yapı-kültür-eğitim-ahlak-ekonomi-adalet-iç ve dış güvenlik ” gibi konu ve kavramlar hakkında, sistematik-tutarlı-mantıklı bir tanım ve açıklaması vardır.
Üçüncüsü; sistemin mimarı Ziya Gökalp, uygulamaya koyan da Mustafa Kemal ve Türkçü düşünceden gelen Mahmut Esat Bozkurt, Yusuf Akçura, Sadri Maksudi Arsal vb isimlerdir.
“Dinsiz bir düzen kurdu” diyenler var.
Sistemin inşasında, millet ve ideoloji esas alındı. Yani altyapı değil, üstyapı esas kabul edildi. Üstyapı esas kabul edilerek de dinsiz bir düzen inşa edilemez. Tabi ki bunu, Marks’ın tarihi materyalist toplum analizi ve ideolojiler hakkında biraz bilgiye sahip olanlara söylüyorum.
Sistemi inşa edenler; doğu-batı felsefe ve mantığı ile ideolojileri bilen, deney-tecrübeye sahip, deve dişi gibi adamlardı. Söktükleri her taşın yerine sistem ile uyumlu, yeni bir taş koydular, 15 yılda da bir sistem inşa ettiler.
Hataları, oldu mu? Tabi ki hataları oldu. Ancak; donanımlı olmaları, az hata yapmalarına ya da hatadan dönmelerini sağladı.
Donanımlı olmayanlar ise; iktidarda 100 yıl kalsalar bile, her şeyi sökerler ama yerine hiçbir şey koyamazlar, koydukları şey de bir işe yaramaz.
Konuyu, laikliğe bağlıyorlar.
Laiklik; biri din-siyaset ayrımı, diğeri de iktidarın meşruiyet kaynağı gibi iki konu ile ilgilidir. Bunun için; din-siyaset ayrımı kabul edildi, iktidarın meşruiyet kaynağı “millettir” denildi. Dinsizlik, bunun neresinde?
Din-Siyaset Ayrımı
İslam Dünya’sının büyük düşünürü İbn-i Haldun’a göre, din ve siyaset; birbirinden farklı tanım, alan ve kanunları olan kavramlardır.
Din ve siyasetin iç içe geçmesi; her zaman olduğu gibi “dini” siyasetin aracı yapar, dine yeni yorumlar getirir, dinde ayrışma ve bölünmeye yol açar, “dini” din olmaktan çıkararak, bir ideolojiye dönüştürür.
İyi de Kur’an’da; “danışmadan, adaletli olmadan, emanetin ehline verilmesinden, yönetenlerin halktan geldiğinden, dinde zorlamaya başvurulmamasından” söz ediliyor.
Bunlar; bir yöneticinin, uyması zorunlu temel ilkelerdir. Yani devlet ile değil, insan ile ilgilidir.
İnsan; Allah’ın emirlerine uymakla sevap, uymamakla günah kazanır. Toplumun en büyük tüzel kişiliği olan devlet için ise; “sevap ve günah” diye bir kavram yoktur. Zira ahirette hesap verecek olan; devlet değil, yöneticilerdir.
Bunun dışında, devlet düzeni farklı bir şeydir. Daha açık bir ifade ile Kur’an’da “devlet yapısı; üniter, federal, konfederal mi, yönetim şekli; monarşik, oligarşik, demokratik mi olacak?” gibi bir modelden söz edilmez. Bu alan; serbest alandır, insanların inisiyatifine bırakılmıştır.
“Kur’an’da bir devlet düzeni vardır” demek; aynı zamanda, Kur’an’ın evrensellik ilkesine de aykırıdır. Diğer bir ifade ile “Kur’an, demokratik bir yönetimi öngörüyor” dersek; geçmişte ve bugün İslam dünyasında var olan tüm monarşik yönetimleri, İslam dışı olarak kabul etmemiz gerekir.
İktidarın Meşruiyet Kaynağı Konusu
İktidarın meşruiyetinin; biri kutsiyet, diğeri de millet olmak üzere iki kaynağı vardır.
Tarih boyunca; iktidarı ele geçiren, halk nezdinde otorite sağlamak için bir meşruiyet kaynağı aramıştır. Bu; ilahi bir mesaj iddiasına (Atilla ve Cengiz Han vb), kutsiyeti kabul edilen bir soydan gelmeye, kutsiyete (Peygamber olma, Peygamber-Mesih-Mehdi hatta Tanrı iddiasına), Hristiyanlıkta gökyüzündeki Tanrı Krallığı’nın yeryüzündeki vekili olan kilisenin takdisine, Sünni İslam’da hilafete, Şii İslam’da da imamete dayanır.
İktidarın meşruiyet kaynağı olan kutsiyet, laiklik ile de yerini millete bıraktı.
Hilafetin, dini bir temeli var mıdır?
Mâturîdî İslam anlayışına göre, imamların Kureyş’ten olması; ister Peygamberin sözü, isterse sahabenin tercihi olsun; bu dini temele değil, siyasi ve sosyolojik bir temele dayanır.
Hilâfetin Kureyş’e tahsisi ise; dini açıdan değil, siyasi ve sosyolojik açıdan doğrudur.
Hz. Muhammed’in; biri peygamberlik, diğeri de devlet başkanlığı olmak üzere iki görevi vardı.
Peygamberliği; ilahi bir kaynağa dayanmasına karşılık, devletin başı olması ise; Kureyş halkının lideri olması ile ilgilidir.
Peygamberlik; peygamberlere, siyaset ise; kral/meliklere tahsis edilmiş bir görevdir.
Laiklik, Millet ve Demokrasi
Laiklik, millet ve demokrasi arasında sıkı bir bağ vardır. Zira laiklik; milleti iktidarın meşruiyet kaynağı yaparken, demokrasi de; millet iradesinin bir ürünüdür.
Meşruiyet kaynağı kutsiyet olan iktidarın, meşruiyet için “millet” gibi bir kaynağa ve millet iradesine ihtiyacı yoktur. Zira iktidarı meşru kılan kutsiyettir. Haliyle burada; kararları doğru-tartışılmaz-tartışılması bile söz konusu olamaz iktidar ve hür iradeden yoksun biat etmiş bir halk vardır. Bu nedenle de “millet ve demokrasi” gibi değerlere karşıdır.
İktidarın meşruiyet kaynağı, iki farklı birey ve sosyal yapıyı doğurur.
Millet; “vatandaş” denilen, varlığı-kişiliği olan, akıl-hür iradesiyle hareket eden, hakkını savunan, başkasının hak-hukukuna saygılı, sorununu açıklamada endişe duymayan, çıkarlarını korumada kurumsal kimlikten yararlanan birey ve “işçi-köylü-esnaf-sermaye-serbest meslek sahibi” gibi bir sosyal yapıyı doğurur.
Kutsiyet ise; hükümdar ile ilişkisi kul olmaktan öteye gitmeyen (halk deyimi ile çoban-sürü), varlık-kimliği önem arz etmeyen, hükümdarın himmet ettiği haklar ile yetinen, kaderine razı birey ve “cemaat-tarikat-aşiret-Müslim tebaa-Gayrimüslim tebaa” gibi bir sosyal yapıyı ortaya çıkarır.
Türklerde Din-Siyaset İlişkisi
Türk devlet geleneğinde; siyasi otorite, saygı duyulan ve kutsallık atfedilen bir kurum özelliğindedir. Bu nedenle de; Batı’da olduğu gibi, halkın bir isyan kültürü yoktur.
Eski Türklerde; Hakan’ın, “Tanrı’ya benzediği, Tanrı’dan olduğu” inancı vardı. Bunu; Bilge Kağan’ın Orhun Kitabelerindeki, “ Tanrı gibi, Tanrı yaratmış…” sözü ile başlayan yazıt metninden de anlıyoruz.
Hakan’ın; Tanrı iradesiyle belirlendiği, “kut” adı verilen özel bir güce sahip olduğu, bu güç sayesinde Tanrı ile ilişki kurduğu, Tanrı’nın gözetiminde bulunduğu, aldığı karar “ne olursa olsun” halkın yararına özellik taşıdığı, yanlışta olsa “mutlaka bir bildiğinin var olduğu” kabul edilirdi.
Han, kağan, hakan, sultan, padişah gibi nasıl anılırsa anılsın; hükümdarların, kanı akmadan boğdurularak öldürülmesi; üstün, özel bir güce (kut) sahip olması ile ilgili idi.
Haliyle; siyasi otoritenin, meşruiyet kaynağı kutsiyetti.
Türk devlet geleneğinde; siyasi otoritenin meşruiyet kaynağı, bazen de; ülkeyi uzun süre yöneten, bir hanedan veya soydan gelme oldu.
Osmanlı’nın kuruluş döneminde; tahta geçenler, siyasi otoritenin meşruiyeti üzerinde fazlaca durmadı. Siyasi otoritenin meşruiyeti, belli bir aileden gelmekten başka bir şey değildi. Halk ise; bunu, Tanrı’nın O kimseye özel bir lütfü olarak gördü. Bu da; hükümdara, örtülü bir kutsiyet kazandırdı.
Fatih Sultan Mehmet’e kadar, tahta geçenler; bir kutsiyeti ifade eden “padişah” değil, “hüdavenvendigar, han, sultan” unvanını kullandı. Bununla birlikte; tahta geçen her hükümdarın, yetkiyi Allah’tan ve Peygamber’den aldığına ilişkin, açığa vurmadığı gizli bir inancı vardı.
Fatih Sultan Mehmet; her ne kadar kutsiyet ifade eden padişah unvanını kullanmış ise de, soy kütüğünü Oğuz Han’a, daha da ileri giderek Hz. Nuh’un oğlu Yafes’e dayandırdı. Ancak; bu, Bizans’ın son imparatorunun mensup olduğu Paleologos hanedanına oranla, daha soylu olduğunu ispatlamaya yönelikti.
Yavuz Sultan Selim; Memluk Sultanı Tumanbay’a gönderdiği mektupta, “ kendisinin kral soyundan geldiğini, bu nedenle de dünyayı yönetmede Ondan daha çok hakkı olduğunu” ileri sürdü.
Yavuz Sultan Selim; halifelik unvanını Abbasi soyundan gelen Halife III. Mütevekkil’den almış ise de, bunu kullanmamaya özen gösterdi. Halife olacak olanın; Kureyş kabilesine mensup olması ile ilgili hadis ise, bunun nedeni idi. Veziriazam Lütfi Paşa; hadisten böyle bir sonuç çıkmayacağını söylemiş ise de, Sultan’ın tavrında bir değişiklik olmadı.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesinden sonra; Mısır’dan gelen dini ulema, Medreselerde var olan Maturidi itikadi görüşü (akılcı) dışlarken, Eş’ari itikadi görüşü (nakli) hâkim kıldı. Bu; aynı zamanda, her şeyi Tanrı’nın bir kurgusu olarak gören kader anlayışını getirirken, siyasi otoritenin kaynağını da ilahi iradeye dönüştürdü.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde şeyhülislam olan, Osmanlı Devleti’nin resmi ideoloğu olarak kabul edilen Kemalpaşazade Ahmet Şemsettin Efendiye göre; “Osmanlı Sultanları, âlemin idarecisi olan Allah’ın iradesi ve O’nun son elçisi Hz. Muhammed’din halefi olarak, İ’la-yı Kelimetullah (İslam’ı yaymak), Nizam-ı Âlem (dünyaya düzen vermek) gibi bir görev ve hedefi üstlenmiştir. Allah’ın izni ile buna layık olduğu müddetçe, döneminin hükümdarlarından üstündür”.
Kanuni Sultan Süleyman’ın; Fransa Kralı I. Fransuva’ya yazdığı mektupta, kendisini “Zıllullah-i fil arzeyn (Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi)” olarak tanımlaması da, bu düşünceye dayanır.
Bundan böyle siyasi otoritenin meşruiyeti; ilahi irade ve İ’la-yı Kelimetullah (İslam’ı yaymak) ile Nizam-ı Âlem (dünyaya düzen vermek) şeklindeki bir ölçüye dayanıyordu. Bunun dışında, sultanlar; adalet, halkı gözetmek, farklı din ve kültürlere saygı vb ilkelere bağlı kalarak da meşruiyetini güçlendirmeye çalıştılar.
Osmanlı’da, siyasi otoritenin yetkisi; bir yandan örfi, diğer yandan da şer’i dediğimiz hukuk ile sınırlı idi.
Siyasi otoriteyi elinde tutan sultan; dini otoriteye sahip ulemadan güçlü ise de, yasa yapmada dini ulemanın görüşüne başvurdu.
Öyle ki Yavuz Sultan Selim; çoğunluğu Hristiyan tebaadan oluşan nüfus yapısını değiştirmek için, Hristiyan tebaayı Müslümanlaştırmayı düşünmüş ise de, dönemin şeyhülislamının karşı çıkışı sonucu bundan vazgeçti.
Sultanlar; yasa yapmada, her ne kadar dini otoriteye sahip ulemanın görüşünü almış ise de; Sultan I. Ahmet dönemine kadar, yönetimde ağırlığı olan örfi hukuktur.
Sultan I. Ahmet; yaptığı bir yasa ile hem kardeş katline son verdi, hem de şer’i hukuku örfi hukuk karşısında üstün bir konuma getirdi.
Özet olarak, laikliği dinsizlik olarak değerlendirenler; ya Osmanlıcı veya Siyasal İslamcıdır, ya da laiklik olmadan milleti esas alan bir sistemin inşa edilemeyeceğini bilmeyenlerdir.
Türk Ocağı, neden kapatıldı?
Türk Ocağı; 1912’de, 1908’de kurulan Türk Derneği ile 1911’de kurulan Türk Yurdu Derneği’nin devamı olarak, 190 Askeri Tıbbiye öğrencisinin girişimi ve Ahmet Ağaoğlu’nun öncülüğüyle kuruldu.
Kadrosunda; Yusuf Akçura, Mehmet Emin Yurdakul, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Halide Edip Adıvar, Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp, Mehmet Fuat Köprülü gibi önemli isimler yer aldı.
Genç Kalemler ve Türk Yurdu kadrosunun katılması ile güç kazandı, Balkan ve I. Dünya Savaşı sırasında üye sayısı hızla artarken İstanbul dışında da örgütlendi, İttihat ve Terakki Fırkası’nın adeta ikinci adresi oldu.
Sivil ve askeri kadrosunun, I. Dünya Savaşı’ndaki fedakârlık ve kahramanlıkları ile kendisinden söz ettirdi.
Mondros Mütarekesi sonrasında girişilen işgalleri protesto eden ünlü “Sultanahmet Mitinglerini” düzenledi, İstanbul’daki direniş eylemleri içinde yer aldı, kadrosunun çoğu Anadolu’ya geçerek Milli Kurtuluş Savaşı’na katıldı, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadronun önemli bir bölümünü oluşturdu.
Cumhuriyet devrimlerini savundu, halka tanıtılmasında aktif bir rol aldı.
Turancılığı ile SSCB’nin, millet tanımına getirdiği eleştiri ile de iktidarın dikkatini üzerinde topladı. Bu arada, bünyesinde; millet tanımı farklı, milliyetçi bloğun; Kemalist, Türkçü, Türkçü-Turancı, Anadolucu kulvarları oluştu.
1930’da; danışıklı olsa da kapatılan Serbest Cumhuriyet Fırkası’na destek verdi, bazı şubelerin eleştiride ölçüyü kaçırması ise Mustafa Kemal’de şüphe uyandırdı.
Feshine gittiği 1931’de; 276 şubesi (ki bunun 147’si kendi mülkü), 30.000’den fazla genç seçkin üyesi, 1.300.000 TL’lık (genel merkez hariç, dükkân-fırın-sinema-zeytinlik-depo-değirmen-bağ-bahçe-arsa-bina gibi gayrimenkuller) varlığıyla Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütü idi.
Kapatılması, güç ve şüphe ile mi ilgili?
Türk Ocağı; şube, genç seçkin üyesi ve varlık itibariyle neredeyse Cumhuriyet Halk Fırkası ile rekabet edecek bir güce ulaşmıştı.
Geçmişte İttihat ve Terakki Fırkası’nın adeta ikinci adresi olması, bünyesinde millet tanımı farklı grupların yer alması, zaman zaman iktidara yönelik eleştiri dozajını yükseltmesi, Serbest Cumhuriyet Fırkası olayı; Türk Ocağı’nın kötü amaçlı kişilerin eline geçmesi ve kullanılması gibi bir şüpheyi doğurdu.
Mustafa Kemal; sahip olduğu genç kadroyu dikkate alarak, Türk Ocağı’nı Cumhuriyet Halk Fırkası’na dönüştürmeyi düşündü ise de; İsmet İnönü’nün, muhalefeti ile karşılaştı. Zira İnönü; “Türk Ocağı’nı Halkevleri’ne dönüştürmenin, başlatılan milli kültür hareketine katkı sağlayacağını” savunuyordu. Bu görüş, kabul gördü. Türk Ocakları, Halkevleri’ne dönüştürüldü.
1949’da; merkezi Ankara olmak üzere yeniden açıldı, 1980’de; tekrar kapatıldı, 1986’da da yeniden faaliyete geçti.
Bugün ise; eski güç ve etkinliğinden çok uzakta, dar bir çevre dışına çıkmayı düşünmeyen, “tabelasına bakılmasa, yanlış yere mi geldik?” diyecek kadar, fikir ile misyon-vizyonu anlaşılması zor, bir sivil toplum örgütü görünümünde.